31 Mayıs 2010 Pazartesi
Hasta, yaşlı, sakat vol.2
Avustralya Milli Takımı Teknik Direktörü Pim Verbeek: Yarın zorlu bir antrenmanı var. Perşembe günü de bizimle antrenmanlara başlamasını umuyoruz. Kewell, planladığımız gibi formuna kavuştu.
Yapacağımız ilk maça gayet hazır görünüyor.
Jabulani eleştirileri
İrfan ve İsrail
Mahalle kültürünü severim, öyle bir ortamda büyüdüm. Misket, çivi oynadım, bütün gün top peşinde koşturdum. Sokakta oynanması gereken tüm oyunları oynamışımdır.
İsrail'in, yardım gemilerine saldırmasında ilk aklıma gelen İrfan oldu. Bizim mahalleden bir çocuktu. Nedenini hiç kimsenin bilmediği bir biçimde herkes korkardı. Bizden iki yaş da büyüktü, sanırım onun etkisi olmalı.
Maç yapacağımız zaman takımları o kurar, her türlü kararı o verirdi. İçten içe hep sinir olurdum ama efendi çocuk modelimi bozmamak için kavga etmeye yanaşmazdım. Tabii bir de dediğim gibi nedenini bilmediğim bir biçimde korkardık ondan.
Bir gün alt komşumuz ve en yakın arkadaşım Selçuk'la birlikte bahçede misket oynarken, İrfan yanımıza geldi. Sataşıyor cıvık cıvık bir biçimde. Selçuk "yeter" diyerek, ittirdi bunu. Vay, sen misin İrfan'ı iten. Selçuk'a bir tane yumruk patlattı. Sonra yakasına yapışıp silkelemeye başladı. Bir tokat attı Selçuk'a. 5 metre kadar uzaklıktayım bakıyorum mal mal. En yakın arkadaşımı dövüyor herif.
O an ne düşündüğümü bilmiyorum ama böyle birdenbire hızlandım koşar gibi ve İrfan'a kafa attım. Kafa atmak nedir bilmiyorum, nereden aklımda kalmış hiçbir bilgim yok. İrfan'ın ağzı burnu kan içinde kaldı. Sonra bir tane de tekme atım apış arasına. Ağlamaya başladı İrfan hüngür hüngür. Annem ve Selçuk'un annesi aşağıya indi. Korktum, Selçuk'la birlikte kaçtık, koşarak.
Niye anlattım bunu? İsrail aynı İrfan'a benziyor. Herkeste bir korku ama kimse neden korktuğunu bilmiyor. Mahallenin en şımarık veledi gibi, herkese posta koyuyor, herkese sataşıyor, tüm oyunlardaki kuralları kendisi belirliyor.
Bir gün mahallenin en efendi, en mülayim çocuğu kafayı koyacak İsrail'e, aklı başından gidecek. Belki, mahallenin bütün çocukları birleşip çakacak İsrail'e. Her İsrail hadisesinde söylerim, yine hatırlatayım. Kendi yaptıklarını anti-semitizm şemsiyesine çevirip, her seferinde bir biçimde haklı olduklarını iddia ediyorlar.
Bu kez yaptıkları çizmeyi değil gırtlağa kadar geldi. İşin içinde başka hadiseler de var. Şimdi tazeyken yanlış anlaşılır diye o yorumu sonra yapacağım.
Bütün bir dünyada nefret kazanmak kolay değil. Bu nefreti katlayarak daha da artırıyorlar. Çoluk, çocuk, kadın, yaşlı kimse fark etmiyor, onlar için. Babasının kucağında öldürülen çocuk konusunda bile haklılar (!)
Türkiye yönetenleri eğer biraz şerefli, onurlu ve gururlu insanlardan oluşuyorsa İsrail'le yapılan tüm ekonomik-askeri-politik anlaşmaları iptal etmelidir.
Tabii şeref, onur ve gurur kelimeleri onlar için bir şey ifade ediyorsa..
Şu baştaki İrfan konusunu sonlandırayım. İrfan bir daha mahallede hiç kimseye sataşamadı. Hatta mahallenin en efendi çocuklarından biri oldu.
30 Mayıs 2010 Pazar
Motor bir karının düşündürdükleri...
Şu meşhur 'motor' tipli, kadın holigan Demet Karabulut, Efes Pilsen-Fenerbahçe Ülker final serisinde görüntüye geldi kısa bir an için.
10 bin kişiyi tahrik ettikten sonra "6 ay basketbol maçlarına gitmeme" cezası sanıyorum ki bitmiş olmalı.
Gerçekten imtiyazlılar bu ülkede Fenerbahçeliler. İnsanları galeyana getirip sadece ve sadece 6 ay -o da sadece basketbol maçları için- ceza alıyorsun, sonra hiçbir şey olmamış gibi yeniden basketbol maçına gidiyorsun.
Geçen yılki Efes Pilsen-Fenerbahçe serisinin son maçında yaşananlar, halen hafızamda. Salona onlarca kişi girmiş ve Efes Pilsenli oyuncuları lince kadar gitmişlerdi. Yanılmıyorsam sadece 5 maç ceza verilmişti.
Sonra bu sezon stat yakıp, sağa-sola kudurmuş köpek gibi saldırdıktan sonra verilen 2 maç ceza aklıma geliyor.
Bu ülkede bu kadar ağlayıp "Abi herkes bize karşı" deyip, ardından bu kadar imtiyaza sahip olmak, kolay olmasa gerek.
Hayır, inanarak mı söylüyorlar bunu yoksa laf olsun diye mi, bilmiyorum. Ama inanarak söylüyorlarsa, zekâlarına karşı ciddi şüphe oluşacak bende.
Ali Sami Yen'deki o 'sulu' utanç akşamından sonra verilen cezanın, sonuna kadar doğru olduğunu düşündüm hep.
Yani demek oluyor ki; kundakçılık ve linç yapılabilir ve mazur görülebilir bir durum. Ancak sahaya su atmak kesinlikle ve kesinlikle büyük tehlike arzeden bir hadise. Hoş, linç ve yangın deyince insanın aklına Çorum, Maraş, Sivas olayları geliyor ki; yapanlar ya hiç yargılanmadı bile ya da hepsi ortalarda elini kolunu salllaya sallaya geziyor. Bir nevi ülke kültürü...
Fakat demek ki, Trabzonspor maçından sonra verilen ceza daha çok psikolojik etkenlerle verilmiş. Bu işleri yapanları holigan olarak değil de 'Piromani*' hastası olarak değerlendirmiş olsalar gerek. Yoksa verilen cezalardaki çifte standardın başka bir açıklaması olmasa gerek.
Ya unutmadan, bu motor abla maçlara girebiliyor, peki Alen girebiliyor mu?
*Piromani: İstekli ve kasıtlı olarak yangın çıkartan hastaların tıbbi ismi.
Etiketler:
alen markaryan,
Ayşe Demet Karabulut,
efes pilsen
29 Mayıs 2010 Cumartesi
Darısı senin ve en sevdiklerinin başına!
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer'in, Zonguldak'ta ölen madencilerin cesetlerine ilişkin yaptığı konuşma: İlk 19- 20 cesedimizde bahsettiğiniz türden herhangi bir şey yoktu. Güzel öldüler. O konuda ben acı çekmediklerini ve fizik olarak da güzel öldüklerini buradan rahatlıkla söyleyebilirim
Yorum başlıkta, daha fazla bir şey yazmayacağım. Ama alıştık bu söylemlere. Her şeyin en basit mantığa indirgenmesine ve her şeye alıştırılma çabalarına...
Dünya Kupası'ndan efsane fotoğraflar
Benden söylemesi. Kardeş blog sporfotograf'a Dünya Kupası'ndan önce efsane fotoğraflar koyacağım. Tam arşivlik, en azından öyle olduğunu düşünüyorum.
Maradona'nın 1986'da kupayı kaldırmasından tutun da, Neeskens'in Sepp Maier'e attığı penaltı golüne kadar siyah-beyaz ya da renkli fotoğrafları bulabilirsiniz.
Her gün bir adet koyacağım. Kaçırmak istemeyenleri her gün kardeş bloğa bekliyorum...
Maradona'nın 1986'da kupayı kaldırmasından tutun da, Neeskens'in Sepp Maier'e attığı penaltı golüne kadar siyah-beyaz ya da renkli fotoğrafları bulabilirsiniz.
Her gün bir adet koyacağım. Kaçırmak istemeyenleri her gün kardeş bloğa bekliyorum...
Transfer dedikodusu -Riquelme Bursa'ya geliyor-
28 Mayıs 2010 Cuma
Hasta, yaşlı, sakat
Kupanın kulbu Platini'ye.....
Michel Platini'nin futbolculuğuna hayrandım. Juventus döneminde izlemiştim kendisini.
Sonra UEFA Başkanlığı süreci başladı. Aldığı kararlar, uygulamak istedikleri, klasik Fransız 'faşizmi' tavırları ile antipatinin özel ismi haline geldi.
1998 Dünya Kupası ardından tam 18 yıl sonra bir başka büyük organizasyona imza atacak ülkesi. Kuşkusuz ki, Platini'nin baskınlığı bu kararda çok etkili olmuştur. Zaten UEFA Başkanlığı titr'ini kullanarak, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'yi son günde, oy kullanacak delegelerle tanıştırması bunun delaleti.
Zaten Fransız basınında gün içinde "Sarkozy. Fransa'nın kazanacağını biliyordu, yoksa Cenevre'ye gitmezdi" başlıklı haberler yer aldı. Bu bile tek başına, Platini'den nefret etmek için yeterli bir argüman.
Sonuç olarak, Platini 2016'yı ülkesine kazandırarak, Fransa'da bir kahraman olabilir ancak bütün Avrupa'da, nefret edilen adam haline gelmeyi başarmıştır.
Öte taraftan da, Aralık ayında şöyle bir yazı yazmıştım. Trabzon ve İnönü'süz 2016 Avrupa Şampiyonası.
