30 Nisan 2010 Cuma

1 Mayıs'ta Taksim'de buluşmak üzere


Önce fotoğrafı söyleyeyim. 1 Mayıs 1954 Moskova kutlamalarından. 'Ne alaka?' diye sormasın kimse ama.

Yarın 1 Mayıs, emeğin ve emekçinin bayramı. Alanlar, meydanlar; açlığa, yokluğa, yoksulluğa, sefalete başkaldıran insanların olacak.

Ve tabii ki 'Taksim'. 12 Eylül şartlarının hazırlanmasının nirengi noktasıdır. Ne yazık ki, bugün hâlâ sorumlular bulunamadı, oysa ne kadar da göz önündeydiler. En azından panzerlere emir veren emniyet amirleri, panzerleri kullananlar, ateş açanlar.

Yarın Taksim'de yüzbinlerce insan sömürüsüz bir dünya talebiyle bir araya gelecek. 32 yıldan bu yana sürdürülen bu aptal inatlaşmanın son bulması her ne kadar sevindirici olsa da, talepler görüldüğü üzere yatarak kazanılmıyor.

Bu arada unutmadan, bir elektronik posta geldi. Galatasaray'ın bağımsız taraftar grubu 'Tekyumruk' da yarın 1 Mayıs için Taksim'de olacakmış. Sabah 09.00'da GS Store Önü'nde buluşulacakmış. İlgilenenlere duyurulur.

En çok "İş, ekmek, özgürlük" diye bağırmak istiyorum.

29 Nisan 2010 Perşembe

O köprünün ayakları var ya...


İstanbul'un hem ciğerlerine, hem kalbine özel "Boğaz Köprüsü" saplanacak.

Şimdiden karşı çıkacaklara söylenecekler belli. "Yenilikleri istemiyorlar, çevreciler, geri kafalılar, bunlar her şeye muhalefet" v.s. v.s.

Ciddi anlamda bir doğa katliamı yaşanacak. Çıldırıyorum böylesi durumlarda. Biz ne zaman, neye tepki vermeyi öğreneceğiz acaba. Dünyanın en güzel şehirlerinden birinin ebesini siktiniz, yetmedi bir de arkasına geçip becermeye çalışıyorsunuz.

Bu kadar adice, şerefsizce, ahlaksızca bir biçimde, şehir kültürü yok edilmez. Hangi pezevenkler bu projeden rant sağlayacak merak ediyorum.

Uzun uzadıya yazmayacağım çünkü yazdıkça küfür etme limitim yükselmeye başladı. Burayı okuyan biri, "Bu herif ne kadar küfürbaz" diye düşünüyordur. Böyle durumlarda gayet rahat ediyorum, bu da itiraf olsun.

O köprünün dört ayakları var ya. Yapan, yaptıran, projede imzası olan, projeyi destekleyen, özelleştirildikten sonra sahibi olan, o köprünün yapılmasını sağlayan mühendis ve mimarlar.

Hah işte o köprünün ayakları var ya. Anladınız siz, numara yapmayın. O köprünün ayakları size.... (Eh sonunu yazmadım. Ola ki, dava açılırsa mahkemede söylerim ne olduğunu)

O köprünün ayakları var ya...

28 Nisan 2010 Çarşamba

İkisine birer kapak lazım


Ne zaman oldu futbol konuşamadık. Yine çok konuşmayacağım. Ronaldo denen cins, "Barcelona'nın elenmesini istiyorum" demiş. Umuyorum, bu arkadaşa bir kapak gider akşam.

Jose Mourinho'yu Porto günlerinden bu yana sevmedim. Tavrı, konuşmaları, hareketleri dehşet derecede itici geliyor.

Bu iki lavuğa da birer kapak lazım. Şöyle maymuna döndüklerini görmek istiyorum. Zaten Galatasaray yüzümüzü güldürmedi, Livorno küme düştü, Arsenal virajda devrildi bari Barcelona yüzümü güldürsün.

Maç sonrası yorumu: Bu yıl futbol sezonu benim adıma hayal kırıklığı ile kapanmıştır. Ne yazasım, ne okuyasım var. Barcelona şampiyonluğu da kaptırırsa, yeni sezon başlayana dek futbolla bağlarımı kopartırım.

Bayern ve İnter; Şampiyonlar Ligi finaline bak. Kazanan haklı olmuyor benim gönlümde.

27 Nisan 2010 Salı

Hepiniz geberip gidin


"Bu çocuk oyunudur. 7-8 yaşında çocukların yaptıkları buna benzer bir şeylerdir. 10 kişiden 3'ü cezaevinde yattı. Geri kalan 7 çocuk, Çocuk Esirgeme Kurumu'nda koruma altına alındı. Adalete karışmayız. Adalet onları serbest bırakmıştır. Pervari küçük bir yer, hepimiz akrabayız. Olayı kapattık gitti kendi aramızda. O zaman gelseydiniz herşeyi açıklardık size. YİBO'larda tüm Türkiye'deki gibi olay olur. Bu herkesin başına gelebilecek bir durumdur. Şimdi çocuklar cezalarını çektiler. Herkes görevini dört dörtlük yaptı. Evet bu olay vahşi bir şekilde oldu. Ama burada Güneydoğu'da bir kız için böyle bir olay için yüzlerce insan ölüyor ve olmuştur. Biz bu olayı kan davasına dönüştürmedik. Kimse Pervari'nin huzuru bozmasın. Biz kendi aramızda kapattık diye kaymakamsız, savcısız ve emniyetten habersiz yapmadık. Onlarla beraber yaptık. Biz bunu kınıyoruz, bence bu bir vahşettir. Olayı kendi aramızda hallettik. Gelin Pervari'nin balının haberini yapın."

Bu sözler Siirt'in Pervari İlçesi'nin Demokrat Partili Belediye Başkanı İsmail Bilen isimli şahısa ait. İnsanların şekillerine bakarak yargı geliştirmem ama herif neandertel dönemden kalmış. Yanındakilere bak, hepsi Kurtlar Vadisi bozması.

Bu şahıs, bütün Türkiye'nin tüylerini diken diken eden bir olay hakkında bu açıklamayı yapıyor. Hiç rahatsız olmadan, yüzü kızarmadan çıkıp medya önüne konuşabiliyor.

Ben ne kadar soyu ve sopu varsa sövdüm bu şeref yoksununa. Böyle bir ülkede yaşıyoruz ki, bu tipte bir tek hücreli belediye başkanlığı yapıyor. Buna oy veriliyor, bu maaş alıyor o işten.

O kadar açık ve net bir biçimde, olayın üstü kapatılmaya çalışılıyor ki, her açıklama biraz daha belli ediyor olayları. Bu işi, o çocukların yapıp yapmadığı bile şu noktadan sonra tartışmalıdır.

Bu ülkede yaşadığım için, bu insanlarla aynı oksijeni kullandığım için kendimden tiksinir hale geldim.

Bu herife oy veren embesillere de, bu herifi belediye başkanı olarak o koltukta tutanların da ağzının tam ortasına sıçayım.

26 Nisan 2010 Pazartesi

Siirt meselesi üstüne


Doğrusu, haber elime ilk geldiğimde derin bir mide bulantısı yaşadım. Ki, kolay kolay böylesi durumlardan etkilenmem. Bir süre baktım, sonra yine baktım, okudum, yine okudum, tekrar okudum.

Acaba diyorum, ben mi yanlış algılıyorum yoksa bunlar yaşanmış mı? Örgütlü bir biçimde tecavüz ve cinayet var işin içinde. Üstüne üstlük bunları yapanlar 'çocuk'.

Nasıl bir vahşet anlayışıysa bu, tecavüz etmek için kendi yaşıtlarını 'esgeçip' bebek istiyorlar. Herkes sırayla tecavüz ediyor ve sonrasında boğarak, öldürüyorlar.

Bitmiyor iğrençlik. Öldürdükleri bebeğin 'erkek' olmasından şikâyet edip, 'kız' istiyorlar.

Şimdi, zurnanın zırt dediği yere geldik. Bütün bunlar ne zaman oluyor? Birkaç gün önce mi? Hayır. Peki birkaç hafta önce? Yine hayır. Birkaç ay önce? Yok değil. Tam bir sene önce oluyor, tüm bu iğrençlikler. Emniyet olayı çözüyor, zaten çözmek de zorunda bir ölü var ortada.

Bu olaya karışan kız ve erkeklerin ifadelerini okumak ciddi anlamda bir mide işi. Yazmayacağım bunu, yazmamak da lazım işin bu kısmını. Ama bu olayın en garip boyutu; tam tamına 1 yıl önce vuku bulmuş bir olayın medyada tek bir satır bile yer almaması. Şu an Siirt Valisi'nin tavrı, neden haber olmadığını gösterse de, Türkiye'de bir sansür uygulamasının olduğunun açık kanıtı. (Nimet Çubukçu ya da Başbakan'ı söylemiyorum bile. Onlara göre güllük gülistanlık, hiçbir kötü olayın yaşanmadığı bir ülkedeyiz. Tabii onlara öyle)

Bölgede, İHA, CHA, AA var. Olay biliniyor ama haber yapılmıyor. Neden? Ne suçu var, baklava çalan çocuğun? Ne suçu var açlıktan ölmemek için fırından ekmek çalan çocuğun, çarşaf çarşaf medyada gösteriliyor da; örgütlü bir biçimde cinayet ve tecavüz gerçekleştiren çocuklar korunuyor?

