13 Mart 2016 Pazar

Bekleyin


Kendimi uzun süreden bu yana, ülke diye diri diri bir tabuta koyulmuş ya da kesilmeyi bekleyen kurbanlık bir koyun gibi hissediyorum. Bugün-yarın, benim de sıram gelecek diye bekliyorum. Bir gün daha yaşamayı kâr sayıyorum; sevdiğim, tanıdığım insanlar sağ diye şükrediyorum.

Hiç sevmememe, hayatımın neredeyse yarısından fazlası haberle geçmesine karşın, sabah uyanır uyanmaz, boktan bir haber geldi mi diye gözlerimi bile açamamışken, haberlere bakıyorum. İşe geldiğim her gün, mail kutuma, ajanslardan kötü bir haber gelmemesini umut ediyorum. O ajans kutusundan her “flash” yazısı geçtiğinde; annem, babam, abim, dayım, kuzenlerim, sevdiğim kadın, dostlarım aklıma geliyor, yüreğim koyu karanlık bir hâl alıyor.

Başkalarını bilemem ama mesleğimi hep severek yaptım, bir boka yarıyormuşum gibi hissettirdi kendimi bana. Belki sadece bu hisle ayakta kalabildim; yazdıklarımın birilerine ulaşıyor olduğu fikri bana şu bloğa öyle ya da böyle devam edebilme gücü verdi.

Ama iki yıldan bu yana, nefret ediyorum, tiksiniyorum gazetecilik yaptığım için. 15 yıldır kendimi kandırmışım, kimseye ne yardım edebilmişim, ne de çare olabilmişim.

Sabah uyandığımda bir okulda 45 öğrenciye tecavüz edildiğini okuyorum, öğlen üç tane puştun bir köpek yavrusuna elektroşokla işkence yaptığı haberini yazıyorum, öğleden sonra bir şehirde sokağa çıkma yasağı haberini yazmaya başlayıp, yüzlerce insanın öleceğini düşünüyorum, akşam yüzlerce insanın ortasında patlayan bombanın haberini verip, kolay kolay kaldırılamayacak ölüm pornografisi sayılabilecek fotoğraflara bakıyorum.

Aslında bu ülkede yaşamaktan nefret eder hale geldim.

Yaşadığım ülkenin başkentinde 5 ayda 3 kez bombalar patlıyor, hikâyelerini bilmediğimiz, yüzlerini görmediğimiz yüzlerce insan paramparça olup, bir kutunun içine konuyor. Ülkenin başka başka yerlerinde insanların evleri bombalanıyor, kadınlar öldürülüyor, daha ‘şanslı’ olanları şiddete uğramakla yetiniyor (!), hayvanlara tecavüz edilip öldürülüyor, doğadan intikam alırmışcasına canına okunuyor.

Bunlara karşı çıkma cesaretini gösterenlerse, ya gaza boğuluyor, ya öldürülüyor, ya soruşturmalardan geçiriliyor ya da sokakta tekmeleniyor.

Artık kendi gibi düşünmeyenlere yaşam fırsatı verilmeyen bir ülkedeyiz.

Birileri gibi düşünmediğimiz için sürekli azarlandığımız, hakkımızda her türlü iftiranın atıldığı bir ülkedeyiz.

“Kadına şiddete hayır” dediğimiz için sokakta tekmelendiğimiz bir ülkedeyiz.

Doğaya sahip çıktığımız için Alman ajanlığıyla suçlandığımız, gazlandığımız bir ülkedeyiz.

“Savaşa hayır” dediğimiz için teröristlikle suçlandığımız, cezaevine atıldığımız bir ülkedeyiz.

Birileri ne zaman gelip evimizden alacak da, hakkımızda soruşturma açılacak diye beklediğimiz bir ülkedeyiz.

Milli irade soytarılığı adı altında, bize ne istiyorlarsa yaptırabilecekleri konusunda, gün geçtikte alabildiğine daha da küstâhlaşıyorlar.

Sesleri daha yüksek çıktığı için, kendilerinden başka kimseye konuşma fırsatı vermedikleri için, her konuda haklı olanın kendileri olduğu konusunda hemfikirler. Nasılsa seri üretim halinde yalan haber yapıyorlar.

İstediklerinde muhalefet milletvekillerinin ‘suikast’ planladığını yazıyorlar, istediklerinde başka muhalefet milletvekillerine etek giydirip aşağılıyorlar.

Hiçbir şey bulamazlarsa, rafta tuttukları kasetleri piyasaya sürüp “özel değil, genel bunlar genel” diye bağırıp çağırıyorlar. Sonra bunlar hiç olmamış gibi kandırıldıklarını söylüyorlar.

Canları istediğinde bankalara el koyuyorlar, keyifleri istediğinde gazeteleri kapattırıyorlar. Hiç olmadı, yayın haklarını ellerinden alıp, susturuyorlar.

İsterlerse, valilere emir verip, terör örgütü dedikleri oluşumların şehirlerde silahlanmasını sağlıyorlar, isterlerse tankları şehirlerde yürütüp, silahlanmasına göz yumduklarını itiraf ettikleri terör örgütünü yok etmek için hiçbir günahı olmayan insanları öldürüyorlar.

Sıfırlayamadıkları paralar için en iyi dostlarıyla düşman oluyorlar. Düşman bellettikleri askerle kol kola girip dost oluyorlar.

Bazen “türbanlı bacılarımıza saldırdılar” deyip, inanç bezirgânlığı yapıp yalan söylüyorlar, bazen de türbanlı bacılarını yerlerde sürükleyip, gaza boğuyorlar.

Günü geliyor Esad ve Putin’la can ciğer kuzu sarması oluyorlar, gün geliyor ülkenin en büyük iki düşmanı olarak Esad ve Putin’in ismini veriyorlar.

Sınırın ötesine geçip kendi topraklarını bombalatmak gibi fikirleri bile var!

Şeytanın vücut bulmuş hali gibiler. İktidarı elden bırakmamak için söylemeyecekleri yalan, yapmayacakları şarlatanlık yok.

Ama sorun, bunların iğrenç politikaları, ülkeyi kan gölüne çeviren beceriksiz siyasetleri değil. Sorun her şey göz önünde olup biterken, bunları hâlâ destekleyen, çevrelerinde çöreklenmiş, kâsedeki baldan bir parmak çalmak isteyen gürûhta.

Bu yaşananların, ölen insanların, haksız yere cezaevine atılanların, doğaya tecavüz edip, ülkeyi parsel parsel satanların suç ortakları asıl bunlar. Çünkü bu cesareti, o kitleden alıyorlar.