O yazıyı şöyle sonlandırmıştım; "Son sözümü söyleyeyim. Avrupa Şampiyonası'nda Trabzon listede yoksa, umarım o organizasyonu alamayız."
Evet bu yüzden 'üzüldüm' desem, yalan olur. Türkiye'nin futbol şehrini listeye almamak, büyük bir hataydı. Federasyonun Haluk Ulusoy döneminden kalan tüm Trabzonluları yolladıklarını düşünürsek, birilerinin iç hesaplaşmalarının kurbanı olmuştu.
Unutmadan ekleyeyim. Türkiye nerede ve ne zaman hangi büyük organizasyona aday olsa, maket gösterme alışkanlığından vazgeçmelidir. Ayrıca tanıtım filmi büyük bir fiyasko. 'We are the World' benzeri bir kliple, ağlak yüzlü çocukların "Yalvarırız bize verin" ifadeleri takınması biraz çiğ ajitasyon oluyor.
Etiketler:
2016 avrupa şampiyonası,
michel platini,
trabzon
27 Mayıs 2010 Perşembe
Performans-talip korelasyonu
Arda ne zaman iyi performans gösteriyor, birdenbire ve çok ani şekilde İngiltere'deki talipleri artıyor.
Çek Cumhuriyei maçından sonra yine istemeyen kalmamış. Tottenham, Arsenal, Liverpool. Premier Lig sıraya girmiş.
Ya arkadaş, hakikaten şu basın ne iğrenç, ne tiksinti verici, ne çiğ bir ortam. Daha dün, "Satmayacağız" dendi, bugün sıraya girdi millet.
26 Mayıs 2010 Çarşamba
Çok önemli duyuru -yardımcı olursanız sevinirim-
Bir duyurumuz var. Galatasaray tribünlerinden bir arkadaşımızın kardeşine Lösemi teshisi konulmuş. sundaysurprise bloğunun sahibiymiş aynı zamanda.
Bu minik kardeşimizin tedavisine acilen başlanması gerekiyormuş. Sevk yapılacak yerler Çapa ve Cerrahpaşa hastanelerinden biri.
Arkadaşlarımız, kendi imkânlarıyla bu konuda başarılı olamamış.
Bloğu okuyan arkadaşlardan ricam. Bu konuda yardımcı olabilirseniz sevinirim. Ya da her kim yardımcı olabilecekse bir biçimde benimle irtibata geçsin.
Yardımcı olabilecek insanlar varsa, aşağıda vereceğim irtibat telefon ve elektronik postalarından ulaşsın lütfen.
YUNUS DİNÇ (Kardeşi ŞÜKRÜ DİNÇ)
yunus_dinc@colpal.com
only_you89@hotmail.com
Telefon: 0 538 891 49 49
Bu minik kardeşimizin tedavisine acilen başlanması gerekiyormuş. Sevk yapılacak yerler Çapa ve Cerrahpaşa hastanelerinden biri.
Arkadaşlarımız, kendi imkânlarıyla bu konuda başarılı olamamış.
Bloğu okuyan arkadaşlardan ricam. Bu konuda yardımcı olabilirseniz sevinirim. Ya da her kim yardımcı olabilecekse bir biçimde benimle irtibata geçsin.
Yardımcı olabilecek insanlar varsa, aşağıda vereceğim irtibat telefon ve elektronik postalarından ulaşsın lütfen.
YUNUS DİNÇ (Kardeşi ŞÜKRÜ DİNÇ)
yunus_dinc@colpal.com
only_you89@hotmail.com
Telefon: 0 538 891 49 49
Jose Mourinho resmen açıklandı
Florentino Perez resmen açıkladı. Pellegrini gitti, Mourinho geldi.
Artık Real Madrid'den daha fazla nefret edebilirim, daha fazla tiksinebilirim ve Barcelona'nın aldığı galibiyetlerde iki kat fazla sevinebilirim.
Etiketler:
florentino perez,
manuel pellegrini,
real madrid
Kademe hatası bloğunun sahibi özür dilemiştir
Sevgili kademehatasi bloğunun sahibi hakkında yazdığım yazıyı yeniden güncelleyerek veriyorum.
Küfürleri yok ettim, çünkü özür dilemiş kendisi. Ama şunu bilsin ki, özür dilerken sadece benden değil aynı zamanda herkesten özür dilemelidir.
Çünkü benden başka her kimden yazı alıntılıyorsa, o alıntının sahibini yazmak durumundadır. Tıpkı Uğur'un yazısını alıntılayıp, herhangi bir alıntı yazısı ya da linki vermediği gibi.
Küfürleri yok ettim, çünkü özür dilemiş kendisi. Ama şunu bilsin ki, özür dilerken sadece benden değil aynı zamanda herkesten özür dilemelidir.
Çünkü benden başka her kimden yazı alıntılıyorsa, o alıntının sahibini yazmak durumundadır. Tıpkı Uğur'un yazısını alıntılayıp, herhangi bir alıntı yazısı ya da linki vermediği gibi.
Kesintisiz Adnan's devrimi
Adnan Polat başkanlığındaki Galatasaray'ın kadro seyr-i sefasını izlemekte güçlük çekiyorum. Başkanlığını tam olarak hissettiği sezon yani 2007-2008 yılında gelen isimlere baktığımızda Serkan Çalık, Barış Özbek, İsmail Bouzid, Emre Güngör, Barruso (kiralık), Orkun Uşak, Volkan Yaman, Carrusca, Servet Çetin, Hakan Balta'nın kadroya dahil olduğunu görüyoruz.
Bugün gelinen noktada, bu futbolculardan bazılarının zaten olmadığını, Hakan Balta hariç diğerlerinin ise bu yıl gidici statüsünde kendilerine bilet aldığını gözlemliyoruz.
O sezon gelen mucize şampiyonlukta, Kalli zaten sezon bitmeden istek üzerine gönderilmişti. Sezonun son 6 haftasına Cevat Güler, Adnan*2 ve 'abi'lerden oluşan geniş bir teknik heyetle girilmişti.
Şampiyonluk gelip sezon bittikten sonra Michael Skibbe teknik direktörlüğe getirildi ve Adnan Polat başkanlığındaki Galatasaray yönetimi, kendi dönemlerindeki ikinci yeniden yapılanma hamlesine giriştiler.
O sezon gelen isimler arasında Yaser Yıldız, Ferdi Elmas, Morgan de Sanctis, Fernando Meira, Harry Kewell, Milan Baros, Serkan Kurtuluş, Alparslan Erdem ile birlikte Aydın Yılmaz ve Emre Aşık'ın da bulunduğunu görüyoruz.
Aynı sezon, Skibbe, Kocaelispor mağlubiyeti sonrasında 'postalanmış' ve Bülent Korkmaz göreve getirilmişti. Revizyon hastası Adnan Polat, Bülent'le atılan imza töreninde, "Sezon sonunda revizyon yapacağız. Bülent'le imzamız 1.5 yıl değil ömür boyudur" açıklaması yaparak, yine-yeni-yeniden kadroyu değiştireceklerini açık açık söyledi.
Tabii, sokaktaki çocuğun bile bildiği üzere Bülent Korkmaz da, sezon sonunda kendisine teşekkür edilerek (Bu da nasıl bir hadisedir anlamam. Adama 'Bülentçiğim seni kovuyoruz ama teşekkür ederiz' mi diyorsun) gönderildi ve Galatasaray'da bir kez daha yeniden yapılanma sürecine girildi.
Bu kez isim kimsenin itiraz edemeyeceği biriydi ve Frank Rijkaard getirildi. Adnan*2 yönetimi 2009-2010 sezonuna girilirken transferde hızlıydı ve hızlarına kimsenin yetişmesine imkân da yoktu. Yıldırım Demirören'i kıskandıracak nitelikteki transferlerde bu kez Leo Franco, Gökhan Zan, Caner Erkin, Elano Blummer, Mustafa Sarp, Jo Alves, Lucas Neill, Abdul Kader Keita, Ufuk Ceylan, Giovanni Dos Santos gibi isimleri dahil ettiler kadroya.
Rakamları unutmayalım diye parmak hesabı yapıp, üç yılda kaç kişinin geldiğine bir bakalım. Rakamla 28, yazıyla yirmi sekiz. Basit bir matematik hesabıyla 3. Yeniden Yapılanma döneminde sene başına ortalama 9 futbolcu geldiğini anlamak mümkün.
2009-2010 sezonu da, tüm hedeflerin kaçmasıyla sonuçlanınca 4. Yeniden Yapılanma dönemi başladı.
Şu ana dek, Çağlar Birinci, Mehmet Batdal, Ali Turan, Serdar Özkan, Musa Çağıran isimlerini kadroya dahil eden Adnan's Organization'ın geçmişinden hareketle bu 5 oyuncu ile sınırlı kalmayıp, rakamlardan hareketle minimum 5 futbolcu daha alınacağı aşikâr.
Şimdi niye bu kadar yazıp çizdik değil mi? Bunlar zaten herkesin bildiği şeyler. Kendisine sınırlar haricinde hedefler çizen, büyük oynayan kaç tane Avrupa takımı biliyorsunuz, her yıl manyak gibi transfer yapan? Ki, ismini yazmadığım ama az-çok tahmin ettiğiniz takımların bütçeleri ile Galatasaray'ın bütçesini karşılaştırmak bile deli saçması olur.
Bir şirket düşünün, başında bir genel müdür var. Sürekli kadrosunu değiştiriyor ama şirket istenilen düzeyde değil. Hangi şirket sahibi bu derece hoşgörülü olur? Daimi bir revizyon var ama ortada başarı yok.
Adnan Polat ve yönetimi (belki çok değerli isimler vardır ama ne yazık ki, bu hatalara ortakdır herkes) 3 yıldan bu yana, Galatasaray'da taşların yerini gereğinden fazla değiştirdi. Değiştirilecek taş kalmaması mı bekleniyor? Her yıl tonla adam alıp, maksimum iki yılda birilerini göndererek, her sezon başı "Hedefimiz bilmem ne" diyerek, kimi kandırmaya çalışıyor bu adamlar.