Vali Necati Şentürk diye biri var anlamsız açıklamalarla ortalarda dolanıyor. Siirt'in faziletinden, namuslu, dürüst insanlarından söz ediyor. Bu iktidar döneminde peydah olan 'Bunu neden haber yaptınız?' cümlesini de söyleyiveriyor.

Devlet memuru olduğu için küfredemiyorum ama içimden en güzel kelimeleri ve onları birleştirip cümle haline getirdiğim birtakım 'sevgi' ifadelerini savuruyorum, içi rahat olsun.

Bu ülkede pompalanan seks kültürü ciddi anlamda 'sapık' nesiller yetiştirmeye başladı. Bu sapıklığın içinde kendini bulma yaşı gitgide düşüyor. Siirt'te olan olay, aslında buzdağının görünen kısmı. Örnekte görüldüğü üzere saklanıyor, gizleniyor. Bölge muhabirleri ile konuştuktan sonra bu işin ne denli yaygın olduğunu daha iyi anlıyorsunuz.

Hep söylerim, yine söyleyeceğim. Bu ülkeyi yıllardan bu yana 'ahlâk bekçiliği ve din söylemli' partiler yönetti. Ama bu ülkenin ahlâkını da onlar bozdu. Bilerek, isteyerek, bilinçli bir biçimde.

Elbet medyanın bunda fazlasıyla payı vardır ve ciddi anlamda da yaptırımlar uygulanmalı ancak bu işin en büyük sorumluluğu siyasi iktidarlara aittir.

Haliyle, olaya salt seks gözülle bakmamak gerekir. Bu işi yapan 'çocuklar' ve daha birçok insandaki suç ve suçlu algısı Türkiye'de şekil değiştirmeye başladı.

İnsanlardaki algı 'Ne yaparsam yapayım, nasılsa çok fazla ceza almam' şeklinde. Bu yüzden, pek çok kişi kendisinde her şeyi yapabilme gücü görmeye başladı. Çünkü onun ya da onların gözündeki suçlular, toplumun 'saygın' bireyleri.

Uzun zamandan bu yana söylüyorum ama ciddi anlamda 'aşağılık bir toplum' olduk. Hiçbir değer yok artık.

'Namus, namus' diyerek töre cinayetleri işleyen bir bölgede, bolca tecavüz çıkması tesadüf değil.

Cinselliği atla, eşekle öğrenen bir toplum olduğumuz sürece daha bu tip haberlere çok rastlayacağız. Cinsellik okullarda öğretilmeli, porno kültürü ile değil

En meşhur 'et' fotoğrafı


Bilindiği üzere 'ithal et'e onay çıktı. Birkaç seneden bu yana sürekli bir biçimde şişirilen "Piyasa fiyatlarını üretici artırıyor" masalı sonrası geleceği belliydi. Hayvancılıkla geçinen herkese şimdiden geçmiş olsun. Kurban Bayramı'ndan Kurban Bayramı'na elinize üç-beş kuruş geçerse dua edin oy verdiğiniz boşbakanınıza.

Zaten her şey böyle yapılıyor. "Devlet kumaş mı üretir?" dendi, Sümerbank özelleştirildi. "Devlet bardak mı üretir?" dendi, Şişecam özelleştirildi. "Devlet fabrika mı işletir?" dendi, elde avuçta ne var ne yok satıldı. Şimdi "Devlet sağlık hizmetiyle mi uğraşır?" deniyor, yakındır bütün sağlık hizmetlerinin paralı ve özel olması. Sonra eğitim, ardından satacak bir şey kalmayınca artık arkalarında ne varsa onu satarlar.

Ulan çakacağım başka şeydi, döndük dolaştık yine siyasete.

Bugün itibariyle, artık ithal et girecek ülkeye. Bu haber haliyle önemli ve her yerde de görmüşsünüzdür. Öğlen şöyle bir bakındım, bütün haber portalları şu üstte görmüş olduğunuz fotoğrafı kullanmış. Aklınıza kim gelirse onu koyun bu listeye.

Bu meşhur et fotoğrafına ulaşmak için, 'Google'a et yaz' hemen ikinci sırada geliyor.

Ya arkadaş, insan işine hiç mi özen göstermez, hiç mi rahatsız olmaz sağa-sola baktığında aynı fotoğrafı gördüğünde, herkes mi iş yapmaktan kaçar? Benzer durumlarda benzer fotoğrafları görürsünüz.

Şimdi diyeceğim o ki; madem herkes aynı işi yapacak. Ne gerek var editöre, ne gerek var müdüre bilmem neye. Elin oğlu fotoğraf altı için, başlık için, spot için ayrı editör kullanır, bizimkiler gerizekâlı çalıştırıyor. Başlarındakiler de zaten adam değil, görmüyor, görse de bilmiyor.

Siz, siz olun et fotoğrafı kullanacağınızda bunu kullanın.

25 Nisan 2010 Pazar

Bünyamin-Aziz, Oğuz el ele hep beraber tribüne


Bünyamin Gezer, kendisine verilen görevi gayet başarılı bir biçimde yerine getirdi. Maçın berabere bitmesi için elinden geleni ardına koymadı.

Türkiye'de futbolda ciddi anlamda bir orta oyunu oynanmaya başlandı. Galatasaray, Bursaspor ve Beşiktaş da, bu orta oyununda figüran olarak rol alıyor. Esas 'oğlan'ın güzel kızı alması için her şey ayarlanmış, biz de izliyoruz sahneyi, acaba bu kez sonu farklı biter mi diye.

Hayal ediyorum; Bayern Münih, Manchester United, İnter ya da Real Madrid başkanının soyunma odasında hakem azarladığını; neler olup biteceğini az-çok tahmin ediyorum.

Bünyamin Gezer'in bu maça atandığı gün, maçın içine böyle sıçacağı ayan beyan belliydi ama hiç kimse sesini çıkarmadı. Her yönettiği Galatasaray maçı bir olay, bir vukuat. Bursaspor'un yenildiği son maçta yine bu arkadaş görev aldı. Sezonun en kritik virajlarında yönettiği bütün maçlar hep bir takım lehine bitti, her ne hikmetse. Herif devlet görevlisi o yüzden şöyle dolu dolu küfür de edemiyorum. Yarın öbür gün başımız belaya girecek diye.

Maç içinde Neill'ı atmasının ardından "5 dakikaya kalmadan Bursasporlu atacak" dedim, haliyle yanılmadım. Bütün bir maç boyunca verdiği kararları tekrar izleyin, nasıl adi bir biçimde ne şiş yansın ne kebap minvalinde bir maç yönettiğini anlarsınız.

Tabii tüm suçu Bünyamin'e yüklememek gerekir. Onun başındaki Oğuz Sarvan denilen haysiyetsize de değinmek gerekir. Güya lig bittiğinde görevini bıracakmış. Bırakır, ben de bırakırdım. Görevini huzur içinde yaptı.

Şu kadarını söyleyeyim, Galatasaray Kulübü, Bünyamin'e düdük astırtıp, Oğuz Sarvan'ın görevine son verdiremiyorsa, otursun aptallığına yansın.

Herifin Arda'ya özel bir hassasiyeti var. Sezonun daha başında Gaziantepspor maçında itip kalktı çocuğu, sonra Ordu maçında çocuğun dizini yardılar gözü önünde bana mısın demedi, bu maçta herkes konuştu fakat Arda konuştu diye sarı kart gösterdi.

Tempo açısından sezonun en iyi maçını izledim ama gelgelelim futbol yazamıyorum. Nesini yazacağım onu da bilmiyorum.

Son 10 haftada her şey Fenerbahçe'nin istediği gibi gitti. Hakemler, Federasyon kararları, rakip maçlarda yaşananlar. Kazanmaya giden yolu nasıl gideceklerse, o şekilde hareket edildi.

An itibariyle televizyon izlemiyorum ama insanların nasıl fevaran edeceğini tahmin ediyorum. Kimse kıçını yırtmasın boşuna, atı alan Üsküdar'ı geçti bile. Bundan sonrası artık Bursaspor için 'hayal' tadında geçecek. Her maç yeni bir umut tazelenecek ama her maç sonunda da o umut yok olacak.

Sezon başı verilen 3 şampiyonluk sözünün sonrasında kuzenime "Bu yıl lig boşuna oynanmasın, şampiyon olmak için ellerinden geleni yapacaklar ve başaracaklar da" demiştim. 3 şampiyonluğa gerek yok, biri gelse sözü söyleyen koltuğunu kurtarır. Bu yıl gelecek şampiyonluk diktatörlüğünün devamını sağlayacaktı çünkü.

Senelerce "Bu Külüpler Birliği nedir?" diye ağladı bütün Fenerbahçeli arkadaşlar, Aziz Yıldırım koltuğa oturunca kimsenin gıkı bile çıkmadı. Senelerce "Havuzdan ayrılırız" tehdidi savurdular, işler istedikleri gibi gittiğinde seslerini çıkarmadılar.