Bugünler elbet geçecek, bitecek, son bulacak. Sonsuza kadar sürecek izlenimi vermelerine rağmen bitecek. O günü bekleyin, büyük bir sabırla bekleyin, oya işler gibi bekleyin.

Sadece o günü beklemek için yaşıyorum...


20 Aralık 2015 Pazar

Namusunu satan pezevenktir!


Türkiye’de son 13 yıldır milli irade adı altında yaşanan soytarılıklardan nice filmlere, nice romanlara malzeme çıkacak kadar şey yaşandı.

Öyle çok uzaklara gitmeye gerek yok, sözünü ettikleri hokkabaz iradenin, işlerine gelmediğinde tekrarlanabilir olduğunu birlikte yaşadık.

Milli irade soytarılığının risklerini gördüklerinden, bu soytarılığı yeniden tahsis etmeye gerek kalmadan, ilelebet sürdürebilmeleri için şehirleri tankla, topla dövdüklerini de yaşıyoruz.

Milli irade soytarılığı öylesine bir soytarılık ki, meydanlarda öldürdükleri gençlerin annelerinden tutun da, insanların dini kimliklerini yuhalatmaya kadar giden bir soytarılık.

Anasını boyayıp, babasına satan pezevenkler gibi dostlar dilediğinden düşman, düşmanlarsa aniden dost olabiliyor. Bunu yapanların kaypaklığını, yavşaklığını eleştirmekten vazgeçeli çok zaman oldu zira oturdukları kanlı ve kirli koltuklardan indikleri gün, katillikten, hırsızlığa, soygunculuktan vatan hainliğine açılacak her türlü davanın öznesi olacaklar. Onu korumak için elbette girmeyecekleri kılık, yapmadıkları soytarılık ve yalamayacakları tükürük yok. Ülkeyi gözleyen ve izleyen bunları yaptıklarını zaten görüyor.

Fakat bir güruh var ki; Müslüman vicdanından, temizliğinden dem vurup, siyasi İslam edebiyatıyla bunları destekleyen, işte o güruh cidden acınası halde.

Neyi savunacaklarını bilmeden, kendisine atılan kemiğe koşulsuz ve şartsız koşup sahibine veren köpekler gibiler.

Onlar, Türkiye ile Suriye sınırını temsil eden bariyerler kaldırılırken, reisin strateji dehasını sayfa sayfa yazıp, sosyal medyadaki kalemşör orospuları, türlü şirinliklerle bu olayı kutladılar.

Onlar, devlet Abdullah Öcalan’la görüştüğünü belgeleyen haberler çıktığında, reisleri “İspatlayamayan şerefsizdir” dedikten sonra ağızlarından salyalar akıta akıta küfür ettiler. Reis “Evet ben onay verdim görüşmeyi” açıklamasının ardından ise, hepsi minik barış güvencinleri olarak reisleri tarafından havaya salındılar. Akan kanın durması gerektiğini her yerde dillendirip durdular. Kürt meselesinin, ülkenin en büyük mesesi olduğunu söyledi minik barış güvercinleri.

Milli irade soytarılığının ilk sekteye uğradığı an, reis çıktı, “Bu ülkenin Kürt meselesi yoktur” dedi. Havada salına salına taklalar atan barışın temsilciliğini yapan minik güvercinler; devlet tankıyla, topuyla, Kürt illerine girdiği anda, kanlı etle terbiye edilip, dövüşe hazırlanan köpeklere döndüler. Hepsi artık PKK’nin kökünün kazınması gerektiğini söyleyip, birkaç yıl önce vatan haini ilan ettikleri askere dualar yağdırmaya başladı.

Onlar, Rusya ile derin stratejik (!) ilişkiler kurulurken, Putin en büyük dosttu. Bu dostluğu kutsarcasına hepsi, Avrupa Birliği’ne alınmamanın Türkiye’nin kaybı olmayacağını, gerekirse Şanghay 5’lisine katılıp, büyük oyunu bozdurmanın peşindeydi. Sonra bir de baktık ki; Rusya artık Türkiye’nin en büyük düşmanlarından biri haline geldi. Bizim anasını boyayıp, babasına satan gazetecisinden, akademik unvanlı profesörüne, ondan sosyal medyadaki ne idüğü belirsiz it sürüsü durur mu? Durmaz, Putin’e sallamaya başladılar. Üstelik meselenin içine Rus kadınlarını sokup, şakalar yapan bile vardı.


Onlar, İsrail’i katil devlet ilan ettiler. Reis, “Dünya 5’ten büyüktür” edebiyatıyla, Gazze’deki İsrail ablukasını ve insanlık dışı uygulamalarını, -her ne kadar fotoşopla hıncahınç doldursalar da- BM’de birkaç kişiye şov niyetine çıkıp söyleyince, Mavi Marmara üstünden sözümona ne denli vicdanlı olduklarını gösterircesine, İsrail’e ağızlarını açıp, gözlerini yumup saydırmaya başladılar. Miting meydanlarında, rakiplerini İsrail dostu olmakla suçlayıp, davanın kutsallığını anlatakoyuldular. Sonra baktık ki, İsrail zaten Türkiye’nin dostuymuş.

Bakalım şimdi nasıl çevirecekler? Devleti yönetenleri hiç merak etmiyorum çünkü onların türünü iyi biliyorum. Benim merak ettiğim, “Gazze bizim namusumuzdur” deyip, yarın buna kılıf bulup namusunu satacak pezevenklerde. Hangi süslü kelimelerle namuslarını satacaklar?

Valla isteyen kızsın, isteyen darılsın, isteyen de götüne patlıcan soksun ama dünyadaki örneklerinde de, Türkiye’de de gördüğümüz ve neredeyse her gün yaşadığımız sürece siyasal İslam denen şeyin namusunun olmadığını ve en namussuzluların bile yapamayacakları şeyleri yaptığını anbean yaşıyoruz.

Yeni dostunuz hayırlı uğurlu olsun. Zaten katil İsrail devletinden farksız uygulamalarla, birbirine bu denli yakışabilecek iki dost olamazdı. Bundan kelli, Netanyahu ve Reis kahvelerini höpürdetirken birbirlerine, Gazze’de ve Kürt illerinde nasıl adam öldürdüklerini anlatıp, şen kahkahalarıyla ortamı iyice yumuşatırlar.

Namusunu satan pezevenktir, bunun da başka bir söylemi yoktur.


13 Kasım 2015 Cuma

Ensonhaber'in sahibi Serkan Kalemciler kimdir?