'Ben söylemiştim' anlamına gelmesin ama sezon ortasında 'Yetmez biraz daha transfer lazım' diye bir post vardı. Konu özetle, devre arası transferlerinin hata olduğuydu.
Dünya üstünde her yıl onlarca transfer yapıp başarılı olan bir takım var da, benim haberim yoksa, çok özür diliyorum bu yazıyı yazdığım için. Hatta ateşlerde yanayım. Ama günü kurtarmak ve yapılan hataları perdelemek için sürekli bir biçimde takım kadrosuyla oynamak, kulüp yönetiyormuş gibi değil de sanki CM oynuyormuş gibi davranmak Galatasaray Başkanı'na yakışmaz. Yakışmamanın ötesinde kimsenin babasının çiftliği değil o koltuk. Siyasi iktidarın fabrikaları, ormanları, arazileri sattığı gibi her önüne geleni alıp satamazsın. Haaa, yaparsın da bir gün o koltukta taklaya gelirsin.
3 yılda yapılan 28 transferin neredeyse hiçbirisi bu yıl takımda olmayacak. Toplasan en fazla 5 tanesi (ki abartılı bir rakam bu) yeni sezonda kadroda kalacak.
Ben de dahil olmak üzere bonservissiz alınan oyuncuların bir başarı olduğunu söyleyip durduk ama adamlara gelirken para ver, giderken para ver, astarı yüzünden pahalı geliyor.
Gidişatı pek parlak görmüyorum. Bunun şampiyonlukla filan ilgisi yok. Şampiyon da olunsa, böylesi bir gidişi başarı olarak görmek günü kurtarmaktan başka bir şey değil.
Galatasaray yönetiminin çok ama çok acil bir biçimde aklını başına devşirmesi gerekir. Böylesi sakat bir anlayışla kulüp idare etmek imkânsız. Kaldı ki, böyle bozuk para harcar gibi futbolcu harcamak bu kulübün geleneklerinde yok. Halka açılalım açılalım diye okyanusa kadar ulaştık, boğulmak üzereyiz, haberimiz yok...
Her şeyi bir kenara bıraktım; Galatasaray'da Sağlık Kurulu hâlâ görevdeyse ve değişmediyse Adnan Polat Türkiye'nin en başarısız başkanıdır.
Son söz: Bundan sonraki kurban Arda, Rijkaard ya da Adnan Sezgin üçlüsünden biridir. Gerçi, Adnan Sezgin "Tehlike anında imdat kolunu çeviriniz" tadında olacaktır.
Ya dur, siyasi mesaj da veresim geldi. "Kesintisiz Devrim"i bilmeyenler, araştırıp okuyuversin. Bu da benden kıyak olsun.
Herkese saygılar...
Bugün gelinen noktada, bu futbolculardan bazılarının zaten olmadığını, Hakan Balta hariç diğerlerinin ise bu yıl gidici statüsünde kendilerine bilet aldığını gözlemliyoruz.
O sezon gelen mucize şampiyonlukta, Kalli zaten sezon bitmeden istek üzerine gönderilmişti. Sezonun son 6 haftasına Cevat Güler, Adnan*2 ve 'abi'lerden oluşan geniş bir teknik heyetle girilmişti.
Şampiyonluk gelip sezon bittikten sonra Michael Skibbe teknik direktörlüğe getirildi ve Adnan Polat başkanlığındaki Galatasaray yönetimi, kendi dönemlerindeki ikinci yeniden yapılanma hamlesine giriştiler.
O sezon gelen isimler arasında Yaser Yıldız, Ferdi Elmas, Morgan de Sanctis, Fernando Meira, Harry Kewell, Milan Baros, Serkan Kurtuluş, Alparslan Erdem ile birlikte Aydın Yılmaz ve Emre Aşık'ın da bulunduğunu görüyoruz.
Aynı sezon, Skibbe, Kocaelispor mağlubiyeti sonrasında 'postalanmış' ve Bülent Korkmaz göreve getirilmişti. Revizyon hastası Adnan Polat, Bülent'le atılan imza töreninde, "Sezon sonunda revizyon yapacağız. Bülent'le imzamız 1.5 yıl değil ömür boyudur" açıklaması yaparak, yine-yeni-yeniden kadroyu değiştireceklerini açık açık söyledi.
Tabii, sokaktaki çocuğun bile bildiği üzere Bülent Korkmaz da, sezon sonunda kendisine teşekkür edilerek (Bu da nasıl bir hadisedir anlamam. Adama 'Bülentçiğim seni kovuyoruz ama teşekkür ederiz' mi diyorsun) gönderildi ve Galatasaray'da bir kez daha yeniden yapılanma sürecine girildi.
Bu kez isim kimsenin itiraz edemeyeceği biriydi ve Frank Rijkaard getirildi. Adnan*2 yönetimi 2009-2010 sezonuna girilirken transferde hızlıydı ve hızlarına kimsenin yetişmesine imkân da yoktu. Yıldırım Demirören'i kıskandıracak nitelikteki transferlerde bu kez Leo Franco, Gökhan Zan, Caner Erkin, Elano Blummer, Mustafa Sarp, Jo Alves, Lucas Neill, Abdul Kader Keita, Ufuk Ceylan, Giovanni Dos Santos gibi isimleri dahil ettiler kadroya.
Rakamları unutmayalım diye parmak hesabı yapıp, üç yılda kaç kişinin geldiğine bir bakalım. Rakamla 28, yazıyla yirmi sekiz. Basit bir matematik hesabıyla 3. Yeniden Yapılanma döneminde sene başına ortalama 9 futbolcu geldiğini anlamak mümkün.
2009-2010 sezonu da, tüm hedeflerin kaçmasıyla sonuçlanınca 4. Yeniden Yapılanma dönemi başladı.
Şu ana dek, Çağlar Birinci, Mehmet Batdal, Ali Turan, Serdar Özkan, Musa Çağıran isimlerini kadroya dahil eden Adnan's Organization'ın geçmişinden hareketle bu 5 oyuncu ile sınırlı kalmayıp, rakamlardan hareketle minimum 5 futbolcu daha alınacağı aşikâr.
Şimdi niye bu kadar yazıp çizdik değil mi? Bunlar zaten herkesin bildiği şeyler. Kendisine sınırlar haricinde hedefler çizen, büyük oynayan kaç tane Avrupa takımı biliyorsunuz, her yıl manyak gibi transfer yapan? Ki, ismini yazmadığım ama az-çok tahmin ettiğiniz takımların bütçeleri ile Galatasaray'ın bütçesini karşılaştırmak bile deli saçması olur.
Bir şirket düşünün, başında bir genel müdür var. Sürekli kadrosunu değiştiriyor ama şirket istenilen düzeyde değil. Hangi şirket sahibi bu derece hoşgörülü olur? Daimi bir revizyon var ama ortada başarı yok.
Adnan Polat ve yönetimi (belki çok değerli isimler vardır ama ne yazık ki, bu hatalara ortakdır herkes) 3 yıldan bu yana, Galatasaray'da taşların yerini gereğinden fazla değiştirdi. Değiştirilecek taş kalmaması mı bekleniyor? Her yıl tonla adam alıp, maksimum iki yılda birilerini göndererek, her sezon başı "Hedefimiz bilmem ne" diyerek, kimi kandırmaya çalışıyor bu adamlar.
'Ben söylemiştim' anlamına gelmesin ama sezon ortasında 'Yetmez biraz daha transfer lazım' diye bir post vardı. Konu özetle, devre arası transferlerinin hata olduğuydu.
Dünya üstünde her yıl onlarca transfer yapıp başarılı olan bir takım var da, benim haberim yoksa, çok özür diliyorum bu yazıyı yazdığım için. Hatta ateşlerde yanayım. Ama günü kurtarmak ve yapılan hataları perdelemek için sürekli bir biçimde takım kadrosuyla oynamak, kulüp yönetiyormuş gibi değil de sanki CM oynuyormuş gibi davranmak Galatasaray Başkanı'na yakışmaz. Yakışmamanın ötesinde kimsenin babasının çiftliği değil o koltuk. Siyasi iktidarın fabrikaları, ormanları, arazileri sattığı gibi her önüne geleni alıp satamazsın. Haaa, yaparsın da bir gün o koltukta taklaya gelirsin.
3 yılda yapılan 28 transferin neredeyse hiçbirisi bu yıl takımda olmayacak. Toplasan en fazla 5 tanesi (ki abartılı bir rakam bu) yeni sezonda kadroda kalacak.
Ben de dahil olmak üzere bonservissiz alınan oyuncuların bir başarı olduğunu söyleyip durduk ama adamlara gelirken para ver, giderken para ver, astarı yüzünden pahalı geliyor.
Gidişatı pek parlak görmüyorum. Bunun şampiyonlukla filan ilgisi yok. Şampiyon da olunsa, böylesi bir gidişi başarı olarak görmek günü kurtarmaktan başka bir şey değil.
Galatasaray yönetiminin çok ama çok acil bir biçimde aklını başına devşirmesi gerekir. Böylesi sakat bir anlayışla kulüp idare etmek imkânsız. Kaldı ki, böyle bozuk para harcar gibi futbolcu harcamak bu kulübün geleneklerinde yok. Halka açılalım açılalım diye okyanusa kadar ulaştık, boğulmak üzereyiz, haberimiz yok...
Her şeyi bir kenara bıraktım; Galatasaray'da Sağlık Kurulu hâlâ görevdeyse ve değişmediyse Adnan Polat Türkiye'nin en başarısız başkanıdır.
Son söz: Bundan sonraki kurban Arda, Rijkaard ya da Adnan Sezgin üçlüsünden biridir. Gerçi, Adnan Sezgin "Tehlike anında imdat kolunu çeviriniz" tadında olacaktır.