Ne Mahmut Özgener, ne Levent Kızıl ne de bir başka isim; Türk futbolunun başında Aziz Yıldırım vardır. İstediği her şeyi istediği gibi yaptırıyor. Bu yıl bunun resmi kanıtıdır.

Haaa, bu kadar saydırdık takıma gelelim. Hayatımda ilk kez bir Galatasaraylı futbolcu içinr "Siktir git" dedim. Caner bunu başardı, tebrik ediyorum. Oyundan çıktığı dakika olan 64'e kadar Dos Santos'a bir tane bile pas vermedi. Tek bir pas vermedi hem de. Benzer pozisyonlarda Arda soldan bindirme yapınca topu bekletmeden pası veriyordu ama Dos Santos'u en boş pozisyonlarında bile görmedi. Demek ki, suratına bir tane patlatıp, ağzını yarmak lazım ancak o zaman pas verebiliyor.

Elano için bir şey yazmayacağım, zoraki oynadığı her halinden belli oluyor. Kızamıyorum da, yabancı futbolculara. Ülkede aleni bir biçimde yabancı futbolcu faşistliği yapıldığı için adamların, maç dışında neler yaşadıklarını bilmiyoruz. Ama yok, bu yıl itibariyle ligin ilk yarısının sonları ve ikinci yarının birkaç maçı dışında kendisini göremedik.

Her şeyi bir kenara bırakırsak, Galatasaray için kayıp bir yıl daha oldu. Yine Şampiyonlar Ligi'ne gidilemedi, yine yapılan yatırımların karşılığı alınmadı.

Galatasaray'ın ciddi anlamda arınmaya ihtiyacı var. Takımın taraftarı, kendi kaptanına küfreder, takımın kaptanı antrenmanda arkadaşının ağzına çakar, takıma gelen yabancısı haftalardır arkasındaki adamdan pas alamaz, yöneticisi protesto tertip eder.

Galatasaray'ın transferden önce ciddi anlamda kendini sorgulaması lazım. Futbolcusu, taraftarı, teknik direktörü, yöneticisi, çaycısı, doktoru; her kimse o. Yoksa her yıl bu filmi izleriz.

Bursaspor üzülmesin, herkes biliyordu yedirmeyeceklerini. Fenerbahçe olmaz, Beşiktaş olurdu yiyen ya da Galatasaray.

23 Nisan 2010 Cuma

Yurttan 23 Nisan manzaraları









Kimdir ve özelliği nedir?


Fotoğraftaki bu ABD'li basketbolcuyu bakalım tanıyan çıkacak mı? Ama tanımak yetmiyor, bu arkadaşın bir de özelliği var (harbi kazık söyleyeyim). Bunu da bilmek gerek.

Akşam saat 20'ye kadar kalsın bu, bakalım neler çıkacak...

22 Nisan 2010 Perşembe

Çocuk olmak istiyorum


Daha önce böyle bir şey yapmıştım yılbaşı öncesi '2010'da daha iyi bir dünya istiyoruz'. Bakmayan, görmeyen varsa göz atsın.

Benim 23 Nisan hayalim; çocuk sömürüsünün olduğu, çocukların her türden pis işe karıştırıldığı, ezildiği, öldürüldüğü, kullanıldığı bir dünyada, elde bayrak sallamak değil.

Yine de, çocuk olmak istediğim gerçeğini değiştirmiyor tüm bunlar. Bütün gün sokakta top peşinde kan-ter içinde koşturmak fena olmazdı.

Yoruldum


An itibariyle bir şöyle orta halli bir semtte kuruyemişçim olsun istedim. Dükkân önünde leblebi kavurayım, komşu esnafla muhabbet ederek.

10-12 yaşları arası fırlamaya yakın bir çırağım olsun, arada çam fıstığı aşırsın, ben fark edeyim ama ses etmeyeyim.

Sabah dükkânı açarken, gözlerimden uyku aksın, "Bugün ne mal gelecek?" endişesi taşıyayım. Berbere tıraşa gideyim, şöyle kallavi bir futbol geyiği çevirelim ama berber Fenerbahçeli olsun, takışalım sürekli tatlı tatlı.

Öğlen oldu mu, o güne özel kendimi şımartayım, bol yanıklı fırın sütlaç da yiyeyim, kuru-pilav sonrası. Ardından bir sigara patlatayım, Niğde gazozuyla birlikte.

Akşama doğru, hareketlensin dükkân, başımı kaşıyacak vaktim olmasın ara ara. Kendi dükkânımdan badem aşırayım, çırağa da iki kocaman avuç vereyim. Mahallenin gençleriyle, mekânın önünde her türden geyiği çevirelim.

Akşam oldu mu, bir sessizlik olsun, öyle çok gelip-giden olmasın. Dükkânın arkasında, evden getirdiğin nevaleyi yiyeyim, sonrasında bir de elma yiyeyim, sulu sulu ısırarak.

Çırağa "Hadi sen erken çık" diyeyim, oradan iki kadeh rakı içmeye gideyim. Öyle tek başıma demlenip, sadece haydari, pilaki ve kavunla rakının gönlünü alayım.

Mekânda bir köşede, Şampiyonlar Ligi maçını izleyeyim, arada kızıp küfür edeyim. Vakitlice eve gidip, ayaklarımı uzatayım, kaldığım yerde uyuyayım.

Yoruldum be, harbiden yoruldum. Niye bu kadar yoruldum onu da bilmiyorum. Lan, hayal kurmak, ne güzel şey.

Şşşt o nasıl gol sevinci # 7


Valla yeni gördüm, 'oha' diyorum, başka da bir yorum yapmıyorum

Taksim hazırlığı


33 yıl aradan sonra Taksim'de kutlanacak 1 Mayıs için, polis şimdiden hazırlıklara başlamış.

Önce hemen belirteyim, birkaç seneden bu yana 1 Mayıs'ın isminin "Emek ve Dayanışma Günü" diye, son derece kıçtan çıkmış, yumuşatma, şeklini ve şemalini değiştirme çabaları ciddi anlamda aptalca. Bütün dünyada kutlanan, evrensel bir günün Türkiye'ye 'özel' bir biçimde, yapısının ve anlamının değiştirilmeye çalışılması, eylemlilikten kopmuş insanlardan bile korkulduğunu gösteriyor.

Neyse, konunun özüne döneyim ben. Taksim'de bu yıl 20 bin polis görev yapacak ve hazırlıklara çoktan başlamışlar. Kelepçeleme, gözaltı, çembere alma gibi eğitimlerden geçiyormuş, polisler.

20 bin polis rakamı, 1 Mayıs'ın şimdiden çok sayıda katılımlı olduğunu gösteriyor. Dünyada 20 bin kişilik ordusu olmayan onlarca ülke varken, bu kadar polisin bir alan ve o alan etrafında konuşlanması 'savaş' görüntülerinin yaşanmasını olası kılıyor.

Sanki, daha şimdiden "Madem Taksim kazanımını elde ettiniz, o zaman size zehir ederiz" anlayışı güdülüyor gibi.

Bırakın insanlar, doğru düzgün bir biçimde taleplerini dile getirsin, bırakın her köşe başında polis görmek zorunda kalmayalım.

Bu korku, bu telaş neden? Kendi halkına bu kadar düşman olmak, bu denli nefret etmek, böylesine eğitilmek....

Oradayız, dilerse 200 bin polis gelsin...

21 Nisan 2010 Çarşamba

Yer miyiz, yemez miyiz?


100 bin memur alınacak.
7 yıldan bu yana kamuda boşta bulunan 38 bin engelli kadrosu ise bu yıl doldurulacak.
Bedelli askerlik için gereken umut aşılansın. Çıkmasa da (ki, çıkmayacak), bol keseden salla.
TOKİ'nin elinde kalan, hacizli evler dağıtılacak.
Bankalarla iletişim kurup, kredi kartı ve kredi borçluları için kolaylık sağlanacak.

Vay anam vay, mis valla. 7 yıldır "Biz böyle değiliz, biz şöyle değiliz" minvalinden atıp tuttuktan sonra '2 anahtar' noktasına gelinsin.

Ne zaman geliniyor bu noktaya? Tam referandum ve başkanlık sistemi tartışmalarının çıktığı zaman. Dur bakalım, daha ne vaatler göreceğiz, bulgur-makarna-kömür-çamaşır makinesi dörtgeninden hangi geometrik çoklamaya yol alacağız.

Komik lan bunlar, harbiden komikler. Haa, bana komik geliyor millet yer mi? Yer valla, örneklerini gördük daha önce.

Bu arada Anadolu Ajansı'nı da takdir etmek gerekir. Çağırılmışlar, pıt diye gitmişler. Nasıl da çalışan bir başbakanımız var. Vay aslanım benim, analar ne yiğitler doğuruyor!

Oğuz Sarvan çocuğu Bünyamin


Türkiye'de bu adamdan başka hakem yok mudur? Yunus Yıldırım, Bünyamin Gezer ve Bülent Yıldırım'dan başka hakem mi yok?

Ali Sami Yen'de Bursa'yı bir güzel doğrar bu polis. Cüneyt Çakır da, Kasımpaşa-Fenerbahçe maçında görev alıyor. İki kulübün istemediği iki hakemle, Federasyon ve Hakem Kurulu bir taşla iki kuş vuracak aklı sıra.