10 ay sonra beni yazmaya itti şu başlık ve haber sitesi. Aslında amacım tamamen birileri google'da "Serkan Kalemciler kimdir?" yazdığında, karşısında bu yazıyı görmesini sağlamak. Çünkü aslında, birazdan yazacaklarımı o dönem birlikte çalıştığı herkes bilmesine rağmen, hiçbir yerde geçmiyor. Oysa bildiğini saklamayacaksın, paylaşacaksın, hele hele bu tip adamların, deyim yerindeyse, ipliğini pazara çıkartacaksın.

Peki kimdir bu Serkan Kalemciler. Bu herif Ensonhaber isimli sitenin sahibi. Bir internet sitesi kurup, insan nasıl zengin olur, örneklerinden birini oluşturuyor. Elbette insanlar, böyle işlerden para kazanabilir ama tabii bu paranın nasıl kazanıldığı önemli.

Gelelim "Serkan Kalemciler kimdir?" sorusuna.

Yıl 1998, Serkan Kalemciler denen şahıs Faik Çetiner tarafından Atv'nin spor bölümüne editör olarak alınır.

Günlerden bir gün, polis Atv binasını gelir ve Serkan Kalemciler'i arar. Hakkında gasp suçundan arama yakalama emri vardır. 50'lili yaşlarda, Kadıköy taraflarında oturan sevgilisini dövüp, evde ne kadar döviz ve altın varsa alıp kaçmıştır. Polisin Atv binasına gelmesi, kadının şikâyeti nedeniyle olur.

Olayın şahitleri arasında, Çetin Demirer, Abdurrahman Şimşek, Can Küçükyıldırım, Mutluhan Suner, Kerem Öncel ve Faik Çetiner gibi isimler bulunuyor. Polis çok ciddi bir suçtan ötürü, bu Serkan Kalemciler denen zibidiyi aramaktadır.

Tam o dönem, Atv'nin kendisi için çıkarttığı 6 aylık vize sayesinde Almanya'ya kaçar. Sonra Ecevit affı sayesinde ülkeye döner.

Hayatını provoke başlıklar üstüne kurmuş, haber sitesini silah gibi kullanarak, her dönem birilerinden para kopartmayı başarmış olan Serkan Kalemciler, işte böyle biri. Twitter sayfasında, internet sitesinde insanlara ahlak dersi vermeye çalışan adam, tam da böyle biri.

Nasıl biri peki? Sevgilisini döverek, evinden dövizlerini ve altınlarını gasp eden, haydutun teki.

Haaaa, bu arada kendisinin o dönem evli ve çocuk sahibi olduğunu ekleyelim mümkünse. Bunlar ahlaklı adamlar ya, namus sahibi, ona-buna müslümanlık dersi verirler ya, bu bilgiyi de aklınızda tutuverirsiniz.

Türkiye'de medyada söz sahibi edilmeye çalışılan adamlara bir örnektir bu şahıs (!) Siyasal erkin sevdiği tipten adamlardan. Çünkü falsosu var, istenilen anda ve zamanda fişi çekilmeye hazır ama o fişi çekene kadar, tetikçilik yaptırılan, zavallı bir gaspçı.

Üstte fotoğrafta gördüğünüz haberin başlığına bugün otuz takla attırıldı. Önce "seksi devrimci" sonra "sarışın devrimci" daha sonra "çakma sarışın, çakma devrimci" denilerek, güya tepkileri dindirmeye çalıştılar. En sonunda da haberi tamamen çektiler.

Bu ahlaksız herifler, hemen her gün, en iğrenç başlıkları atıyorlar. Konunun önemi olmadan, sadece ve sadece konuşulmak ve özellikle tepki çekeceğini bile bile atıyorlar o başlıkları.

Böyle bir herifin sahibi olduğu internet sitesinde, doğru düzgün habercilik yapılmasını beklemek de aptallık olur tabii.

Neyse, dediğim gibi bütün derdim birileri "Serkan Kalemciler kimdir?" yazdığında google'de nal gibi bu herifin ne bok olduğunun görülmesiydi.

Öyle göte böyle yarak be güzelim!

İşin medya etiği boyutuna girmedim, yazmaya devam edersek, başka güne kalsın.

Samimi itiraf: Özlemişim amk buraya yazmaya...

15 Eylül 2015 Salı

İşte Galatasaray bu durumda


Yazının ana fikrini ilk cümleden vereyim, hepimiz rahatlayalım.

Başkanı kifayetsiz, yönetimi beceriksiz, futbolcusu yeteneksiz, teknik direktörü bariz işlevsiz bir takıma sahibiz. Yazının ana fikrini, başında verdiğim için okumasan da olur.

Böyle uzun aralıklarla yazınca, haliyle geniş bir toparlama yapmak gerekiyor ama bunlara girersem, muhtemelen bu yazı, destansı bir metin haline geleceğinden kısa kısa özetlemem gerekiyor.

Galatasaray’ın Şampiyonlar Ligi’nde bir bok yapamayacağını, şampiyonluğun kazanıldığı gün, “Hamza görevde kalırsa, Ocak ayını göremez” diyerek, belirtmiştim.

Millet 4. yıldız sarhoşuyken; saçma sapan futbol romantizmine ve taraftar coşkusuna kapılmadan kafası çalışan herkes dillendiriyordu bunu. Çünkü kazanılan şampiyonluğa rağmen sahada oynanan futbol, bas bas bağırıyordu, tünelin ucunda ışık görülemediğini.

Geçtiğimiz sezon berbat bir futbolla, muhteşem bir Muslera ve ona yakın olmasa da harika bir Sneijder sayesinde şampiyonluğa ulaştı bu takım. Hoş, halen sadece Muslera’nın sayesinde olduğunu düşünenlerdenim.

Koca yaz dönemi, taraftara anlatılan masallarla geçti. Biz ülke insanı olarak gereğinden fazla gerizekâlı olduğumuz için bir süre sonra söylenen yalanlara da inanmaya başladık. Misal ciddi ciddi Zlatan’ın geleceğini filan düşünmeye başladı millet.

Yönetim tek atımlık kurşunu Podolski ile harcayarak, artık isyan noktasına gelen taraftarın ağzına bir parmak balı çaldı, sonra yalanlara devam etti. Sezon sonunda “yıldızlar alacağız” cümlesinden, “kendi yıldızımızı üretmek zorundayız”a kadar geldik. Bu yıldız üretmek filan külliyen yalan ve içi boş cümleler, bunu ayrıca tartışmak gerekir.