Ya dur, siyasi mesaj da veresim geldi. "Kesintisiz Devrim"i bilmeyenler, araştırıp okuyuversin. Bu da benden kıyak olsun.
Herkese saygılar...
25 Mayıs 2010 Salı
Dövme sonrası transfer -transfer kesinleşti-
Dövme yeni yapılmış, kulüple anlaşılmış, Çağlar Birinci Galatasaray'a geliyormuş...
Ben haber vereyim dedim. Kewell'dan ötesi yalan. Hele ki, Semih'i almaya kalkarlarsa... O zaman yazarım.
Bu arada, Çağlar'a birisi söylesin, o aslan değil kaplan.
Biz bunları yazdıkan sonra Denizlispor Başkanı Ali İpek, Çağlar'ı 4 futbolcu ve bir miktar para karşılığında Galatasaray'a sattıklarını açıkladı.
Bu 4 futbolcu; Murat Akça, Erhan Şentürk, Semih Kaya ve Serdar Eyilik.
Etiketler:
ali ipek,
çağlar birinci,
denizlispor,
galatasaray
24 Mayıs 2010 Pazartesi
Bu ülkenin gazetecisi büyük ....
Başlığa yazmayayım dedim. Devamı şöyle; "Yavşak"
TEKEL işçileri; Lost dizisinden, göt bacak gösteren karılardan, en boktan transfer haberlerinden daha önemli hale gelemiyorsa, bu ülkenin gazetecisi büyük yavşaktır.
Ne oldu? 1 ay önce canlı yayınlar, bağlantılar, fotoğraf galerileri, irili ufaklı haberler.
Bugün hepsi 'kader'ine mahkûm. 3-5 sendika ağası öğlen tatiline denk getirdikleri 'eylem'le, 30 madenciye, TEKEL işçisine destek olacak.
Yavşaklık iliklerine kadar işlemiş; sendikacısından gazetecisine, politikacısından spor kulübü yöneticisine kadar.
Lüfer'in bilmem kaç santim boyu ile uğraşan lümpen züppeler; ekmeği, aşı, hayatı için savaşan işçilere zerre kadar dokunmuyor, ilgilenmiyor.
Ulan; nasıl bir ülke, nasıl insanlar anlam veremiyorum. Coğrafyadan kaynaklanıyor diyeceğim ama dibimizde neler olup bittiğini görüyoruz.
Unutmadan, o lüferler götünüze girsin. İnsanların yaşamlarını kurtardık, şimdi sıra balığa geldi.
Ayrıca o kampanyayı düzenleyen ibneler, rakı masalarında sarı kanat, çinekop, yaprak lüfer diye 10 santimlik yavru lüferleri afiyetle yiyorlardı. Ne oldu da, birden lüfer aşkı depreşti anlayabilmiş değilim.
Benim yeşilci, sevgi kelebeği doğa dostu insanım da, bir bokla ilgilenmez, bu tip organizasyonlara enerji harcar. Sorsan, ne önemli bir bok yediğini sanıyordur.
Nereden nereye geldim, ben de bilmiyorum...
Recep Bey ve gömlek hadisesi
Kemal Kılıçdaroğlu'nun gömleği Türkiye'de tartışma konusu oldu. Tartışmayı yaratan kim? Mehmet Ali Ilıcak. Tercüman Gazetesi'nin eski patronu. Şu, kuponla herkese buzdolabı ve televizyon vermeyi taahhüt eden ama sonra yana yatan Mehmet Ali Ilıcak yeni.
Türkiye'de işler böyle yürür. Her şeyi unutmuş gibi yapar, hatta gerekirse üste çıkarsın ki, kimse senin üstüne gelemesin. Benzer durumda olsam harakiri ya da ötenazi yaparım ama bu herifler yüz surat hacı Murat.
Gömleğe dönelim. "Halkçı Kılıçdaroğlu 350 TL'lik gömleği nasıl giyermiş?"
Bugüne dek, her konuşmasında buram buram ajite kokan Erdoğan'ın saati kaç lira sorgulandı mı? Ya da oturtuğu villanın ederi ne kadar? Soran oldu mu? Başbakan'ın çocuklarının mal varlıkları, eşinin üstüne yapılmış hastaneler ya da şirketler konuşuluyor mu? Bakan çocuklarının, bakan olmadan ve bakan olduktan sonraki mal varlıkları hiç konuşuldu mu? Bu listeyi daha uzatayım mı?
Türkiye'de 7 yıldan bu yana sürdürülegelen, demokrasi adı altında yarı monarşik düzenin devamından nemalananlar, koltuklarında Lale Devri'ni yaşayanlar, dokunulmazlıklarıyla dünya üstündeki dikta ve faşist cunta yönetenlerini kıskandıranlar 'biraz' rahatsız oldu.
Rahatsızlıklarının haklı olup olmadığını şu aşamada söyleyebilmek mümkün değil. Çünkü Türkiye'de insanlar çok fazla vaat duydu ve bu vaatlerin hiçbirinin yerine getirilmediğine de şahit oldu. Kemal Kılıçdaroğlu'nun, cumartesi günü verdiği sözleri tutup tutamayacağını hep birlikte göreceğiz.
Ancak benim açımdan bir gerçek var ki, o kongrede vurgulanan "Faşizme geçit vermeyeceğiz", "Taşeronlaştırmayı kaldıracağız", "Yüzde 10 barajını kaldıracağız", "Sendikalaşma ve örgütlenmenin önünü açacağız" söylemleri hoşuma gitmiştir. Ahmet Arif'ten, Nâzım Hikmet'ten alıntılar yapması, ayrıca daha da bir sempati oluşturmuştur, nazarımda.
7 yıldır Türkiye'de hüküm sürenlerin, hanedanlık kurmaya çabalayanların biraz rahatsız olmaları da içten içe beni mutlu etti.
Dönelim yine gömleğe. 'Halkçı Kemal'in Mahmutpaşa'dan giyenmesini beklemek, o göndermede bulunmak en basit deyişiyle vıcık vıcık ve çiğ halkçılık ajitasyonudur.
Bu kelamı eden adamın; birbirinden lüks arabalara bindiğini, ülke insanını dolandırdığını bilmek ayrıca daha da mide bulandırıcı bir durum yaşanmasına neden oluyor.
Şu meşhur 'Recep Bey'e dair de, bir-iki şey söylemezsem olmaz. Dünden bu yana Akp'lilerde "Bu sokak ağzıdır" cümlesi dökülüyor. Bakanlarından, parti yöneticilerine kadar hemen hepsi aynı şeyi söylüyor.
Bundan çıkarımım:
1- Söylem tam olarak hedefi vurmuştur.
2- Bu eleştiriyi yapanlara ağzımla değil, başka yerlerimle gülüyorum. 'Sokak ağzı' diye eleştiri getirenlere, bu hitabın edildiği kişinin sözlerini okutmak lazım. Hiç örnek vermeyeceğim, zaten herkes biliyor neler söylediğini.
İşte Türkiye'de politika tam da böyle bir şey. Lidere karşı kayıtsız şartsız bağlılık ve daha nefesini bile hisseder hissetmez, düğmelerini iliklemek.
Bugün Türkiye'de "Lider değişti ama zihniyet aynı", "Bu hitap çirkindir" eleştirisini getirenler, ne yazık ki, bu hitabın sahibinin söylediklerini dile getirmezler. Muhalefet partilerinin genel başkanlarına "O adam" diyerek, isimlerini bile dile getirmemesini söylemeyeceklerdir.
Türkiye'de bir şeyler değişmeli. Ama öyle ama böyle. Birilerinin yaptıklarının yanına kâr kalmamalıdır. Devlet bankasından kredi vererek, eşe-dosta televizyon, gazete dağıtmalarının hesabını vermeliler. 7 sene önce ticari sicilde yer almayan ama bugün Türkiye'nin en büyük holdinglerinin nasıl ortaya çıktığını mahkemelerde anlatmalılar. 10 yıl önce gecekonduda otururken, bugün kimlerin hangi havuzlu villalarda, hangi lüks arabalara bindiklerinin hesabını teker teker vermeliler.
Kemal Kılıçdaroğlu'nun bunu yapacağını ya da yapabileceğini söylemiyorum. Bu bir süreç, hepimiz yaşayarak göreceğiz.
Türkiye'de işler böyle yürür. Her şeyi unutmuş gibi yapar, hatta gerekirse üste çıkarsın ki, kimse senin üstüne gelemesin. Benzer durumda olsam harakiri ya da ötenazi yaparım ama bu herifler yüz surat hacı Murat.
Gömleğe dönelim. "Halkçı Kılıçdaroğlu 350 TL'lik gömleği nasıl giyermiş?"
Bugüne dek, her konuşmasında buram buram ajite kokan Erdoğan'ın saati kaç lira sorgulandı mı? Ya da oturtuğu villanın ederi ne kadar? Soran oldu mu? Başbakan'ın çocuklarının mal varlıkları, eşinin üstüne yapılmış hastaneler ya da şirketler konuşuluyor mu? Bakan çocuklarının, bakan olmadan ve bakan olduktan sonraki mal varlıkları hiç konuşuldu mu? Bu listeyi daha uzatayım mı?
Türkiye'de 7 yıldan bu yana sürdürülegelen, demokrasi adı altında yarı monarşik düzenin devamından nemalananlar, koltuklarında Lale Devri'ni yaşayanlar, dokunulmazlıklarıyla dünya üstündeki dikta ve faşist cunta yönetenlerini kıskandıranlar 'biraz' rahatsız oldu.
Rahatsızlıklarının haklı olup olmadığını şu aşamada söyleyebilmek mümkün değil. Çünkü Türkiye'de insanlar çok fazla vaat duydu ve bu vaatlerin hiçbirinin yerine getirilmediğine de şahit oldu. Kemal Kılıçdaroğlu'nun, cumartesi günü verdiği sözleri tutup tutamayacağını hep birlikte göreceğiz.