İğreçlik diz boyu hale gelmeye başladı. Herifin biri sahanın ortasına kuyu kazıyor, kimseden ses seda yok. Kulübü haliyle her yaptığı bokun üstünü örttüğü gibi sahip çıkarak bu olayın da üstünü örtüyor.

O değil de, üç-beş hafta boyunca Keita'ya söylemediğini bırakmayan; ahlaktan, etikten söz eden cengaver Fenerbahçeliler nerede onu merak ediyorum. Kaldı şunun şurasında birkaç hafta değil mi? O zamana kadar ses-seda yok. Ya da en fazla "Yapmaması lazımdı ama Torres de yapmış baksana" türünden gerizekâlıca teraneler.

Medyasından, federasyonuna, hakeminden, rakibine kadar her tarafınızdan pislik akıyor. Paçalarınızdan süzüm süzüm süzülüyor iğrençlikleriniz.

Eyvallah, futbolun temiz olmadığını hepimiz biliyoruz da, bitime birkaç hafta kala Hüseyin Göçekler, Bünyaminler, Bülent Yıldırımlarla yürütülen kirli tezgâhla iyiden iyiye daha bir rezilleşiyor.

Oğuz Sarvan bu yıl görevini layıkıyla yapmıştır, beraberinde Hüseyin Göçek, Cüneyt Çakır, Bünyamin ve Bülent Yıldırım'la birlikte.

Ama aptal olan biziz. Fenerbahçe maçında son dakikada Dos Santos'a yapılan penaltıyı konuşmadık bile. Oynanan rezil futbola dem vurduk. Al sana beleşten 2 puan oradan. Pazar günü de Lugano'nun penaltısı ve Bilica'nın atılmamasından alınan 2 puanı ekle. Oldu mu sana 4 puan. Al bak, şimdi puan tablosuna, kim hangi durumda, kaçıncı sırada.

Oğuz Sarvan'ın hakemliği neydi ki, Türkiye'de hakemlerin başında görev yapacak.

Senelerdir aynı teraneyi izliyoruz. Fenerbahçe dışında kim şampiyon olursa o şampiyonluk kirlidir ama paşalar şampiyon olunca zerre toz bulutu yoktur üstünde. Niye? Konuşulmaz, saklanır, gizlenir. Haftalarda Keita muhabbeti yaparlar, yok numaradan kendini atıyor, yok darbe o kadar da ağır değilmiş diye kendi yaptıkları ve sağlanan avantajlar üstüne de konuşulmaz. Bahane hazırdır, "Hakeme takılmamak lazım, rakip de kazanacak futbol oynamadı."

Aşağılıksınız, iğrençsiniz, yavşaksınız hem de alayınız. Onun, bunun altına yatmayı iyi bildiğiniz için herkesin aynı şeyi yapmasını beklersiniz. Evet, Antu'daki o gerzek açılıştan söz ediyorum.

Yavşaklık kimliğiniz, piçlik benliğiniz haline gelmiş.

20 Nisan 2010 Salı

Öfke hitabet sanatıysa, şiddet ifade biçimidir


Diyarbakır'da uzun süreden bu yana işsiz olması nedeniyle psikolojik tedavi gören 30 yaşındaki Hüsamettin Onat, babası 56 yaşındaki Hikmet Onat ile kardeşi 26 yaşındaki Zülküf Onat’ı tabancayla vurarak öldürdü.

Konya'da bir fabrikada bekçi olarak çalışan 42 yaşındaki Ramazan Çam, kendisini ‘işten çıkartırım’ diyerek uyaran patronu 61 yaşındaki Ali İhsan Yekebaş’ı bıçakladı.

Bursa'nın İznik İlçesi’nde 55 yaşındaki Osman Dikici, ödeyemediği yaklaşık 20 bin liralık kredi kartı borcu yüzünden bunalıma girerek yaşamına son verdi.

Afyon'da evinin bodrumunda kendisini asarak yaşamına son veren DSP Dinar İlçe Başkanı Mücahit Karagöz'ün eşi Emine Karagöz, oto galericiliği yapan eşinin gurur meselesi yüzünden intihar ettiğini öne sürdü.

"Öfke bir hitabet biçimiyse, şiddet bir ifade biçimidir." Günümüz Türkiye'sinin yeni sloganı olmalı.

Bakalım, nerede son bulacak, nereye kadar böyle gidecek. Bugün yumruk, yarın silah, diğer gün ayaklanma, yağmalamaya kadar gider bu iş.

İnsanlar aç, insanların uçan kuşa borcu var, insanlar çaresizliğin sınırını çoktan aştılar.

Tartıştığımız şeylerse diktatoryaya geçelim mi geçmeyelim mi noktasında. Tayyip Ağa, başbakanlıktan sıkıldı ülkenin tek sahibi olmak istiyor, başkanlık sistemiyle. Yetmiyor, yetmiyor, yetmiyor. Bu halkın gırtlağından geçmesi gereken lokmalar, toplu halde büyük lokma halinde birilerinin gırtlağından ve zengin mutfağından geçiyor.

Varacağı son noktayı dehşetle merak ediyorum.

Darius, Rancik, Neill ve Arda...


Aferin Arda, bu hızla devam et. Bu hızla gideceğin yolculuğun rotası önce Avrupa olur o da ne kadar iyi bir takım olur tartışılır, sonra Türkiye'de çubuklu formayı giyersin. Şanslıysan iki sezon oynarsın.

Sonra Eskişehirspor, Antalyaspor gibi bir takıma gidersin, sezonda bir ya da iki maç çıkartırsan hakkında "Arda dönüyor mu?" diye haberler çıkar. Sen o haberlerin ardından Galatasaray'ı vefasızlıkla suçlarsın.

Sonra Bank Asya'da şampiyonluğa oynamak isteyen, takımı eski yıldızlar ve Süper Lig artıklarıyla dolduran bir ekipte forma giyersin. Sezon ortasında havlu atınca, sen de, futbol yaşantına 28-29 yaşlarında veda edersin. Şanslıysan, bir televizyon ya da gazetede (muhtemelen Fanatik, Fotomaç olur) köşe yazmaya başlarsın.

Bu hızla gideceğin rota budur. Bak ne diyeceğim; çıkıp Galatasaraylılık ruhundan, Galatasaraylılığından dem vuruyorsun ya. Hah işte; Darius Washington ya da Radoslav Rancik kadar Galatasaraylı olsan yeter.

Daha iki ay önce takıma katılan Lucas Neill kadar Galatasaraylı olsan baştacı olursun.

"Nedir bu adamların ortak özelliği?", işlerine olan saygıları, yaptıkları işi ciddiye almaları. Kimse, senden taraftar olmanı beklemiyor. İşini yapmanı, işine saygı göstermeni bekliyor.

Unutmadan, Galatasaray kaptanı olduysan, sokak kabadayısı gibi efelenmezsin, parmak sallamazsın kimseye. Ağırlığını başka biçimlerde gösterirsin, kanıtlarsın.

Kendi adıma şampiyonluk beklemiyorum, bu yıl ya da daha sonraki yıllarda. Adam olmanızı, işini yapan bireyler olmanızı bekliyorum. En azından kendi adıma. Başkaları nasıl düşünür bilmem.

İçimin yağları eridi


Ali Elverdi yemek yerken geberip gitmiş. Üstüne yazı filan yazmayacağım, değmez.

Bakan Taner Yıldız'a kroşeyi indirmişler.

Valla senin bakan olduğun ülkenin Başbakanı, her önüne geleni azarlarsa, siyaset diye bir sinir ve psikolojik savaş yürütürse, halk da çıkıp böyle tepkiler vermeye başlar.

Alışık olmaları lazım, bunlerin bulunduğu Meclis'te bolca yumruklaşma yaşanıyor, halktan biri vurunca niye yadırgıyoruz ki? Ya da milletvekili yumruklar, yurttaş yumruk atamaz mı?

Daha bunlar iyi günler, belirteyim. Sokakta tansiyon yükseliyor fazlasıyla.

İnsanlar, aç, umutsuz, çaresiz, yoksul.... Bu insanların sadece bir yumrukla yetinmesine oturup dua edin siz.

Unutmadan geçmeyeyim, Keita'nın da eline sağlık. Geç oldu ama hakkını vermek lazım. Ellerin dert görmesin Kara Kırbacım.

Edit: An itibariyle Arda, antrenmanda kendisine "Adam mısın sen?" diyen Caner'in dudağını patlatmış.

Arda gidecek kendine yol arıyor, Caner'i geldiğinden beri sevmedim, suratında meymenet yok. Benim üç harfle andığım tiplerden biridir. İkisini de, seneye takımda görmezsem hiç mi hiç üzülmem, hatta çok sevinirim.

Ulan hakikaten adam değilsiniz alayınız. Cebinizde sinemaya gidecek para yokken sinema kapatırsınız, dolmuşa verecek paranız yokken 5 tane araba alırsanız böyle bir anda dağılırsınız.

18 Nisan 2010 Pazar

Sizi gidi Makyevel çocukları


Çok şey gördüm 25 yıldan bu yana futbol sahalarında ama bu denli rezil bir şeye tanık olmamıştım, bu gözler bunu da gördü.

Bütün sezon "Hakem, hakem" diye ağlayanlar, birkaç haftadan bu yana neden bülbülün dut yemiş haline bürünmüşlerdir merak konusu.