Sezon başladı, yangından mal kaçırır gibi, oyuncu yollamaya başladık. Değerini bulan oyuncunun satılmasından yanayım ama giden adamların yerini doldurmak için aldığımız adamlar, pazara gece karanlığında çıkan garibanın domates, kabak toplamasından hallice oldu. Melo’yu gönderiyorsun, açığını Jem sikim Karacan’la, Bilal’le filan doldurmaya çalışıyorsun. O bölgede oynatabileceğin tek adam Jose’yi maça bile almıyorsun. Ki, Melo’dan doğan boşluğu doldurabilecek biri de değil bu İspanyol.

“Şu ligin en kötü iki takımı kim?” diye sorsalar, daha ilk haftada Mersin ve Osmanlıspor derdim. İçeride bu takımları yenemiyorsun. Gol kaçırmışız da, üstün olan bizmişiz de vs vs. Lan omurilik soğanınızı sikeyim sizin, bir zahmet üstün ol zaten, onlara karşı da eziliyorsan, siktir git PTT 1. Lig’e.

Takımda golcü diye Burak ve Umut Bulut var. İkisi de top class golcü değiller. Umarım malın biri çıkıp da, Burak Yılmaz kral filan demez. Biri artık pres bile yapamıyor, pres yapmayı kesilmekten son anda kurtulup Show Ana Haber’e çıkan sığır gibi koşmak sanıyor, diğeri 25 tane pozisyon bulup, onların 11’ini ezip, 8’inde topu ayağından kaçırıp, 3’üne doğru vuruşu yapamayıp, 2’sini gole çeviriyor. Böyle iki adam, Galatasaray’ın forveti, üstelik bütün sezon boyunca da bu iki herifle yola devam edeceğiz

Çıkar şimdi değerini içinden, hadi amına koyayım. Hadi lan, çıkart da göreyim. Senin o bölgeye bir değer çıkartmanla, benim götümden alev saçan ejderha çıkartma ihtimalim aynı. Sinan Gümüş diyor, çocuk Türkiye’de ligde bile oynatılmıyor, sonra pat diye Atletico Madrid maçında oynatıyor.

Beyzade, maçtan sonra, “Maalesef her maçta galibiyet bekliyoruz” diyor. Lan sen Granada’nın mı yoksa Empoli’nin teknik direktörü mü sanıyorsun kendini. Çalıştırdığın takım Akhisar Belediyespor değil, Galatasaray. Beklentiyi yüksek tutmayalım eyvallah, e amına koyayım senin Osmanlı’yla Mersin maçlarında da galibiyet beklemeyelim mi? Muhabbet kuşu sevenler derneği mi orası yavşak! Galatasaray taraftarı galibiyet bekler. Bu takım Manchester United’ı, Barcelona’yı, Real Madrid’i, Arsenal’i, Juventus’u filan yenerken, Ramiz Köfte’de az acılı köfte mi yiyordun?

Başından beri söylüyorum, çıkıp adam gibi “Paramız yok, bir sonraki sene Avrupa kupalarına katılamama riskimiz var, borç yükü çok fazla, o yüzden transfer yapamıyoruz” deseler, ağzımı açarsam, o açtığım ağzımın ortasına sıçsınlar. Bir takım her sene şampiyon olamaz, her sene başarılı olamaz. Bunları bilmiyor değilim, bilmesem 14 sene şampiyonluk görmememe rağmen Galatasaraylı olmazdım.

Başkan sıfatlı adam televizyona çıkıyor. Söylediği şeylerin yarısı yalan, yarısı kulaktan dolma. Herif, sanki sürekli saunadan yeni çıkmışçasına o terli suratıyla ekran kirliliği yaratması yetmezmiş gibi, milletin aklıyla alay ediyor. Bu herife sonra gireceğim, yazmaya başlarsam bitmez.

Bu takımın kadro mühendisliği tepeden tırnağa yanlıştır. Ağı paramparça olmuş pantolon gibi mal meydanda. Bala göte bir sezonu kurtarırsın ama birileri doğru hamleler yapar ve o şans artık yanında olmaz. Ligin tepesine bakın, ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Gerçi böyle deyince, “transfer obezi”filan oluyoruz. Sanki ben sadece transfer istiyorum, gelsin Zlatan’lar, gitsin Rooney’ler filan diye düşünüyorum sanki.

Avrupa’daysa o şansı adamın bir tarafına sokarlar. Rasyonel düşünüp, doğru kararlar alınmadığı sürece de, bu işleyiş kronikleşir.

Galatasaray’da her şey yanlış. Bak hocam, sezonun 4. haftası gelmiş ve Galatasaray gibi bir takımın forma reklamı yoksa, bunun üstüne yorum yapılmaz. Halen aptal aptal argümanlarla yönetim, Hamza savunuculuğu yapılıyor.

Bunların yaptığı şuna benziyor; herifin biri metrobüste pantolunundan dışarı 20 santimlik yarrağı çıkmış, üç tane akıllı (!) “Ya arkadaşlar lütfen hemen galeyane gelmeyin. Fermuarı açık olmayabilir, o gördüğünüz de belki elidir” diye savunmaya geçiyor. Aynen durumunuz bu. Koskoca yarrağı, başka şeylere benzetiyoruz.

Her tarafı dökülen bir kulüp haline gelmeye başladı Galatasaray. Benim kabullenemediğim şey budur.

İşin futbol meselesine gelince, bana Sabri’yi sağ bek diye, Emre Çolak’ı Aydın Yılmaz misali, ‘ha oldu, ha olacak’ diye, Umut Bulut’u golcü diye, Jem Paul’ü orta saha diye yutturmaya çalışmasın kimse. Aynı oyunu izliyoruz, kimin ne bok olduğunu sahada görüyoruz. Ama herkes futbol uleması siktiğimin ülkesinde. Sabri iki orta yapıyor, mest oluyor bu salaklar. İsim isim gitmek de istemiyorum fakat bu takımı neresinden tutsan dökülüyor.

Uzadıkça uzadı zira bu kadar uzun yazmak da istemiyorum. ‘Harç bitti yapı paydos’ diye bir söz vardır, Galatasaray tam olarak bu tanıma uyuyor. Transfer sezonu bitti, artık Hamza’nın götünden kuş çıkartmasını bekleyeceğiz. Koskoca 3 kupalı hoca, boru mu lan! Siz bekleyedurun, her zaman yaptığım gibi öncesinden yorumumu yapayım; Galatasaray’dan bu sezon bir bok olmaz. Olmayacak diye, sevmeyecek miyiz? Hayır aksine daha çok seveceğim ama bütün yaz eleştiren insanlarla ‘vizyon, kupa, 4. yıldız’ diye taşak geçtiniz, sıra bende. Bütün sezon taşak geçeceğim, muhteşem futbol bilginizle. Böyle cümlelerden sonra “Umarım göt olurum” derdim, mal meydanda, zerre korkmuyorum.