Ancak benim açımdan bir gerçek var ki, o kongrede vurgulanan "Faşizme geçit vermeyeceğiz", "Taşeronlaştırmayı kaldıracağız", "Yüzde 10 barajını kaldıracağız", "Sendikalaşma ve örgütlenmenin önünü açacağız" söylemleri hoşuma gitmiştir. Ahmet Arif'ten, Nâzım Hikmet'ten alıntılar yapması, ayrıca daha da bir sempati oluşturmuştur, nazarımda.
7 yıldır Türkiye'de hüküm sürenlerin, hanedanlık kurmaya çabalayanların biraz rahatsız olmaları da içten içe beni mutlu etti.
Dönelim yine gömleğe. 'Halkçı Kemal'in Mahmutpaşa'dan giyenmesini beklemek, o göndermede bulunmak en basit deyişiyle vıcık vıcık ve çiğ halkçılık ajitasyonudur.
Bu kelamı eden adamın; birbirinden lüks arabalara bindiğini, ülke insanını dolandırdığını bilmek ayrıca daha da mide bulandırıcı bir durum yaşanmasına neden oluyor.
Şu meşhur 'Recep Bey'e dair de, bir-iki şey söylemezsem olmaz. Dünden bu yana Akp'lilerde "Bu sokak ağzıdır" cümlesi dökülüyor. Bakanlarından, parti yöneticilerine kadar hemen hepsi aynı şeyi söylüyor.
Bundan çıkarımım:
1- Söylem tam olarak hedefi vurmuştur.
2- Bu eleştiriyi yapanlara ağzımla değil, başka yerlerimle gülüyorum. 'Sokak ağzı' diye eleştiri getirenlere, bu hitabın edildiği kişinin sözlerini okutmak lazım. Hiç örnek vermeyeceğim, zaten herkes biliyor neler söylediğini.
İşte Türkiye'de politika tam da böyle bir şey. Lidere karşı kayıtsız şartsız bağlılık ve daha nefesini bile hisseder hissetmez, düğmelerini iliklemek.
Bugün Türkiye'de "Lider değişti ama zihniyet aynı", "Bu hitap çirkindir" eleştirisini getirenler, ne yazık ki, bu hitabın sahibinin söylediklerini dile getirmezler. Muhalefet partilerinin genel başkanlarına "O adam" diyerek, isimlerini bile dile getirmemesini söylemeyeceklerdir.
Türkiye'de bir şeyler değişmeli. Ama öyle ama böyle. Birilerinin yaptıklarının yanına kâr kalmamalıdır. Devlet bankasından kredi vererek, eşe-dosta televizyon, gazete dağıtmalarının hesabını vermeliler. 7 sene önce ticari sicilde yer almayan ama bugün Türkiye'nin en büyük holdinglerinin nasıl ortaya çıktığını mahkemelerde anlatmalılar. 10 yıl önce gecekonduda otururken, bugün kimlerin hangi havuzlu villalarda, hangi lüks arabalara bindiklerinin hesabını teker teker vermeliler.
Kemal Kılıçdaroğlu'nun bunu yapacağını ya da yapabileceğini söylemiyorum. Bu bir süreç, hepimiz yaşayarak göreceğiz.
Etiketler:
akp,
kemal kılıçdaroğlu,
mehmet ali ılıcak,
recep bey
22 Mayıs 2010 Cumartesi
Artık sessiz Galatasaraylı'yım
Bu yazı sadece bir futbolcunun gönderilmesi ile ilintili değildir, biriken öfkenin patlamasıdır.
Hayatımda hiçbir futbolcu için böylesi bir tavırda bulunacağımı sanmıyordum ama bireysel olarak, eğer Kewell gönderilirse hiçbir biçimde Galatasaray ürünleri almayacağım, maçlarına gitmeyeceğim ve takip etmeyeceğim. Taa ki, bu yönetim gidene, Galatasaray'da Adnan'lar diktatörlüğü sona erene kadar.
Kendi basiretsizliklerini, beceriksizliklerini, üniversitelerde tez (!) olacak aptallıktaki transferlerini örtbas etmek için kendi kendilerine kurban seçenlere, o kurbanı iğrenç bir biçimde yaftalayanları hiçbir biçimde destekleyemem, onlarla aynı noktada olamam.
'Sakat' diye futbolcu göndermeye çalışırken, bütün spor yaşamı 'sakat'lıklarla dolu olan Gökhan Zan'a, bonservisi 'beleş' diye bel bağlamak sahtekârlıkla eşdeğerdir.
Yönetim olarak, bugüne dek sesimizi çıkarmadım, hatta belki destekledim de ancak yeter artık. Hoş, devre arasında yapılan transferlerden sonra bütün şevkim zaten kaçmıştı. Çünkü yaptıkları popülizm ve taraftar goygoyculuğundan başka bir şey değildi.
Her geleni kurban etmek, kendi kıçlarını kurtarmak için sürekli olarak birilerini taraftarın önüne atmak bu yönetimin geleneği haline geldi.
Sarı-kırmızı formayı terletirken, sakatlanan bir adamı, kullanılmış bir tuvalet kağıdı gibi atıp, üstüne sifon çekemez.
Valla kimse kusura bakmasın ama herkesin ağzına geleni söylediği Özhan Canaydın kadar başkanlık yapamamıştır bu yönetim. Benim adıma ilkeler, başarıdan önemlidir.
Bu terbiyesizliği, bu ahlâksızlığa sessiz kalmak, kişisel olarak insanlık suçu gibi geliyor bana.
Kimse çıkıp "Sen nasıl Galatasaraylı'sın? Bir futbolcu için mi bunların hepsi?" demesin. Erozyona uğratılan, taraftar gruplarıyla iç içe geçmiş, onları yemleyen yönetimlerin başarılarının ardında 'temiz' bir gelecek bekleyemem.
Benim renklerine aşık olduğum takım; Muhammet trafik kazası geçirdiğinde sonu belirsizken imza attırandır, Okan'ın ayağı kırıldığında 3 yıl bekleyendir. Edu'yu Washington'u ilk sakatlıklarında yer açmak adına gönderen zihniyet değildir.
Bundan sonra "Sessiz Galatasaraylı'yım."
Etiketler:
adnan polat,
adnan sezgin,
galatasaray,
harry kewell
Hepimiz sakat ve yaşlıyız -Atları da vururlar-
Yazıyı okuduktan sonra "Çok sinirli olduğun için bunları yazmışsın" demesin kimse çünkü gayet serinkanlı ve sakin bir biçimde yazıyorum.
Haldun Üstünel: Sakatlığı ve yaşı itibariyle, gelecek süreçte Galatasaray formasıyla düşünülmeyen isimlerden biri.
Öncelikle sakat olan, sizin beyinlerinizin içi. Sadece bu açıklamadan ötürü bile, sezon ortasında Kewell'ı gönderemeyip, Nonda'yı postalamanızın taraftarı karşınıza almamak için olduğu anlaşılıyor.
Madem bu adam 'sakat ve yaşlı'ydı, o zaman sezon ortasında neden gönderemediniz. 6 ay geçince çok mu yaşlandı?
Akil insanların hepsi bas bas bağırıyor, "Kewell bir futbolcudan öte" diye. Kewell, bu takımın aklı, zekâsı, gülüşü, pozitif enerjisi yani aslında bu takım için çok önemli bir isim.
Hepsini bir kenara bıraktım, bir futbolcu için 'sakat ve yaşlı' nitelemesi yapılması fazlasıyla çirkin. Terbiyesizlikten başka bir şey değil şu iki kelime. Yaşlı olmadığını herkes biliyor, sakatlığının boyutlarını ise sizin 'gerizekâlı' Sağlık Kurulunuz biliyor.
Ama o iki kelimeyi yan yana getirince, akıllarda yer eden etki daha bir fazlalaşıyor, daha bir inandırıcı oluyor.
Göt ata ata almaya çalıştığınız Guti, 20'lik genç sanki. Karşınızda gerizekâlı sürüsü var, onları güdüyorsunuz değil mi?
Umuyorum Kewell, Beşiktaş ya da Fenerbahçe'ye gider, umuyorum Kewell o gittiği yerde sizi utandırır ve umuyorum sizin koltuklarınızdaki yerlerinizin darmadağın olmasını sağlar.
Bu yönetimden zaten çok az umudum vardı, şu 'yaşlı ve sakat' ifadesinden sonra zerresi bile kalmadı.
Bunları gönderme kararı için değil, o iki kelime için söylüyorum. Kewell, nereye giderse gitsin, her gol attığında havaya zıplayacağım.
21 Mayıs 2010 Cuma
Güzel ülkemin aptal insanları
Bu ülke insanının ne kadar aptal olduğunu görmek için, haber portallarının altındaki yorumlara bakmak yeterli oluyor. Sadece 10 dakika baktım, içim bunaldı.
Kulluk etme, biat etme kültürü, "Padişahım çok yaşa" geleneği ciğerlerinin içine kadar işlemiş.
Embesil siyasetçilerin kısır tartışmalarını bu insanların da aynı kelimelerle ifade etmesi, ilkokuldan bu yana öğretilen ezbercilikten kaynaklanıyor olmalı.
Kulluk etme, biat etme kültürü, "Padişahım çok yaşa" geleneği ciğerlerinin içine kadar işlemiş.
Embesil siyasetçilerin kısır tartışmalarını bu insanların da aynı kelimelerle ifade etmesi, ilkokuldan bu yana öğretilen ezbercilikten kaynaklanıyor olmalı.
20 Mayıs 2010 Perşembe
Madenciden
19 Mayıs 2010 Çarşamba
Lanet olsun!!!
Bekledik ama olmadı. Mucizeler her zaman gerçekleşmiyor.
Böylesi bir işte taşeronlaştırmaya göz yumanlara, insanların çaresizliğinden faydalanarak, "İki kişi 10 ton çıkartmadan gelmeyin" diyen yavşaklara, her kaza sonrası "Biz daha yeni denetim yaptık" diyen devlet yetkililerine, basına "Olay yerine gitmeyin" diyen bakana, ağzıma ne gelirse sayıyorum.