Şimdi bu pozisyonun, Kadıköy'de değil de, Ali Sami Yen'de olduğunu düşünelim, yapanı da Bilica değil de, Emre Güngör olarak hayal edelim. Ettiniz mi? İyi.

Kimbilir nasıl kıç yırtarcasına feryat figan edecek kitleler, nasıl kendini paralayarak televizyonlarda suratları maymun götü kırmızısı almış bir biçimde konuşacaklar.

Şimdi ne oluyor? Tabii ki, hiçbir şey.

Şampiyonluk gider, kupa gider, o gider, bu gider v.s. Hiçbiri önemli değil. Önemli olan kazanmak için her yolu mübah sayan zihniyettir. Sorsan kendilerine, bu olayı anımsamayacaklar bile, Lugano'nun elini anımsamayacaklar bile. Hafızalarından silecekler, her kötü anıyı alt belleğe attıkları gibi.

Kim şampiyon olursa uğurlar ola ama böyle şampiyon olmayı içine sindirecek zihniyetteki insanlar olsa olsa Makyevel çocuğu olur. Ne demek istediğimi de anlayan anladı.

Bilica'ya da önerim, herhangi bir belediyede yol çalışma ekibinde hayatını sürdürmesi. Bu yetenekte, bu zihniyette, bu aşağılık tavırlarda biri futbol oynamasın.

İçine sindiren varsa, sözüm yok. eyvallah!

17 Nisan 2010 Cumartesi

Açılımınıza da, anayasanıza da...


Maç yazısı filan yazmayacağım bugün. İçimden gelmiyor, umrumda da değil doğrusu. Bir fotoğrafa bakıp, saatlerce ağlamak garip bir duygu ama insanız hepimiz.

26 yaşında gencecik bir adamın fotoğrafı. Altına ne yazsam, ne söylesem anlamsız düşecek. İşsizliğin verdiği bunalımın sonucu.

Her gün onlarca insan intihar ediyor, bu ülke topraklarında. Kılımızı bile kıpırdatmıyoruz, umrumuzda bile değil.

Şu fotoğrafta anlatılanları, yüzbinlerce kelimeyle anlatamazsınız insanlara. İşsizlik, bu ülkede devasa bir sorun haline geldi. 'Yüzde 15' belki rakam olarak çok fazla bir şey ifade etmiyor ama bu fotoğraf çok şey ifade ediyor.

'Teğet geçen kriz', bazılarımızı delik deşik ediyor. Tıpkı bu genç adamda olduğu gibi.

Sokarım anayasanıza, sokarım sizin açılımlarınıza. Kim geri getirecek, kaybolan umutları, kim insanların yaşama sevincini geri getirecek?

Bu ülkedeki siyasetçiler, ne yazık ki, aşağılık insanlardan oluşuyor. İsim, parti gözetmeden söylüyorum.

Yeter artık, birisi şu ölümleri durdursun, yeter. Çok şey yazmak istiyorum fakat engelliyorum kendimi. Lanet olsun....

16 Nisan 2010 Cuma

At izi ve it izinin karıştığı iki haber

Nokta, virgül bile değiştirmeyeceğim. Aynı insanın ağzından çıktığı söylenen röportajın, 10 ay arayla hemen hemen aynı ifadelerle ama birbiriyle tam zıt biçimde verilmesini göreceğiz. Haberlerden sonra yorumumu okursunuz.

15 Nisan 2010 Vatan Gazetesi-Gökmen Özdemir imzasınde Lucescu'nun söyledikleri:

"Bir futbolcu Brezilya Milli Takımı’na gidiyor diye ’yıldız’ olamaz. Elano sert liglerin futbolcusu değil. Ne sert bir karakteri var ne de sert futbola uyum sağlayabilir.

Sahada sorumluluk almaz. Hocasına sorun çıkartan bir karakter. Keşke Galatasaray onu alırken, ona bu kadar büyük yatırım yaparken beni arayıp, sorsaydı..

Ben bir dost olarak onlara gerekeni söylerdim. Böyle büyük para harcarken iyi araştırmak lazım. G.Saray için 7.5 milyon Euro bonservis, yılda 3.5 milyon Euro’dan 4 yıllık sözleşme ekonomik olarak ağır bir yatırım. Bunun karşılığını almaları gerekir.

Brezilya Milli Takımı’na onun nasıl seçildiğini biliyorum. Dunga ile ortak bir noktası var. Benim takımımda Fernandinho oynuyor. O çok iyi ama seçilemiyor. Zamanında Matuzalem vardı.

En iyisi oydu. O da seçilemedi. Elano’nun Brezilya Milli Takımı’na gidiş nedeni özel.. Keşke G.Saray onu alırken iyi araştırsaydı."


TARİH 31 TEMMUZ 2009 SABAH GAZETESİ HABERİ

"Elano transferini duyunca bütün gün telefonumu kapattım. Başıma geleceği biliyordum.

Türkiye'den sayısız gazeteci arayacaktı. Bana ulaşan ilk gazetecisin" yanıtını verip Elano'yu anlatmaya başladı: "Çok zeki bir oyuncu. İnanılmaz yeteneklidir. Hem zeki hem de yetenekli bir futbolcu bulmak zordur. Ve Elano tam böyle bir oyuncudur.

Sahada sorumluluk alır; lider özelliğini ortaya koyar. Rakip kaleye gitmenizi kolaylaştırır. Maç tıkanmış, forvette sıkıntı yaşanıyorsa, bu alana daha fazla destek olur.

Uzaktan isabetli şutlarıyla bize çok maç kazandırdı. Duran toplarda da ustadır. Korner ve frikikte Shakhtar'a ondan daha iyisi gelmedi.

Sonuç itibariyle Galatasaray gerçekten çok çok iyi bir transfer yaptı. Bence son yıllarda yaptıkları en iyi transfer"


Yorum: Elano'nun Galatasaray'da beklentilerin yanına bile yaklaşmayacak bir performans sergilediği bir gerçektir. Belki beklenti yüksekti, belki de alışamadı. Bilmiyorum, sorguladığım şey bu değil zaten.

Gökmen Özdemir, bir Galatasaray forumundan çıkıp, köşe yazarlığına geldiği günden bu yana pek çok yalan habere imza atmıştır. Yaptığı son haber aleni olarak yalan ve yönlendirmelerle doludur. Hatta oturup masa başında Sabah gazetesinin haberini okuyup, yazmıştır.

Şimdi yazacağımı gayet net yazıyorum. Kendisi köşe maç yazılarında; pek çok kez ilk yarı sonlarında forumlardan okuduklarının bazılarını copy-paste yaparak, bazılarını da harmanlayarak yazmaktadır. Üstelik sadece taraftar forumlarından değil, bazı blog yazarlarının yazılarından da faydalanmaktadır.

Son zamanlarda imzalı haberleri ile kime hizmet etmekte bilmiyorum. Galatasaray taraftarını, birtakım isimlere karşı galeyana getirmek için elinden geleni ardına koymuyor. Fakat bilmesi gereken şey şu; birilerinin kendisi ile işi bittiği zaman, tıpkı karpuz çekirdeğini tükürür gibi tükürüleceğidir.

Ve tabii ki spor basını (herkes değil). İşte bu yüzden ahlaksızdır, işte bu yüzden yalancıdır, işte bu yüzden itibar edilmez. Bir mesleğin yüz karası olmak için bu denli uğraşmaya gerek yok. Çıkıp yekten "Biz şerefsiziz" demeleri yeterlidir.

Filler ve çimen


İnsan bazen her gün geçtiği yollarda farklı farklı şeyler görebiliyor, gördüklerine başka anlamlar yükleyebiliyor.

Dün, akşam saatlerinde her zamanki rotamla eve doğru giderken, bazı evler dikkatimi çekti. Her ne kadar 3-4-5 katlı olsalar da, üzerlerinde sıva dışında herhangi bir işlem görmemiş ancak perdelerinden anlaşılacağı gibi içlerine insanların yerleştiği bu evler sanki birer av hayvanı gibi izlenmiş.

Boyası bile olmayan bu apartmanlarda çok ferah yaşamların sürmediğini anlamamak için bir nevi embesil olmak gerekir.

Kafamı kaldırıp, apartmanların tepelerine baktığımda; bu özenle seçilmiş boyasız apartmanların üstünde koca koca baz istasyonlarını fark ettim. Aslında daha önce de görmemiş değildim fakat bu denli 'özenle' seçilmiş olduklarını ilk kez fark ettim.

İçimden kapasitem dahilinde küfür savurdum. Üzerlerinde baz istasyonu olan bu apartmanlar sanki Nazi Almanyası'ndaki Yahudi evlerini hatırlatıyor. Üstlerindeki o garip antenvari yapılar, onların fakirlik belgeleri.

Ellerine geçen, her kuruşun bile değerli olduğu bu insanlara, nasıl hayvan muamelesi yapıldığı ve yaşamlarına nasıl bir bedel biçildiği insana ızdıraptan fazlasını veriyor.

Sonra 'illegal' olduğu her halinden belli olan 1 Mayıs afişi gördüm. Üstünde Mahir Çayan ve Dursun Karataş'ın fotoğraflarının olduğu ve "Mahir'den Dayı'ya mücadele" yazan afişin, bu evlerden birine asıldığını gördüm.