Hamza’nın hoca olmadığını er ya da geç kabul edeceksiniz. Hamza’nın çapı Akhisar’dan, Milli Takım’da yancılıktan öteye gitmez. Hamza’nın hocalığını Denayer’in açıklamalarından anlamak yeterli, bir oyuncu transfer etmişsin ve o oyuncuya “Sağ bek oynar mısın?” diye soruyorsun.

Başkanı kadrosundaki oyuncunun bedelini bilmiyor, hocası hangi mevkilerde oynayabileceğini bilmiyor. İşte Galatasaray bu durumda...

10 Eylül 2015 Perşembe

Bir gün utanacaksınız


Bir çocuğun ölümünden, bir bebeğin kanlar içindeki fotoğrafından, bir insan hangi sebeplerle etkilenmez ve yüreğinde en ufak bir kıpırtı olmadan umursamaz. Bunu ne beynim algılıyor, ne de vicdanıma anlatabiliyorum.

Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki; ne insan seviyor, ne hayvan seviyor, ne doğayı seviyor, ne çocuk seviyor. İçinde sevgiye dair hiçbir şey yok. Sevdiğini söylediği kadını, kendisini istemediği için öldüren, köyünde eşek sikip, şehirde köpek siken, kentinde kalan üç-beş ağaç kesilirken umrunda bile olmayan insanlarla birarada yaşıyoruz, yaşamaya mecbur bırakılıyoruz.

Bu insanlarla, bırak aynı ülke sınırlarında yaşamayı, aynı havayı soluduğum için bile kendimden utanıyorum. Bunu söylediğin zaman da, “Siktir git” diyorlar bana. Çünkü artık haklı olanın değil, sesi yüksek çıkanın borusunun öttüğü bir ülke haline geldik. Kanunların uygulanmadığı; kanunları yaptıkları katliamlara, hırsızlıklara uydurdukları bir ülke burası.

Bu ülkede yaşananlara sırtımızı çeviriyoruz, vicdanımızı rahatlatmak için de yalanlara sığınıyoruz. Oysa farkına bile varmadan, gün be gün ölüyoruz, insanlığımızdan eksiliyoruz.

7 çocuklu bir annenin cansız bedeni tavukçunun soğuk hava deposunda, 10 yaşındaki Meryem’in kurşunlanmış bedeni bir evin içindeki soğutucuda bekletiliyor.

Dünyanın en harikulade edebiyatçısına ya da muhteşem bir sinemacıya, “Yaşanabilecek en acı, en gaddar olayı tasvir et” desen, çocuğunu kaybeden bir ananın-babanın çocuğunun cesedini, evdeki dondurucuda bekletmek aklına gelmez. Böylesi bir kurguyu film olarak izlesen “Bu kadar da olmaz” dersin, romanda okusan ‘siktir’ çekersin.

Şu yaşananların annenin başına geldiğini, o dondurucu başında bekleyenin sen olduğunu sadece bir dakika düşün. Ne yaparsın cevap ver? Ne yaparsın lan, ne yaparsın?

Bunları söylediğin zaman PKK sempatizanı oluyorsun. Bir acının karşısına, başka bir acı dikip, “Şehit olan askerlerden neden konuşmuyorsun orospu çocuğu” diye, azar işitiyorsun.

Acı yarıştırıyoruz. Hayatının baharında, 20’li yaşlarında, belki hayatında hiç bir kızın elini tutmamış, bir kafede buluşmamış, gencecik bir çocuğun ölümüne sadece siz üzülüyorsunuz ya! Sizden başka kimse üzülemez, en çok siz üzülürsünüz çünkü.

Bir gün önce Kürt olduğu için işyerine saldırılan, ertesi gün ‘şehit’ olan Gökhan Çakır için üzüldün mü, kitabını siktiğimin pezevengi. Ağzını açtın mı lan, o çocuk için. 16 askerin ölümünden üç gün önce ölen bir asker için niye ağzını açmadın?

Sorun sayı mı? Hayatını kaybeden insanlar senin için sayıdan mı ibaret? Sayı mı lan onlar, insan ulan insan. Biri öldüğünde götünü yayıp taşak yaparken, 16’sı öldüğünde mi insanlığın tutuyor?

Bu devlet size binlerce yalan söyledi. Hâlâ aynı yalanlarla kendinizi kandırıyorsunuz. Hırsızlıklarını, yolsuzluklarını, katliamlarını gizlemek için devlet, millet, toprak, din, iman soytarılığına başvuruluyorlar. Ermenileri, Rumları, Alevileri katlederken de aynı yalanları söyledi, sokak ortasında gençleri öldürürken de aynı yalanlara başvurdular. O derede, daha kaç kez yıkanacaksınız?

Sen öldürülen Kürt’e üzülme zaten. Sanki varmış gibi göstermeye çalıştığınız vicdanlarınızı temizlemek için o yalanlara inanmaya devam edin. Senin için de şu yaşananlardan utanırım.

Yeter ki, benim neden üzüldüğümü sorgulama artık. Çünkü ben kimliğinden bağımsız olarak öldürülen asker için de üzülüyorum, sokakta ip atlaması, top oynaması gereken çocuğun öldürülmesine de üzülüyorum.

Sadece Filistin’de ölen çocuğa üzülmüyorum; Kenya’da, Mısır’da Norveç’te, Irak’ta, Türkiye’de öldürülen çocuğa da üzülüyorum. Öldürülen çocuğun Müslüman, Ateist, Hıristiyan ya da Yahudi olması umrumda bile değil. Ama yeterli ama yetersiz bir vicdanım varken, benim vicdanımı sorgulamaktan vazgeç.

Rahatsız oluyorsunuz vicdanlı insanların olmasından. Çünkü vicdansızlığınız koyu karanlık bir gecede, dolunay gibi parıldıyor. Haksızlığınızı, “Ben daha büyük acı yaşıyorum” diye bağır çağır seslendiriyorsunuz.

Sanıyorsunuz ve istiyorsunuz ki, siz bağırdıkça, susacağım; sesinizi yükselttikçe, bir köşeye sığınacağım.

Zalimliğinize de, insafsızlığınıza da, vicdansızlığınıza da karşı duracak insanlar olduğunu kafanıza vura vura göstereceğiz.