Umarım, sizin de canınızın parçası kopar gider.
Bu kafayla giderseniz askere, nah alırsınız tezkere
Yok yok, yazmasam olmazdı. Hoş, Fenebahçe yorumu yapınca bazı arkadaşlar çok kızıyor. Hatta, "Sana da amma batmış Fenerbahçe" diye serzenişte bulunuyor.
O kadar futbol kelamı etmişiz, Aziz Yıldırım'ın basın toplantısına değinmezsek olmaz valla.
Başlık başlık alalım, cevapları yazalım, en azından aklımda kalanları...
Aziz Yıldırım: Belediye başkanlarının sporun içinde olmamasına yönelik yasa var, Melih Gökçek'in varlığı Türk sporunu çok kötü götürür
Yorum: Kesinlikle doğru bir açıklama. Buna dair bir yasa var. Var, var da; senin yaptığın basın toplantısında Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk'ün ne işi var onu anlamadım. Belli olmayan şampiyonluk öncesi, Bağdat Caddesi'ni belediye araçlarını kullanarak süslemek, neyin nesi? Bir zahmet, kaçırılan bir şampiyonluk sonrası basın toplantısı düzenlediğinde açıklayıver.
Aziz Yıldırım: Rüştü, Kasımpaşalılar'ı arıyor. Hadi sizi göreyim diyor. Ankaragücü'ne mesaj atıyor. Bende kendisine haber gönderdi. "İnşallah Bursa'da iyi oynarsın" diye. Kaleciler hata yaptılar. Peki ya Rüştü ne yaptı? Çıksın söylesin. Ben bu şahısları aramadım desin. Beşiktaş kalecisinin bu adamlarla ne işi var. O zaman Bursa'da yediği gol bana şaibeli geliyor. Ağızımdan kötü şeyler çıksın istemiyorum.
Yorum: Öncelikle söz edilen maçları, Şanlıurfa'daki kupa finali hariç (Zaten eşikteki-beşikteki hiçbir Fenerbahçeli'nin o kupayı kazanacağına dair bir ümidi de kalmadı), hepsini kazandın. Rüştü nasıl bir ilahi güçtür ki, telefonla arkadaşlarını arayıp, o takımların "Türkiye'nin tek büyüğü" Fenerbahçe'yi yenmesini sağlayacak? Hani sen tek büyüktün? O vakit Rüştü, koskoca Fenerbahçe camiasından daha yüce ve büyük bir varlık. Öyle mi yani?
Ayrıca, Rüştü'nün kimi, ne zaman aradığını ya da kime nasıl mesaj attığını nereden biliyorsun? Kim veya kimler paylaşılması yasak olan bu bilgileri sana nasıl ulaştırıyor? Mümkünse bu da açıklansın.
Aziz Yıldırım: Bizim resmi yayınımız dışında haberler yazmayın.
Yorum: Olur, bundan sonra her yapacağımız haber için, Fenerbahçe resmi sitesini bekleyelim. Hatta, gazetelerdeki, televizyonlardaki, radyolardaki bu işle ilgili tüm adamlar işten çıkartılsın, siz kendi haberinizi kendiniz verin.
Yalan haber konusunda kesinlikle haklı ama "Bizim resmi yayınımız dışında haber yazmayın" deme cürretini, kendinde nasıl bulur bu adam? Nasıl bir faşizan düşünce biçimidir? İnsanda biraz terbiye, edep, adap olur. Her boku biliyorsunuz, basına da nasıl haber yapacağını öğreteceksiniz. Sen önce iletişim çağında, olmayan şampiyonluğa sevinen taraftarını eğit, be akıllı.
Aziz Yıldırım: Ben Fenerbahçe Başkanı olarak buradan Kadir Topbaş’a sesleniyorum: İstanbul’da yapılan hafriyat işlerinin. döküm işlerinin tamamını almaya, ihaleye hazırız ve bize verilmesini istiyoruz.
Yorum: E, oha. Yüzsüzlüğün bu kadarına başka ne söylenir bilmiyorum. Haklısın ama Kadıköy Belediyesi size çalışıyor, o yüzden alışıksınız belediyelerle içli-dışlı akçeli işler yapmaya. Olur paşam, hatta İstanbul Büyükşehir Belediyesi, gelirlerinin bir kısmını "Türkiye'nin tek büyüğü" Fenerbahçe kulübüne tahsis etsin. Hatta olmazsa, Türkiye Cumhuriyeti Hazinesi, Fenerbahçe Cumhuriyeti Hazinesi'ne, senin belirlediğin bir oranda gelir yardımı yapsın.
Aziz Yıldırım: Ama artık Türkiye’de tek büyük var, O da Fenerbahçe’dir.
Yorum: Hâlâ aptalca bir biçimde bu dünyanın en gerzek yalanına inanıyorsunuz ve insanları da inandırmaya çalışıyorsunuz. Kendinize düşmanlar yaratmak, sonra o düşmanlar karşısında ağlayıp sızlamaktan başka bir şey yapmıyorsunuz. Neyin büyüğü, hangi büyük, kıstas ne belli değil. Ortaya atılmış bir deli saçması sadece. O kadar çok tekrar ediyorlar ki, gerçekten buna inanmaya başladılar.
Lütfen, buna gerçekten inanan birisi bana çıkıp Fenerbahçe'nin neden Türkiye'nin tek büyüğü olduğunu açıklasın.
Yazık, gerçekten yazık. Ciddi anlamda bir ruh doktoruna ihtiyacı var bu adamın. Psikolojik destek almalı, hatta bir süre rehabilite edilmeli. Bunu dalga geçmek için söylemiyorum, cidden iyi bir ruh hali değil bu. Aynı derede yüzlerce kez yüzdünüz ama aynı aptallıklara devam ediyorsunuz. Bunun, şu birkaç günlük travmatik dönemden ötürü olmadığı da gün gibi ortada.
Bu arada 'veleybol' diye bir spor yok, o sporun ismi 'voleybol'.
Etiketler:
aziz yıldırım,
fenerbahçe,
melih gökçek,
rüştü reçber
18 Mayıs 2010 Salı
Lütfen bir mucize olsun
Bırakın bu popülist eylemleri
Uğur İnceman, Rodrigo Tello, Yusuf Şimşek, Mert Nobre muhtemelen yönetimin bundan sonraki senelerde hedeflerindendir.
Unutmadan; Adnan Polat, basketbol takımını dağıtmayacaklarını açıklamıştı iki hafta önce ama Evren Büker teklif bekleye bekleye geçirdiği günlerin sonunda Trabzonspor'a transfer oldu. 16 yıldır bir yabancı oyuncu iki seneyi geçirmemiş bir takımdan söz ediyoruz. Sonra her sezon sonu, "Seneye şöyle takım yaratacağız" diye taraftarın ağzına iki parmak bal çalıp, sezon ortasında ağlamalar başlar.
Fazlaca popülist bir yönetim, fazlaca ucuz açıklamalar ve ne yazık ki fazlaca "biz bize benzeriz" örnekleri sunuluyor.
Bir insan yapamayacağı işi görmeli, anlamalı. İşin suyu çıkmadan, hele de Türkiye gibi bir ülkede, her başarısız sonuçta 'adam asmaca' oynamaya meraklı kitleler önünde zorlamadan, bu işi yapabileceklere bırakılmalı.
Ben şimdi buraya 18 Mayıs 2010 tarihinde saat tam 18.25'ken bir not düşeyim, sonra tozlu raflardan çıkartırız. Kıçını kurtarmak için herkesi satabilecek potansiyele sahip adamlardan yönetim, başkan, idareci olmaz.
Adnan Sezgin, oralarda dolanıyorken, kişisel olarak yönetime güvenemem. Gökhan Zan'dan sonra Serdar Özkan. Herkeste aynı laf, "Ama Arda dedi ki; bizim neslin en yeteneklisi Serdar'dır."
Nasıl bir nesilmiş anlamadım anasını satayım. Arda, Mehmet Güven için de "Bizim takımın en yeteneklisi odur" dememiş miydi?
Çıkan sonuç; ya Arda futboldan anlamıyor, ya garibimi birilerine siper kullanıyorlar.
Bu yıl bol bol transfer haberi okuyacağız. Mehmet Batdal için yorumum; bir adam 25 yaşına geldiyse ve halen ikinci ligde oynuyorsa, kuşku duyarım. Benim için Yaser, Ferdi Elmas tadında bir transferdir. Umarım yanılırım.
Halen transfer düşünülüyor ona çıldırıyorum. Şu zihniyet değişimini ne zaman yapacaklar acaba?
Etiketler:
adnan polat,
adnan sezgin,
mehmet batdal,
serdar özkan
17 Mayıs 2010 Pazartesi
Asrın buluşu; mavi tabure
Ya o değil de, bu statta taburenin ne işi var onu anlayamadım. Cağaloğlu Hamamı mı burası yoksa stadyum mu belli değil. Türkiye'nin 'en harikulade' stadının mis gibi koltukları varken, tabureye niye ihtiyaç duyar acaba bir kulüp.
Ben mi kötü niyetliyim acaba? Hakikaten lan, tabure ne?
Elektronik ıslık, tribüne devasa lazer koymak, koltuklara bok sürmek ve maç devam ederken marş çalmaktan sonra sonra yeni bir icadımız oldu. Tabure.
Renkler de mavi, fazla dikkat çekmesin diye muhtemelen.
Eyvallah, bütün statlarda rezaletler yaşanmıştır, her statta akla hayale gelmeyecek utanç kaynakları vardır ama senelerden bu yana terörize edilmiş bir tribünün yaptıklarının affedilecek tarafı yok.