Fakir edebiyatı ya da ajitasyon peşinde değilim, bunun senelerce kimseye bir faydası olmadığını hep birlikte gördük. Ancak fakirlik bu ülkede milyonlarca kişinin üstünde demirden bir palto.

Yaşananlar paradoks gibi hakikaten. Şimdi bu üç-beş kuruş için hayatlarını hiçe sayan insanların, yani biliçli bir biçimde eğitilmemiş, eğitimden uzak tutulmuş bu insanlara "Anayasa'yı değiştirelim mi?" diye sorulacak.

Bak şimdi, nereden nereye geldim. Kendi hayatı konusunda bile yanlış kararlar veren bu insanlara bu ülkenin geleceğiyle ilgili bir soruyu niye soruyoruz? Üstelik benim geleceğim konusunda da karar verecek.

Vicdanım başka bir şey söylerken, beynim başka bir şey söylüyor. Her ikisi de, birbirini suçluyor, düşündükleri ve söyledikleri için.

Herkes 12 Eylül Anayasası'ndan yaka silktiğini söylüyor ama 12 Eylül ürünü Kutlu Doğum Haftası'nda konuşma yapmak için sırada bekliyor, 12 Eylül'ün tüm nimetlerinden yararlanıyor.

Dün YÖK konusunda her gün ağlayanlar, bugün YÖK'ü kendi istedikleri gibi kullanıyorlar ve kaldırmak konusunda adım bile atmıyorlar. Bugün hakimlerden, yargıçlardan yaka silkenler, yarın kendi hakim ve yargıçları işbaşı yaptığında "Benim hakimim, benim yargıcım" diyecek.

Tüm sorun, gücü kimin, ne şekilde kullanacağı kavgasında düğümleniyor. Türbanla okula giremediği için kendilerini zincirleyenler, bugün yine okullara giremezken, sanki hiçbir şey yokmuş gibi davranıyorlar. Aradan geçen süreçte ne değişti? Tabii ki, hiçbir şey değişmedi.

Filler ve çimen hikâyesi yaşadıklarımızın hepsi. Birileri üstlerde tepişirken, zeminde kalanlar çaresizce yukarı bakıp, aptalca bir biçimde saf seçip, kendi ezilmelerini izliyor. Bir diğeri ezilirken, sadistçe zevk alıp gülümsüyor. Kendi safındaki eziliğinde "mazlum" edebiyatının inceliklerini ortaya döküveriyor.

Yaşadıklarımızın sonucu bizi nereye götürecek, büyük bir bilinmez fakat içimdeki ses pek ümitvar değil.

15 Nisan 2010 Perşembe

Ağız ishali yaşıyor


Kurt, puslu havayı sever misali ortaya çıkıyor ve ağzına geleni söylüyor. Baksan, sevgi adamı. Her cümlesinde mesaj verme telaşı yaşıyor.

Bıkkıntı getirdi artık, ciddi anlamda tiksiniyorum bu herif ve vermeye çalıştığı mesajlardan.

İstediğini almak için başbakan kapılarını aşındırmaktan üşenmeyen, takım sırlarını basına açıklayan, her şeyini borçlu olduğu kulübü seviyormuş gibi davranan ama aslında yemek yediği kapa pisleyen iğrenç bir herif.

Bırakmıyorlar Galatasaray'ın yakasını, pis bir kene gibi yapıştılar ve kan emiyorlar.

El birliğiyle o aldığınız UEFA Kupası'na bile lanet okutturdunuz, leşçiler...

14 Nisan 2010 Çarşamba

Arda gitsin mi kalsın mı? Yoksa Arda kendini mi eğitsin?


Arda'yı sezon başında yerden yere vuranlar, bugün Arda'nın ne denli iyi futbolcu olduğunu, nasıl bir efsane olma yolunda ilerlediğini yazıp-çizer hale gelmiş.

Arda'nın pazar günkü Diyarbakırspor maçında yaşanan rezillikte protesto sarmalı içine alınması ardından, ağız değiştiren onlarca yazar, bir dolu gazete haberi görmek beni şaşırtmadı doğrusu.

Sezon başında buna değinmiş ve "Arda'dan Cristiano Ronaldo yaratma çabasında olan medyadan" söz etmiştim.

Ben kendimi bildim bileli, şu an yaşadığımız ve gördüğümüz senaryoyu izliyorum. Öyle çok uzaklara gitmeye gerek yok sadece Emre Belözoğlu örneğine bakmamız yeterli olur. Galatasaray'da forma giyerken, son derece "çirkin, agresif, itici" (daha ağırları var bilen zaten biliyor) olan adam Fenerbahçe'de forma giydikten sonra "Hırsından ötürü böyle sinirli. Zaten futbolcu hırslı olmalı"ya dönüştü.

Filipescu için söylenenler dün gibi aklımda. Ne kasaplığı, ne iğrençliği, ne futbolcu düşmanlığını bırakmamışlardı. Bugün Lugano için söylenenlere bakıyorum, İkisi arasında fark var mı diye düşünüyorum.

Diyarbakırspor maçında yaşanan protesto rezaleti, aslında birileri için tam da bulunmaz Hint kumaşı niteliğindeydi. O akşam sonrası düğmeye basıldı. Şimdi oluşan görüntüde, Arda'ya sahip çıkanlar, abilik yapanlar Fenerbahçeli büyükleri ama O'nu futboldan soğutan, üzenler ise Galatasaraylı.

Arda'nın futbolculuğunun artıları-eksileri tartışılır. Kimi beğenir, kimi beğenmez, kimi yerlere göklere koyamaz, kimisi de yerin dibine sokar; bunların hiçbirisini önemsemiyorum. Benim gözümde bir yeri vardır, başkası ne düşünür umrumda olmaz.

Arda'nın yaptığı genel yanlış, kaptanlığa getirildiğinden bugüne sürekli konuşması ve her seferinde 'Galatasaraylılığının herkesten üstün olmasını' insanların gözüne gözüne sokma çabasıdır. Bunu birkaç güzel sözle birkaç kez söyledin mi, hoş görünür fakat mütemadiyen başına "Ben" ekleyip, sevgi cümlesi eklemeye çalışırsan inandırıcılığını yitirmeye başlarsın.

Kim Arda'nın "Ne kadar iyi Galatasaraylı?" olduğunu sorguluyor ki, bunlara ihtiyaç duyuyor? Ya da, benden, tribündeki birinden daha fazla Galatasaraylı olduğunu anlatması neden bu kadar önemli ki? Benim açımdan zerre önemi yok.

Arda'nın bunları yapmasını gerek yoktu.Zaten 'Hagi'nin attığı o golde sevinen küçük top toplayıcı çocuk' görüntüsü, O'nun Galatasaraylılığını gösteriyor. Daha ötesi ne olabilir ki? Sadece o görüntü her şeyi anlatmaya yetmiyor mu? Tabii ki yetiyor ama yetiştiği ortam, kendini geliştirememesi (kişilik anlamında değil, kültürel anlamda) algılamasında sorun yaratıyor.

Arda zannediyor ki; "Benden daha fazla Galatasaraylı olduğunu iddia eden biriyle saha kadar tartışırım" dediğinde, bütün Galatasaraylıların gözleri nemlenecek, "Ulan nasıl söz o be!" dedirtecek.

Evet, bunları söyleten insanlar var ama Arda şunu bilmiyor: "Ulan nasıl söz o be!" diyen adamlar, O'nu pazar günü yuhalayan adamlar. İki gün sonra sokakta görse boynuna atlayacak adamlar, o tribünde Arda'ya homurdanıyor, onu yuhalıyor.

Arda, söylediği iki cambaz cümleyle, sahte sevgilerin mezesi olmaktan başka bir işe yaramaz. Ancak bunları bilmesi için zaman geçmesi, kendini geliştirmesi ve yetiştirmesi gerekir.

Bunu Türkiye'de yapabilen ender oyunculardan biri olur mu olmaz mı bilmiyorum. Doğrusu çok da ümitvar olduğumu söyleyemem bu konuda. Zaten bunu gerçekleştirebilirse, futbolculuğuna da ne denli pozitif bir etki yaptığını kısa sürede görür.

Şimdi başa dönersek. Bugünkü tabloya baktığımızda Arda'ya sahip çıkan abileri ve o çok sevdiği, gönül verdiği Galatasaray taraftarının yuhalaması karşısında muhtemelen bir büyük buhran yaşıyordur. Yaşadığı buhran, gelecek için vereceği kararları, direkt olarak da etkileyecektir.

Kişisel olarak derdim, Arda'nın Fenerbahçe'ye gidip gitmemesi değil. Eğer istiyorsa yapsın, bir saniye bile düşünmeden. Galatasaray'ın ardından ayrılan hiçbir futbolcu için yas tutacak değilim, hele ki yaşadığımız onlarca örnek tazeliğini korurken.

Ancak, çinkinlikler bitip tükenmeyecek bu belli oldu. Galatasaray'dan ayrılana kadar Arda hakkında yazılacak, çizilecek, gerektiğinde yalanlarla bezenerek.