Hepinizin kendi seçimiydi Türk olmak. Doğarken götünüze takılmış çipten, size Türk, Kürt, Ermeni, Alman veya Fransız olma seçeğini verdiler de siz de Türk şıkkını seçtiniz sanki amına koyayım.

İster Kürt olsun, ister Alevi, ister Türk olsun, ister Yahudi, ister Arap olsun, ister Ermeni; insanlar yaşamalı, çocuklar yaşamalı.

Utanacaksınız, bu yaşananların hepsinden utanacağınız bir zaman gelecek. 

26 Mayıs 2015 Salı

Unutma beni

Her yola çıktığımda kendimi yalnız hissediyorum. Bu kez adaya gidiyorum, yüzlerce hatıra arasında kendine ait bir şeyler bulmaya. Kulaklarında sadece o ses yankılanıyordu, “Bitti Alp, bitti. N’olur anla, bitti, lanet olsun bitti.”

Vapura bindi, kimsenin olmadığı bir yer seçmek için, etrafı kesti. Sona doğru ilerliyor gibi hissetti kendisini. Oturdu, incecik bedeni ona taşıyamayacağı kadar ağır geldi, kafasını arkaya yasladı, gözlerini yumdu.

Aklına bir gece önce yaptığı telefon konuşması geldi, yaptığı her şey, beyninde dönüp duruyordu.

- Bitti mi?
- Bitti.

Alp telefonu kapattı. Evin içinde dönüp durmaya başladı. Sesli sesli "Ben nerede hata yaptım?" deyip duruyordu. Her zaman olduğu gibi sigara paketine uzandı eli. Bir sigara yaktı, koltuğa bıraktı kendisini. 6 yıl sonra ilk kez böylesine kararlı bir ses tonuyla "Bitti" demişti.

Ne yapacağını, nasıl davranacağını kestiremiyordu. Gerçi Alp hep böyleydi. Kendi dahil ne yapacağını kimse bilemezdi, tahmin edemezdi. Eli telefona uzanıyor ama içinden bir ses yapmaması gerektiğini söylüyordu.  Gözlerini kapattı, hafızasına gelen ilk görüntüyle rahatlamaya çalıştı. Oysa ilk gördüğü şey Zeynep'in Deniz'le adada oturup rakı içtiği an geldi.

Aşık olduğu kadını, Deniz'le paylaşıyordu 6 yıldır. Çok kez, bunu düşünmemeye çalışıyordu, aklına getirdiği zaman huzursuzluk kaplıyordu her yanını; elleri titriyor, içinde öfke patlamaları yaşıyordu.

Zeynep ve Deniz, Ada'da oturmuş rakı içiyorlardı. Zeynep bir şeyler anlatıyor, Deniz de gülümseyerek onu dinliyordu.

Zeynep konuştuğunda Deniz büyülenir gibi bakardı yüzüne. Heyecanlandığında, üzüldüğünde, kızdığında, mutlu olduğunda yüzünün aldığı her halini hafızasına kazırdı. Söyleyeceği bir şey olsa bile, kesmeden dinlerdi ki, yüzüne daha çok bakabilsin diye.

- Zaten seni dinliyorum hep biliyorsun. Bence de, ekran önünde değil, arkasında olmak daha güzel. Yavaş yavaş daha iyi haber yazmaya başladım. Televizyon da sürekli kullanmaya başladı haberleri...

Nefes bile almadan konuşuyordu, sigarayı elinde tutuşunu hep çok seksi bulmuştu. Parmakları arasına sıkıştırdığı sigara düştü düşecek gibiydi. Gözlerinin içine bakıyordu, çok mutluydu Zeynep, her halinden belliydi.
Hesabı ödeyip kalktılar, gecenin karanlığında kaldıkları otele gidiyorlardı. Odaya girer girmez sevişmeye başladılar. Deniz gözlerini açıyordu, Zeynep'e bakabilmek için. Dudaklarının aldığı kavis, afrodizyak etkisi yaratıyor gibiydi. Her gözlerini açtığında içindeki dürtü daha fazla ayaklanıyordu. Ne kadar sevişirse sevişsin yetmiyordu. Zeynep'in göğüslerini dudaklarının içine aldığında duyduğu şey sadece seksle anlatılabilir değildi. Zeynep'se her yanını öpüyordu Deniz'in. Dudaklarının ıslaklığı, Deniz'in vücuduna yayılıyordu ağır ağır.

Alp saatlerce süren bu sevişmeyi izledi. Deniz'in gırtlağını kesmemek için zor tutuyordu kendisini. Kendisini tek durduran şey, Zeynep'in mutluluğuydu. Zeynep'le birlikteyken hiç böyle mutlu görmemişti onu. Deniz, sanki Alp'in panzehiriydi. Onunla geçirdiği saatlerdeki mutsuzluğunu Deniz'in bir gülümsemesi sonlandırıyordu.

Uyuyana kadar karşılarına oturup baktı ikisine. Deniz'in de Zeynep'in de uyuduğundan emin olduktan sonra Zeynep'in yanı başına geldi, saçlarını okşadı usulca. Uyanmamaları için nefes bile almıyordu neredeyse. Artık onun zamanı gelmişti, dilediği gibi sevebilirdi Zeynep'i. Hem, mutsuz da etmiyordu böyle sevdiğinde. Hoş, Zeynep'in haberi olmuyordu, onu ne kadar sevdiğini bilemiyordu ama yine de istediği gibi sevebiliyordu.

Sabah güneşi perdeden ince ince sızarken, Alp gitmesi gerektiğini fark etti. Nefesleri birbirine çarpıyordu, Deniz'in yerinde olmak için veremeyeceği hiçbir şey yoktu. İki damla yaş süzüldü gözlerinden, kapıyı açtı ve çıkıp gitti.

Kahvaltıya indiler, Deniz düşünceliydi ancak Zeynep onun bu hallerine alışmıştı.

- Neyin var canım?
- Yok bir şeyim.

Zeynep böylesi durumlarda hep içini rahatlatmaya çalışırdı.

- Ne iyi yaptık da geldik.
- Ben de çok istiyordum zaten. Seni çok özlemişim, seni seviyorum.

Zeynep'in gözleri ışık ışık oldu, gülümsedi, Deniz'in elinden tuttu, "Ben de seni seviyorum canım" dedi. Deniz bir parça peynir, birkaç zeytin, biraz da bal yedi, Zeynep'in kahvaltısını bitirmesini bekledi. Dışarı çıkıp, sigara içmek istiyordu sadece.