Bir önceki postta da söyledim. Herkes bu işin takipçisi olmalıdır. Öyle bir maçla, 300-500 bin TL ile geçiştirilmeyecek şeyler yaşandı dün gece. Maç oynanırken, tribün yanıyordu var mı daha ötesi? Son fotoğrafa dikkatle bakın; 1 değil, 2 değil, 3 değil tam tamına 12 itfaiye aracı var. Yazıyla 'On iki'. İtfaiye sadece ve sadece devasa yangınlarda bu sayıda araç yollar olay mahaline, gerisini siz düşünün.
Onu bunu bilmem, dün geceki terör olaylarının hesabını bağıra bağıra vermeli Fenerbahçe yönetimi. Vermeli ki, kendinde her şeyi yapma hakkı gören vandallar bir daha bu hareketlere kalkışmamalı.
Bu kadar olay sonrası ne yapıldı peki? Stad anonsunu yapan şaşkını gözaltına aldılar. Fatura kesildi yani, öyle mi?
Daha maç sonu soyunma odasından çıkamayanları, dükkân talanlarını, bıçaklananları, saldırıya uğrayanları yazmadım bile.
Hayır, son maçta, son dakikada kaçan şampiyonlukların kaşarı olma yolunda ilerleyen bir camianın, hazırlıklı olması gerekirdi? Bu öfke, bu telaş neden.
Not: 2009-2010 sezonuna ilişkin son yazı, Galatasaray'a giydirmek olacaktır. Bu kadar Fenerbahçe yazısı yetti. Bundan sonrasında ancak kontralar olur o kadar.
Kibir, anlamsız büyüklük kompleksi ve tecelli eden adalet
Geyikler bir tarafa, dün gece ve sonrasında Türkiye'de yaşananlarla, Şükrü Saraçoğlu Stadı'nda vuku bulanları ciddi anlamda irdelemek gerekiyor.
Önce dün akşama dönmek lazım. Futbol açısından ciddi anlamda şanssızlık barındıran bir 90 dakika yaşadı Fenerbahçeliler. Trabzonspor kalecisi Onur, eski Bursaspor kaptanı Egemen ve Giray ile 10 çubuklu formalı arasında geçen maçta, herkesin ortak kanısı Onur'un bir şampiyonluğa ve adalet duygusuna yön vermesi 50 bin kişilik güruhun, önce dünya spor tarihinin en unutulmaz anlarından birinin yaşanmasına (komiklik diye nitelemeyelim hem hafif kalıyor hem garip) ardından da vandalizmin en ince (!) örneklerini göstermesine neden oldu.
İşin esası anlaşıldığı zaman o çok övündükleri (hatta övündükleri iki şeyden biri) statlarını yakmaları, koltukları tekmeleyip kırmaları, saha içinde timsah yürüyüşünden timsah gözyaşlarına evrilmeleri yani bir spor kulübü taraftarının acz içine düştüğü anlar, ciddi anlamda sosyolojik, psikolojik araştırmaları gerektiriyor.
Daha 10 dakika önce 'kahramanlaştırdıkları' insanları, kaçınılmaz son anlaşıldığında linç edebilecek duruma gelmeleri aslında sadece Fenerbahçe taraftarına has bir özellik değil. Dün yaşananların benzeri Ali Sami Yen ya da İnönü Stadı'nda da pek tabii ki gerçekleşebilirdi. Haa, ama o statlarda bu kadar komik duruma düşülebilir miydi onu bilemiyorum.
Bundan sonra herkesin, Türkiye Futbol Federasyonu'nun vereceği cezanın takipçisi olması gerekir. Bu denli vahim olaylar, Türkiye'nin gözü önünde yaşandıktan sonra ne gibi bir ceza verilecek doğrusu merak ediyorum.
Çünkü geçiştirilecek, gözden kaçırılacak boyutta şeyler olmadı Şükrü Saraçoğlu Stadı'nda. Hoş, bu statta sürekli şiddet unsurlarını da görüyoruz ancak herhangi bir işlem yapıldığına denk gelmedik. Zaten bu yüzdendir ki, Şükrü Saraçoğlu'nda tribünleri yakma, sokak ortasında gazeteci dövme, parmağını kırma, dükkân yağmalama cesareti bulunmuştur.
Dün o statta yaşananların Türkiye'nin EURO 2016 adaylığını, fazlasıyla derinden yaralayacağı gerçeğinin de göz önünde bulundurulması gerekir.
İşin bir de maç sonrası boyutu var tabii. Bugün okuduğunuz Fenerbahçeli yazarların hemen hepsinin birleştiği nokta "Türkiye bizi sevmiyor, herkese karşı savaşıyoruz" argümanı. Kaçan her şampiyonluk sonrası bu fikre kapılmak, sürekli olarak bu düşünceyi dile getirmekle bir yere varılmayacağını anlamaları daha ne kadar sürecek acaba? Niye bu ülkede Galatasaray'dan, Beşiktaş'tan ya da Trabzonspor'dan bu denli nefret edilmiyor da, Fenerbahçe'den ediliyor acaba, hiç düşündüler mi? Eğer bir veri ortaya koyuyorsan, o vakit bunun nedenlerini, sebeplerini de bilmen gerekir. Bilmiyorsan da, düşünmen gerekir.
Bu fikre ben de katılıyorum doğrusu. "Neden?" diye kendime sorduğumda, kendimce cevaplar buluyorum. Rakiplerini sürekli aşağılamak, kendinden başkasına saygı duymamak, kendini 'Tek büyük' olarak kabul etmek ve bu sorunun aslını sürekli tekrar etmek ilk aklıma gelenler oluyor.
4 sene önceye dönelim. Şu meşhur 16 dakikalık hazin sona yani. O şampiyonluğun geldiği akşam Murat Özaydınlı'nın, Malatyaspor maçı sonrası canlı yayında 13 dakikalık konuşmasında 58 kez sarf ettiği 'Fakir fukara' açıklamasından sonradır.
Yine rakiplerini aşağılayarak, yine herkesin kendilerine karşı söylemi ile bütün Türkiye'yi o ana kadar olmasa da, o andan sonra ters etki altına alarak, bir şampiyoluğun kaçırılmasına neden olmuştur. Zaten sonrasında fatura kendisine kesilmiştir ve bir daha televizyonlarda beyanat verirken görememişizdir.
Bir spor kulübü taraftarı düşünüyorum ki, rakibinin teknik direktörünün babasının mesleğinden ötürü aşağılasın. O güne kadar kimse nefret etmiyorsa bile, bir tribünü neredeyse baştan aşağı kaplayan "Rıza Efendi iki ekmek bir süt" pankartı ile tüm Türkiye'nin nefretini kazanmıştır bu kulüp.
Bunca olaydan akıllanmıyor ve siz, bir rakibinizi yenmeye yakın götünüzle top durduruyorsanız; rakibiniz penaltı atarken, hiç eşi benzeri görülmemiş bir biçimde sahanın ortasında sondaj yapıyorsanız; futbolcunuzun eşi bile terbiyesizce el-kol hareketleri yapıyorsa; sanki sözleşmişcesine dünyanın en aptalca gol sevinçlerini sergiliyorsanız, rakibinizin formasından ötürü stat hoparlörlerinde "Bir mahsun mor menekşe ağlıyor mu ne?" diye şarkı çalıyorsanız, haliyle bir ülkede sevilmemek için pek çok nedeniniz olur.
Adalet duygusu o kadar ilginç bir şey ki, önünde sonunda tecelli edeceğine inanırım. Koskoca bir sezon boyunca, aleyhinizdeki her hakem kararına aylarca karanlıkta bırakılmış aç köpekler gibi saldırdıktan sonra yine bir hakem kararına bu biçimde itiraz ederken gol yemek, söz ettiğim adaletin tecelli etmesini sağlamıştır.
Kuvvetle muhtemeldir ki, bu travmayı atlattıktan hemen sonra (Nasıl atlatacaklar onu da bilmiyorum. Şampiyonluğun kaçması değil, dünyanın alay ettiği bir biçimde olmayan şampiyonluğun kutlanması daha büyük bir travma olmuştur) taarruza geçilecektir. Medyası, taraftarı, yöneticisi yani hemen hepsi bu yazının genelinde söz edilmeye çalışılan "Türkiye'ye karşı savaşıyoruz" argümanını önümüze koyacak.
Şimdiden "Hani Aziz Yıldırım hakemleri almıştı?" cümlesi dillendirilmeye başlandı. Bu sözü söyleyen arkadaşlara, 1-1'lik Trabzonspor maçında Yunus Yıldırım'ın verdiği serbest atışları, faulleri hatırlatırım. Maçı işyerinde izledim ve hemen herkes Fenerbahçeli'ydi. Maçın 70. dakikasından itibaren "Ulan atın kendinizi ceza alanında hakem penaltı verecek" cümlesini, muhtemelen bütün Fenerbahçeliler sarf etmiştir. İlginçtir, aynı duyguya sahiptim.
Ama olmadı işte. Bazen o adaletin tecelli etmesi gerekir ki, akılların başına gelmesi için. 4 yıl önceden kimse ders çıkartamadı, 4 yıl sonra çıkartırlar mı merak konusu. Gazeteciniz bile "Aferin Şenol Güneş ve Onur" diye yazıyorsa, çok da ümitvar olmamak lazım. Yine de, çıkmadık candan umut kesilmezmiş.
Artık herkesin aklını başına alma zamanı geldi hatta geçiyor.
Kendinizi sürekli olarak dev aynasında görmeyi, rakiplerinizi aşağılamayı, kendinizden başka herkesi küçük görmeyi bırakın. Evet, böyle yaptığınız sürece nefret duygusu uyandıran bir kulüp olmaya devam edeceksiniz ve bu fikriniz en sonunda vazgeçilmez korkunuz halini alacak.
Eğer siz Fenerbahçeli'yseniz ve hâlâ "Tüm Türkiye'ye karşı savaşıyoruz" diye düşünüyorsanız, daha bol bol travma geçirmeye hazırlanın derim.