Arda, Galatasaray'da da kalsa, Fenerbahçe'ye ya da Avrupa'ya da gitse, bu beyin yapısıyla, bu popülist söylemlemle futbolculuğunu geliştiremez. Yoksa iyi orta yapmışsın, topu ayağında uzun tutmamışsın hepsi teferruat.

Arda şunu iyi anlayacak, bir futbolcu olarak söyleyeceğin binlerce kelime, sahada yapacağın tek hareketin yanında hatırlanmaz. Bir söz vardır, "Çok halvet olmakla çok çocuk olmaz" diye. Her şeyi yeri ve zamanında yapması gerekir. Konuşması gerektiği yerde konuşmayı, futbol oynaması gerektiği yerde futbol oynamayı öğrenmeli.

Kimileri Arda'ya 'git' diyor, kimileri 'kal'. Giderse de, kalırsa da benim kendisine tek önerim perde arkasında neler olup bittiğini görmesi gerektiğidir. Bunu öğrenmek için de, dolaşmaktan, konuşmaktan başka şeyler yapması gerekir.

Okuyan, öğrenen, sorun, sorgulayan bir toplum dileğiyle...

Her ne kadar yazı Arda için olsa da, aslında her genç futbolcu için yazılmıştır.

13 Nisan 2010 Salı

Güle güle Evrim


Üstünde yazıp çizmeyeceğim, bazen birinin söylediği sözün üstüne bir şey yazılmaz, çizilmez. Ben de öyle yapacağım.

"Aşk olsun sana, Kürtlerin güzel kızı"

Söz, BDP Genel Başkan Yardımcısı Gülten Kışanak'a ait. Güle güle Evrim...

Daha aşağılayıcı ne olabilir?


Sabah sabah işe geliyorsun, gazeteleri karıştırıyorsun, kahveni içip bir şeyler yemeye çalışırken, hayatımda gördüğüm en masa başı, kıçtan çıkartma anket adı altında kin kusmaya ve üstünlük taslama niyetlisi bir haberle karşılaşıyorsun.

Haber diyorum kusura bakmasın kimse, genel isim açısından haber dedim. Yoksa üç-beş dangalak oturup geyik yaparken, ortaya çıkmış bir ürün.

Satır aralarındaki birtakım ifadeler; aşağılık kompleksinden kurtulamamış, televizyonda kamera karşısında "Nasıl s*ktik ama" diyen adamın iç buhranlarını dışavuruş biçiminde.

Lafı eveleyip gevelemeyeceğim. Bir yerlere gelmek için iç güveyliğine razı olacak şerefsizlikteki insanların, ne söylediği beni zerre ilgilendirmiyor. Sorun, ortaya kusulan nefretin daha sonra rant olarak toplanma çabasıdır.

Birbirinden hiç farkı olmayan insanları, böylesi anket adı altında paçavra bilgilerle, birbirinden daha da nefret eder biçime getirmek, "Nasıl geçirdim ama haberle. En zengin de biziz, en kültürlü de biziz, en havalı da biziz......." türünden, her tür 'en'e sahip olduğunu vurgulayarak, başkalarına bel altı vurmak tamamen çaresizlik örneği.

Kendi kişisel buhranlarını, hayatta geldiğin noktaya karşın, yanında bile çalışan insanlardan saygı görmeyen, köşe başlarında "Herifin nasıl buraya geldiğini biliyoruz, götünü yalamadığı kimse kalmadı" sohbetlerinin öznesi bir adamdan söz ediyoruz.

İtibar, statü v.s. v.s. İnsanların saygısını kazanamamaktan daha aşağılayıcı ne olabilir ki?

12 Nisan 2010 Pazartesi

Cahil yorumcu jargonu

"Çok iyi işler yaptı"

Ne yaptığı bir sır ama iyi işler yapmış. Bir açılımı var mı? Haliyle yok. Ne anlatmaya çalışıyor? Belirsiz.

"Alıyor, veriyor"

Bu en yarıldığım cümle, her duyduğumda ciddi anlamda gülüyorum. Genelde "Çok iyi işler yaptı"nın arkasından gelir. O, iyi işlerin açılımı budur. Ne alıyor, ne veriyor belli değil. Siz hayal gücünüze göre süsleyin. Dedim ya, ben süsleyince yarılıyorum.

"Galatasaray takımı, Fener takımı, Beşiktaş takımı"

Bu 'takım' hadisesi de beni fazlasıyla yaran kelimelerden biri. Fenerbahçeli olsam deliririm. Hem Fener hem takımı. Bütün kulüplerin ismi bu biçimde geçer, bilgisiz sığırların jargonunda. Ciddi ciddi "Barcelona takımı, Manchester (Mançester diye okur) takımı" diyeni duydum.

"Avrupa'lı bunu yapmıyor"

Bütün Doğulu kompleksini içinde yaşayan ve bunu bir türlü aşamamış, kendisini Avrupa'ya entegre etmeye çabalayan fakat ısrarlı bir biçimde kabesi Avrupa olan bu adamlar, her türlü örnekte 'Avrupa'yı gösterir. Hatta genelde Premier League'dir, o verilen örnek. Sorsan bu cümleyi kurana "Avrupalıyım" der ama baştan aşağı kompleksle örülüdür.

"Helva gibi takım"

Rakibin ne denli zayıf olduğunu anlatmak için 'halk' ağzı kullanır ki, herkes anlayabilsin. Sanki herif normalde saray diline sahip.

Daha o kadar çok var ki saymakla bitmez. Bunlar beynimde yer edinmiş olanlar. Aklına gelen yorum bölümüne bıraksın. Bir de bunların hepsini bir arada sıralayanlar var ki, yemin ediyorum o an ötenazi hakkı kullanmak istiyorum.

Bu heriflere zekâ testi uygulansa 50'yi geçebileceklerini sanmıyorum fakat bu sığırlık kokan cümlelerle para kazanıyorlar, inanılır gibi değil hakikaten.

Futbolun asalakları hepsi. Bir biçimde bu işe hakem, futbolcu olarak girmişler, bu işin kaymağını yiyorlar. Üstelik bir gramlık beyinlerle. Arada alan-bölge diye ekzantrik kelimeler kullananlar değere biniyor.

Herifçioğlu Real Madrid-Barcelona maçını yorumluyor, ilk maçın skorundan haberi yok. Yaptığı işe olan saygısı bu noktada işte. Hoş, o kadar arayacağına iki liseli gence telekulak yaptırsan ilk maçın skorunu da öğrenirdin!

Özlüyorum


İnsan Hayrettin'i bile özler mi? Ben özledim. Muhammet'i arıyorum, Rambo Yusuf'un 'Osmanlı tokadını' özlüyorum, formasını yere fırlatan Kosecki'yi bir günde gönderen Polat'ın tavrını istiyorum, İsmail'in bıyıklarını, Erdal'ın ince bileklerini...

Üç günde 'Büyük kaptan' ilan edilip, 5 gün sonra yuhalayan, her yeni transferi havaalanında yüzlerce kişiyle karşılayıp, sonra ana-avrat söven vandal taraftar ruhundan da tiksiniyorum.

6 Nisan 2010 Salı

Telekulaktan, 'eyvallah'a yolculuk


Her televizyonda topluluk gördüğünde "Bugüne kadar iki-üç kez İddaa oynadım"diye sallarsın. Bilenler, tanıyanlar kumarbazlık çizgisinde olduğunu gayet iyi bilir.

Her programında doğruluktan, dürüstlükten söz edersin, futbol hayatında kendini ceza alanı içine uçan halı gibi çokça bırakmışlığını bolca izledim.

En yakın arkadaşlarından birinin telefonlarını dinlettiğin ortaya çıktı. Ne diyeyim ki, buna? Edecek tonla kelime var. Sadece şu nedenden ötürü bile, ben böyle bir durumda yakalansam bir daha değil televizyona çıkmayı, insan içine çıkamam.

Ama burası Türkiye. Hırsızlar cirit atıyor, katiller alem yapıyor. Sen yine çıkarsın televizyona yine yaparsın yorumunu, yine efendi adam, tarafsız adam şiarıyla ortalarda dolanırsın.

Bir insan, neden en yakın arkadaşının (en yakın olmasa da) telefonlarını dinletir ki? Daha bir hafta bile olmadı, halı sahada top oynadın.

Ya neyse, hakikaten hiç yazasım gelmiyor içimden. Dibine kadar çirkefliğin içindeyiz, toplum olarak. Futbolu, siyaseti, bakkalı, kasabı herkes birinin arkasına geçip düdüklemeye çabalıyor.

Yazdığım şey için kendimden utandım. 18 yaşında çocuğun biri dersane parasını ödeyemediği için annesinin hapise girmesine intiharla yanıt veriyor. Bu ülkede her gün onlarca insan intihar ediyor, biz haberci diye geçinip içlerinden en acılısı, en dramatik olanını cımbızlayıp koyuyoruz sayfalara.

Her gün onlarca insan borç-harç meselesinden intihar ediyor, bu ülke hâlâ Anayasa konuşuyor, Ergenekon, Balyoz derdine düşüyor. Bu Allah'ın belası ülkede insanlar hâlâ neleri tartışıyor, komşusu intihar ederken, yakını ölürken. Biz aynı derede kaç kez yıkanacağız? Ne zaman anlayacağız bazı şeyleri?

Bir süre yazmak istemiyorum bloğa..