Otelden ayrıldılar, yüksek tavanlı, eski bir binaydı. Sonradan restorasyon yapılmış olduğu çok belliydi. Gazete bayiine girip, birkaç gazete alıp, sahildeki kahvelerden birine oturdular. Deniz içinden "Keşke burada yaşayabilsek" diye geçirdi. Bir an için hayalini kurdu.

Adanın üst taraflarında, denizi gören bir evleri vardı, yarım çatı katı da vardı üstelik. Zeynep, çalışma odasında bilgisayar başındaydı. Gözlerini dikmiş, dikkatli dikkatli okuyordu. Deniz, 3.5 yaşındaki kızları Defne ile birlikte kahvaltı masasında oturuyordu. Defne'nin önünde neredeyse bütün vücudunu kaplayacak, üstünde minik fillerin olduğu bir örtü vardı. Suratını ekşiterek, gülümsüyordu babasına. Tıpkı annesine benziyordu, saçları onun gibi güzeldi. Gözlerini de Zeynep'ten almıştı, kocamandı. Ne renk olduğunu çözemediğin türden. Güneşte yeşil, gölgede bal rengi, karanlıkta kahverengi.

Alp'in seslenmesiyle kendisine geldi; "Yeter artık! Ben de Zeynep'le vakit geçirmek istiyorum. Bütün gece birlikteydiniz, birkaç saat de ben elini tutup yürümek istiyorum. Gözlerine bakıp 'seni seviyorum' demek istiyorum." Zeynep, gazetelere dalmıştı...

Deniz'i gönderen Alp, masaya oturduktan sonra eline bir gazete alıp Zeynep'i dikkatlice izlemeye başladı. Kafasını kaldırdı, göz göze geldiler, yüzündeki gülümseme, yerini donuk bir ifadeye bırakmıştı.

- İstersen bira içelim, midye filan yeriz, olur mu Zeynep?
- Tamam canım nasıl istersen.
- Ama bu kez yiyeceksin, daha önce geldiğimizde biraz yiyip, bırakmıştın.
- Biliyorsun, o gün hasta olduğumu. Yoksa çok severim. 
- Pekala, hadi kalkalım.

Gazeteleri, Alp'in sırt çantasına koyup, kalktılar. Alp ilkin elinden tuttu, avuçlarının içi sıcacıktı, tüm içini tarifsiz bir mutluluk kapladı. Ne vakittir el ele yürümemişlerdi, bir süre sustular. Sessizliği Zeynep bozdu. 

- Keşke buralarda otursak, ne güzel olurdu. İster miydin?
- Tabii ki isterdim, deli gibi isterdim hem de. 
- Evden çalışabileceğimiz işimiz de olsa.
- Dehşet olurdu.

Alp, 4 yıl önceye gitti. Onu adaya getirdiği ilk güne. Konuşamıyordu bile yanında, ne söyleyeceğini bilmiyordu. Zeynep seviyor diye o sıcakta gömlek bile giymişti üstüne, dayanamayıp çıkartmıştı. İstanbul'a dönüşte, Zeynep denize karşı gözlerini kapatmış, güneş gözlükleriyle otururken, dudaklarına yapışmamak için kendini zor tutmuştu. Hiçbir şeyi böylesine istememişti ama yapamamıştı.

Adayı biraz gezdikten sonra, kayalıkların hemen ardına düşen tahta masa ve sandalyeleri olan bir yere oturdular. Birer bira ve midye söylediler. "Zeynep'i Deniz'den kopartmak için harika bir fırsat" diye geçirdi içinden. Sinirlenmeyecekti, öfkelenmeyecekti, kalbini kırmayacaktı. Yani tıpkı Deniz gibi davranacaktı, hepsi bu.

- Bir gün daha kalalım mı?
- Yok canım gitmemiz gerek. Ama başka zaman yine geliriz olmaz mı?
- Peki.
Zeynep'in sevmediği kelimelerden biriydi 'peki'. Ne zaman böyle söylese, ters giden bir şeyler olduğunu düşünürdü. Vapur saati yaklaşıkça Alp gerginleşiyordu. Zeynep'le daha fazla vakit geçirmek istiyordu. Haksızlıktı bu, Deniz bütün gece sevişmişti, kendisiyse ancak gizli gizli sevebiliyordu, saçını okşayabiliyordu sadece. Kayaların üstündeki kedilere yiyecek verdi, kendisini rahatlatmaya çalışmak için. Olmuyordu, ne yaparsa yapsın rahatlayamıyordu. 

Uzun süren sessizliği Alp sonlandırdı, "Hadi kalkalım istersen" diyerek. Saatine baktı daha vapurun kalkmasına bir saatten fazla süre vardı. 

Zeynep'e bakarak, "Birer bira daha içelim mi?" dedi. Kocaman gözlerini açan Zeynep, "Tamam" diye yanıtladı.

İskeleye yakın, vapuru gören bir birahaneye oturdular. Alp ısrar ediyordu, adada bir gece daha kalmak için ama Zeynep gitmeleri gerektiğini söylüyordu.

- Bir gece daha kalsak ya.
- Kalamam. Canım, birkaç hafta sonra yine geliriz. Daha çok vaktimiz olur hem.
- Bak bugün cumartesi, yarın mis gibi kahvaltımızı da yaparız.
- Söz, en yakın zamanda yine geleceğiz.

Zeynep'in gözlerinden yaşlar akıyordu 'kalamam' derken, Alp fazlasıyla sinirlenmişti ama bir yandan kırmak da istemiyordu, ısrar etmenin anlamı yoktu. Mantıklı düşündüğünde Zeynep'e hak veriyordu ancak ona sarılmak, öpmek, sevişmek, sabahı onunla karşılamak, birlikte kahvaltı etmek istiyordu.

Bir saniye durdu ve ağzından iki kelime döküldü; "Ben boşanmadım."

Birasını yudumlayan Zeynep, o an donup kaldı. Birkaç saniye sadece bakabildi, bardağı masaya bıraktı, gözleri doldu. İnanmak istemiyordu, "Neee!"
Alp'in de gözleri dolmuştu, yeniden tekrarladı, "Boşanmadım."

Zeynep gözlerinde yaşlarla masadan fırladı, Alp de hemen arkasından. İkisi de ağlıyordu üstelik birbiriyle yarışırcasına. Zeynep tuvalete girdi, Alp kapıda bekliyordu. Zeynep çıkar çıkmaz Alp ellerini tuttu.

- Lütfen bu akşam kalalım
- Gidiyoruz Alp, çabuk. 
- Konuşalım Zeynep.
- Önce sakinleşmem lazım, gidiyoruz.

İskeleye yürüdüler, hiçbir şey söylemeden, ikisinin de gözleri buğuluydu, hangisine dokunsan koyverecekti. Demir parmaklıklardan denize bakıyorlardı.

- Neden Alp? Neden yalan söyledin, 'boşandım' diye.
- Seni kaybetmekten korktum.
- Evli olduğunu biliyordum zaten. O zaman gitmiş miydim?
- Gitmedim. 
- Özür dilerim Zeynep. 

Vapura bindiler, en arkaya geçtiler, yine ağlamaya başladılar. Zeynep çantasından bir kalem çıkarttı, mürekkebi; ellerine, bluzüne ve kot şortuna aktı.

Alp ağzını bile açamıyordu. Uzun zamandan beri içini paramparça eden, konuşurken kelimeleri ağzına yapıştıran, geceleri uykusunu kaçıran, nefes almasını güçleştiren bu gerçeği nasıl söylemişti, kendi bile inanmıyordu. Alp, denize doğru bakarken, Deniz geldi Zeynep'in yanına...

17 Şubat 2015 Salı

Bu nefret hepimizi yutacak


Ali İsmail Korkmaz davasında dört esnafın yargılandığı dava sırasında ülkenin başındaki şahıs esnaflara yönelik şu konuşmayı yapıyordu, "Bizde esnaf ve sanatkar demek, ticaret yapan, alan – satan sırf ekonomik faaliyette bulunan insan demek değildir. Bizim medeniyetimizde, milli ve medeniyet ruhumuzda esnaf ve sanatkar gerektiğinde askerdir, alperendir, gerektiğinde vatanını savunan şehittir, gazidir, kahramandır. Gerektiğinde asayişi tesis eden polistir, gerektiğinde adaleti sağlayan hakimdir hakemdir, gerektiğinde de şefkatli kardeştir. Selçuklu ve Osmanlı döneminde bakırcılar yaptıkları işe vurdukları çekice bile bir derin anlam yüklüyorlar. Tak tak diye ses çıkarken, bakırcının gönlünden dilinden Allah Allah diye zikir dökülüyor. Keçiciler yünü vücutlarına vurdukça Allah Allah diye hakkı zikrediyorlar. İşte böyle bir ruh var. Medeniyet var."

Bu gece gazeteci Nuh Köklü'nün arkadaşlarıyla kartopu oynarken, bir esnaf tarafından öldürüldüğü haberini aldık. Camına gelen bir kartopu yüzünden, bir basın emekçisi olan Nuh Köklü'nün de aralarında olan gruba önce sopayla saldırıyor, daha sonra eline bıçak alıyor ve savurmaya başlıyor. Yerde yatan bir arkadaşını korumak isteyen Nuh Köklü böyle hayatını kaybediyor.

Bir cam parçası yüzünden, koskoca bir can parçası ölüyor. Bir ana evladı yitip gidiyor, bir emekçi hayatını kaybediyor. Sadece ve sadece 3-5 kuruşluk bir can parçası yüzünden.

Öyle bir noktadayız ki, gülmek, kahkaha atmak yasak edepsizlik, eğlenmek toplumun yaşam biçimine ters. Somurtan suratlarla, iş-ev arasında hapse atılmış bir hayat biçimi sunuluyor bizlere.

Ne yapmak istersek yasak. Alkol almayacaksın, sigara içmeyeceksin, sevişmeyeceksin, tiyatroya gitmeyeceksin, öyle açık saçık giyinmeyeceksin, 'toplumu rahatsız edecek' hareketler yapmayacaksın, internette her siteye girmeyeceksin, öyle kafanın estiği yerde eylem yapmayacaksın, el ele tutuşmayacaksın, kızlı-erkekli aynı evde oturmayacaksın, kürtaj yaptırmayacaksın, onların istemediği haberlere ulaşamayacaksın, grev yapamayacaksın vs vs.

Her şeyin altına bir çizgi çekiliyor, neyi yapıp yapamayacağına karar verenler var. Milli irade soytarılığı adı altında, kendileri gibi düşünmeyen herkese bir yaşam biçimi dayatılıyor.

Oysa onların sınırsız özgürlük alanları var. Milyonlarca liralık saray yaptırma, hiçbir mahkeme kararına uymama, istediğine istediği cezayı verdirebilme, yalan haber yapma, dünyanın gözüne baka baka terör gruplarına silah yollama, ülkeyi dilediği gibi soyabilme, Meclis'te tokmakla-demir iskemlelerle kendileri gibi düşünmeyenleri dövme, sokakta gençleri öldürme, ölen bir gencin annesini yuhalatma, katillere 'kahraman' diyebilme gibi sonsuz özgürlük alanlarına sahipler.

Toplum kinle, nefretle örülüyor, istedikleri gibi konuşmayan, onlar gibi düşünmeyen insanlar, tarafsızlık yemini etmesine rağmen televizyon ekranlarında, miting meydanlarında en basit, en bayağı dille suçlanıyor, azarlanıyor, hatta hedef gösteriliyor.

Geldiğimiz nefret noktasında, kar topu oynayan bir can parçası, 3 kuruşluk cam parçası yüzünden öldürülüyor.

Oysa biz bazen lapa lapa kar yağarken kartopu oynamak istiyoruz ya da şakır şakır yağmur yağarken, kollarımızı açıp şarkı söylemek istiyoruz.

Biz bu dev cezeavinde gülmek istiyoruz, eğlenmek istiyoruz, yanımızdakinin omzuna dokunup şakalaşmak istiyoruz.

Her gün hangi lanet haberi alıp, onun için hayıflanacağız, vicdan kırıntılarımızda onun için boğulacağız diye düşünmekten yorulduk.

Ekmek almaya giderken öldürülen, dolmuşa binip evine dönerken katledilen, içindeki çocuğu öldürmemek için kartopu oynarken bıçaklanıp hayatını kaybeden insanların olduğu ülkede; yarın saklambaç oynarken bir çocuğun öldürülmeyeceğinin, garantisini artık kim verebilir?

Daha birini sindiremeden, bir başka kötü haber geliyor.

Üstü açık koskoca bir cezaevine çevrilmiş ülkede, günbegün nefrete bulanıyoruz. Senin gibi düşünmeyenlerle, onun gibi düşünmeyenler arasında seçim yapmak zorunda bırakılıyoruz.

Normal bir ülkede, gülümseyen, hayatı doya doya yaşayan insanlarla birarada yaşamak istiyorum. Zira bu nefret dalgası bir gün hepimizi yutacak.