5 Nisan 2010 Pazartesi

O gözlüklü yavşağa yaptırım bekliyorum

Şimdi Sivasspor puanını aldı eyvallah. Hatta galibiyeti de kaçıran taraftı bana göre.

Ancak Sivasspor yedek kulübesinde gözlüklü bir yavşak (bu bulabildiğim en hafif deyim) vardı ki, Rijkaard'ın boynundaki atkısından çekerek, fiili bir müdahalede bulundu.

Bu yavşak kimse, Galatasaray kulübü bir yaptırım uygulatmazsa, daha bir hafta önce seçilen yönetim fazla kasmadan görevini bıraksın.

Bu kadarını söylüyorum, daha fazla yazmayacağım. Bir kulübü şamar oğlanı haline getiremez hiç kimse ve bu duruma seyirci kalamaz.

Hemen ekleyeyim, koskoca Galatasaray futbol takımı ve idari kadrosunda bir tek adam herkesin laf söylediği Mert çıktı. Helal olsun...

Acı ama gerçek!


Eveleyip, gevelemeden direkt olarak söyleyeceğim. Galatasaray dakika 50'den itibaren kendi sahasına hapsoluyorsa, şapkalar öne alınsın; isteyen düşünsün, isteyen 'taşınsın'.

Keita'nın çıkmasıyla birlikte Sivasspor tek kale maç tadında bir oyun oynadı. Kalede Aykut değil de Leo Franco olsaydı skor 3-1 ya da 4-1 olurdu. Aykut yapabileceği her şeyi yaptı ama golde de hata yaptı. Yine de zerre üzülmedim ve kızmadım.

Analiz filan işin hikâyesi, o çok klasik söz vardır ya "Önümüzdeki maçlara bakacağız". İşte artık "Önümüzdeki sezona bakmanın zamanı geldi."

Benim açımdan hayal kırıklığıyla geçmedi sezon (şimdi herkes 'Lig daha bitmedi' diyecek). Beklemiyor değildim doğrusu. Oyuncu yapısı itibariyle bu denli sert bir lige hazırlıklı değildik. Neredeyse tüm sezon oynayan stoperimiz Servet sarı kart cezalısı durumuna bile düşmüyorsa biraz düşünmek ve bu ligin doğrularıyla hareket etmek lazım. Söz ettiğim şey kazmalar ordusu değil, umuyorum yanlış anlaşılmam.

Kaldı 6 maç. Artık lig ikinciliği Galatasaray için başarı konumuna gelmiştir. Acı ama gerçek.

Bu arada, Mesut Bakkal, Galatasaray'dan topladığı kadar puan topladı. Ligin değişik takımlarında Galatasaray'la berabere kalma konusundaki başarısından ötürü tebrik ederim.

Neye yarar?


İnsanın yazmak içinden gelmiyor. Poljac geçirdiği kaza sonrası büyük ihtimalle bundan sonraki yaşantısını tekerlekli sandalyede geçirecek.

Sıradan bir insan için bile berbat bir durumken, hayatını koşarak kazanan bir insan için inanılmaz boktan bir durum.

Konyaspor'un başına gelen ikinci talihsizlik bu. Tevfik Lav'ı da, bir maç sonrası trafik kazasında yitirmiştik.

Geçmiş olsun demekten bir şey gelmiyor insanın elinden. Neye yarar ki, galibiyetler, mağlubiyetler şimdi? Neye yarar?

3 Nisan 2010 Cumartesi

Güneşli pazarlar


Bugün biraz dinlenmek gerekiyor, hazır maç da yokken. Hiç maç izlememeyi düşünüyorum. Bugün Manchester United-Chelsea, Schalke 04-Bayern Münih ve akşam da Bursaspor-Antalyaspor maçını izledim. Günde 3 maç bünyeyi bozuyor. Ayakları uzatmak gerekir, bilgisayardan, internetten uzak bir biçimde.

Hava iyi olursa, biraz da hava almak fena olmaz. Herkese güzel ve gönlünce geçmesini dilediğim bir pazar günü dilerim.

Ya söylemezsem kudururum, Manchester United-Chelsea maçının hakemini çok mu aramışlar. Yemin ediyorum, bizim Bünyamin bunun kadar maç yönetebilir. Hem insan psikolojisinden filan da iyi anlıyor. Şahane nabız tutar. Kuzenim maçı izlerken, "Bizim ligdeki hakemlere laf söylemeyeceğim" dedi. Cevaben, "Ölümü gösterip sıtmaya razı etme beni" dedim. Tamam, zor meslek filan da, bir maçta hayvani ofsaytı (yardımcı tabii ki) ve minimum 2 penaltıyı da kaçırma birader.

Bu hakemlerle Premier Lig bitmez vallahi.

Günün pankartı


Açıkçası çok beğendim. Hem niyet, hem de anlatılan açısından.

2 Nisan 2010 Cuma

Eleştiri diye ırkçı söylem geliştirmek


Kadir Çetinçalı: Rijkaard'ın hal ve tavırları, G.Saray’ı hâlâ pek içine sindiremediği izlenimi veriyor. Florya’ya mesai gibi gelip gidiyor. Oysa G.Saray’ın bu dağınık görüntüsünü toparlamak için antrenman saati dışında da mesai gerektiği ortada. Ama uyuşuk yapısı canlanacak gibi değil. Rijkaard’a ciddi bir elektro şok gerek. Bu haliyle kusura bakmayın ama sevgili başkan Polat, Rijkaard bir devrim değil. Gösterişli, iri, kara bir balon gibi duruyor.

Kadir Çetinçalı, Rijkaard'ı eleştirmiş. İşte bu ülkede, tam da bu yüzden eleştiri ve iğrençliğin sınırları birbirine karışıyor. Rijkaard için 'kara bir balon' diyor. Bu ifade dünyanın her yerinde ırkçılıktır, ciddi yaptırımları da beraberinde getirir. Hele ki, gazeteci sıfatıyla bunu dillendirmek daha da ciddi yaptırımları beraberinde getirir.

Yarın, öbür gün, "Ben aslında bunu demek istemedim" der. Fakat bilinç altından su yüzüne çıkan bu iğrenç ifade, nasıl bir anlayıştan süzülerek geldiğini açık açık ortaya koyuyor.

Ne yazık ki, kimse buna tepki bile veremeyecek. Daha iki gün önce Adnan Polat, "Bu tip haberleri yapanlara Florya'nın kapılarını kapatırız" demişti. Doğrusu, bu çinkin yazının sahibine kapıların kapatılmasından çok daha fazlası gerekir ama o kapıların kapatılmayacağını da gayet iyi biliyorum.

Türkiye'nin kendisine 'spor yazarı' diyen, bu adamlardan acilen sıyrılması gerekir. Karalık vicdanlarında çünkü bu gibi adamların. Her gördüğü şeye hep olumsuz yanından bakmak, "Ben söylemiştim" demek, kendisinin ciddiye alınmasını beklemek tüm ümitleri.

Herifin derdi, Rijkaard'ın bunu, bir gün olsun karşısına alıp, adam yerine koyup konuşmamasından kaynaklanıyor. Rijkaard'dan bir özel röportaj koparsa, methiyeler düzer.

Demek "Kara bir balon" Kadir Çetinçalı. Senin zaten balon olduğunu biliyoruz da, ırkçı ve faşist olduğunu da belgelemiş oldun.

Unutmadan, 'kara'lık senin beyninde ve kalbinde.

1 Nisan 2010 Perşembe

Ben mi kötü niyetliyim acaba?


Anadolu Ajansı'nda namaz saatlerinde hiç haber geçmemesi benim kötü niyetliliğimden mi kaynaklanıyor diye düşünmüyor değilim.

Yaklaşık 1 haftadan bu yana böylesi kötü niyetli düşünceler içindeyim. 1 gün, 2 gün, 3 gün derken, "Yok artık bu denk gelmiş olamaz" diye düşünmeye başladım.

Edit: Tahminimce en dini bütün elemanlar sporda.

Krematoryum gerekli


3 tane yavru Deniz Kaplumbağası'na yapılan şey bu fotoğrafta gördükleriniz. Boyunlarından ipe bağlanarak, bu yavruların işkenceyle ölmesini sağlamış şerefsizin teki.

Son zamanlarda bolca küfür çıktı klavyeden kendimi sıkıyorum, kasıyorum o yüzden dümdüz gitmemek için. Böyle durumlarda hep beddua ederim, yine öyle yapacağım.

Umuyorum en sevdiklerinin ölüsünü ellerine alırsın(ız). Bu ülkede çok gereksiz insan var, krematoryum gerekiyor..

İyi ki doğdun be Usta



TUTUKLU

Birden
Kurşun yemiş gibi susar
Gözbebeklerine karşı
Susar da
Açılıp yol verir şehir
Sade radyolarda bir gamlı hava
"Elaziz uzun çarşı"

Firarda gözüm yok
Namussuzum yok
Yok pişmanlık bir halim
Yaslanıp bir cigara yakmak isterim
Dumanı cevahir değer

Mağlup mu desem mahçup mu
Ama ikisi de değil
Ben garip sen güzel
Dünya umutlu
Öyle bir tuhafım bu akşam üstü
Sevgilim
Canavar götürür gibi
İki yanım
İki süngü.

Ahmet Arif