Son söz; adaletin tecellisi Bursa'nın şampiyonluğu ile değil, Fenerbahçe'nin şampiyon olmaması ile gerçekleşmiştir. Bursaspor şampiyonluğuna dair de kelamım olacaktır hafta içi.
Önce dün akşama dönmek lazım. Futbol açısından ciddi anlamda şanssızlık barındıran bir 90 dakika yaşadı Fenerbahçeliler. Trabzonspor kalecisi Onur, eski Bursaspor kaptanı Egemen ve Giray ile 10 çubuklu formalı arasında geçen maçta, herkesin ortak kanısı Onur'un bir şampiyonluğa ve adalet duygusuna yön vermesi 50 bin kişilik güruhun, önce dünya spor tarihinin en unutulmaz anlarından birinin yaşanmasına (komiklik diye nitelemeyelim hem hafif kalıyor hem garip) ardından da vandalizmin en ince (!) örneklerini göstermesine neden oldu.
İşin esası anlaşıldığı zaman o çok övündükleri (hatta övündükleri iki şeyden biri) statlarını yakmaları, koltukları tekmeleyip kırmaları, saha içinde timsah yürüyüşünden timsah gözyaşlarına evrilmeleri yani bir spor kulübü taraftarının acz içine düştüğü anlar, ciddi anlamda sosyolojik, psikolojik araştırmaları gerektiriyor.
Daha 10 dakika önce 'kahramanlaştırdıkları' insanları, kaçınılmaz son anlaşıldığında linç edebilecek duruma gelmeleri aslında sadece Fenerbahçe taraftarına has bir özellik değil. Dün yaşananların benzeri Ali Sami Yen ya da İnönü Stadı'nda da pek tabii ki gerçekleşebilirdi. Haa, ama o statlarda bu kadar komik duruma düşülebilir miydi onu bilemiyorum.
Bundan sonra herkesin, Türkiye Futbol Federasyonu'nun vereceği cezanın takipçisi olması gerekir. Bu denli vahim olaylar, Türkiye'nin gözü önünde yaşandıktan sonra ne gibi bir ceza verilecek doğrusu merak ediyorum.
Çünkü geçiştirilecek, gözden kaçırılacak boyutta şeyler olmadı Şükrü Saraçoğlu Stadı'nda. Hoş, bu statta sürekli şiddet unsurlarını da görüyoruz ancak herhangi bir işlem yapıldığına denk gelmedik. Zaten bu yüzdendir ki, Şükrü Saraçoğlu'nda tribünleri yakma, sokak ortasında gazeteci dövme, parmağını kırma, dükkân yağmalama cesareti bulunmuştur.
Dün o statta yaşananların Türkiye'nin EURO 2016 adaylığını, fazlasıyla derinden yaralayacağı gerçeğinin de göz önünde bulundurulması gerekir.
İşin bir de maç sonrası boyutu var tabii. Bugün okuduğunuz Fenerbahçeli yazarların hemen hepsinin birleştiği nokta "Türkiye bizi sevmiyor, herkese karşı savaşıyoruz" argümanı. Kaçan her şampiyonluk sonrası bu fikre kapılmak, sürekli olarak bu düşünceyi dile getirmekle bir yere varılmayacağını anlamaları daha ne kadar sürecek acaba? Niye bu ülkede Galatasaray'dan, Beşiktaş'tan ya da Trabzonspor'dan bu denli nefret edilmiyor da, Fenerbahçe'den ediliyor acaba, hiç düşündüler mi? Eğer bir veri ortaya koyuyorsan, o vakit bunun nedenlerini, sebeplerini de bilmen gerekir. Bilmiyorsan da, düşünmen gerekir.
Bu fikre ben de katılıyorum doğrusu. "Neden?" diye kendime sorduğumda, kendimce cevaplar buluyorum. Rakiplerini sürekli aşağılamak, kendinden başkasına saygı duymamak, kendini 'Tek büyük' olarak kabul etmek ve bu sorunun aslını sürekli tekrar etmek ilk aklıma gelenler oluyor.
4 sene önceye dönelim. Şu meşhur 16 dakikalık hazin sona yani. O şampiyonluğun geldiği akşam Murat Özaydınlı'nın, Malatyaspor maçı sonrası canlı yayında 13 dakikalık konuşmasında 58 kez sarf ettiği 'Fakir fukara' açıklamasından sonradır.
Yine rakiplerini aşağılayarak, yine herkesin kendilerine karşı söylemi ile bütün Türkiye'yi o ana kadar olmasa da, o andan sonra ters etki altına alarak, bir şampiyoluğun kaçırılmasına neden olmuştur. Zaten sonrasında fatura kendisine kesilmiştir ve bir daha televizyonlarda beyanat verirken görememişizdir.
Bir spor kulübü taraftarı düşünüyorum ki, rakibinin teknik direktörünün babasının mesleğinden ötürü aşağılasın. O güne kadar kimse nefret etmiyorsa bile, bir tribünü neredeyse baştan aşağı kaplayan "Rıza Efendi iki ekmek bir süt" pankartı ile tüm Türkiye'nin nefretini kazanmıştır bu kulüp.
Bunca olaydan akıllanmıyor ve siz, bir rakibinizi yenmeye yakın götünüzle top durduruyorsanız; rakibiniz penaltı atarken, hiç eşi benzeri görülmemiş bir biçimde sahanın ortasında sondaj yapıyorsanız; futbolcunuzun eşi bile terbiyesizce el-kol hareketleri yapıyorsa; sanki sözleşmişcesine dünyanın en aptalca gol sevinçlerini sergiliyorsanız, rakibinizin formasından ötürü stat hoparlörlerinde "Bir mahsun mor menekşe ağlıyor mu ne?" diye şarkı çalıyorsanız, haliyle bir ülkede sevilmemek için pek çok nedeniniz olur.
Adalet duygusu o kadar ilginç bir şey ki, önünde sonunda tecelli edeceğine inanırım. Koskoca bir sezon boyunca, aleyhinizdeki her hakem kararına aylarca karanlıkta bırakılmış aç köpekler gibi saldırdıktan sonra yine bir hakem kararına bu biçimde itiraz ederken gol yemek, söz ettiğim adaletin tecelli etmesini sağlamıştır.
Kuvvetle muhtemeldir ki, bu travmayı atlattıktan hemen sonra (Nasıl atlatacaklar onu da bilmiyorum. Şampiyonluğun kaçması değil, dünyanın alay ettiği bir biçimde olmayan şampiyonluğun kutlanması daha büyük bir travma olmuştur) taarruza geçilecektir. Medyası, taraftarı, yöneticisi yani hemen hepsi bu yazının genelinde söz edilmeye çalışılan "Türkiye'ye karşı savaşıyoruz" argümanını önümüze koyacak.
Şimdiden "Hani Aziz Yıldırım hakemleri almıştı?" cümlesi dillendirilmeye başlandı. Bu sözü söyleyen arkadaşlara, 1-1'lik Trabzonspor maçında Yunus Yıldırım'ın verdiği serbest atışları, faulleri hatırlatırım. Maçı işyerinde izledim ve hemen herkes Fenerbahçeli'ydi. Maçın 70. dakikasından itibaren "Ulan atın kendinizi ceza alanında hakem penaltı verecek" cümlesini, muhtemelen bütün Fenerbahçeliler sarf etmiştir. İlginçtir, aynı duyguya sahiptim.
Ama olmadı işte. Bazen o adaletin tecelli etmesi gerekir ki, akılların başına gelmesi için. 4 yıl önceden kimse ders çıkartamadı, 4 yıl sonra çıkartırlar mı merak konusu. Gazeteciniz bile "Aferin Şenol Güneş ve Onur" diye yazıyorsa, çok da ümitvar olmamak lazım. Yine de, çıkmadık candan umut kesilmezmiş.
Artık herkesin aklını başına alma zamanı geldi hatta geçiyor.
Kendinizi sürekli olarak dev aynasında görmeyi, rakiplerinizi aşağılamayı, kendinizden başka herkesi küçük görmeyi bırakın. Evet, böyle yaptığınız sürece nefret duygusu uyandıran bir kulüp olmaya devam edeceksiniz ve bu fikriniz en sonunda vazgeçilmez korkunuz halini alacak.
Eğer siz Fenerbahçeli'yseniz ve hâlâ "Tüm Türkiye'ye karşı savaşıyoruz" diye düşünüyorsanız, daha bol bol travma geçirmeye hazırlanın derim.
Son söz; adaletin tecellisi Bursa'nın şampiyonluğu ile değil, Fenerbahçe'nin şampiyon olmaması ile gerçekleşmiştir. Bursaspor şampiyonluğuna dair de kelamım olacaktır hafta içi.
16 Mayıs 2010 Pazar
O an
Gülsem mi, gülmesem mi, bilemedim ben onu şimdi. Ama bu an maçın tam bitimi.
Kadıköy'de petrol çalışması yapan Bilica, yanındaki insan kopyasına sarılmış.
Offf, diyorum. İçimde yağlar vardı, hafiften eriyor.
Not: Adsız yorum yazan sevgili embesil arkadaşım, ben Fenerbahçe şampiyon olamadı diye mutlu filan değilim. Beni zerre ilgilendirmiyor kimin şampiyon olduğu. Benim mutluluğum Bilica, Volkan gibi haysiyetsizlerin, rakibiyle alay eden şerefsizlerin, emek hırsızlığı yapan onursuzların düştüğü durumdur.
İstersen şu gerzekçe yorumlarından vazgeç olur mu? Bu arada bana yolladığın blogda yazanlara yorum bile yapmam, kendisi sene boyunca bol bol nefret kusmuş, önüne gelenle alay etmiş bir tiptir. Layığını bulmuştur.
Bunlar da benden bonus olsun, madem öyle...
Keser döner sap döner gün gelir hesap döner
Galatasaray'ın Fenerbahçe'ye 1-0 yenildiği gün demiştim ki, "Sana söylenecek çok laf var ama anlama yetinin olabileceğini sanmıyorum. İnsan olsan anlardın ama böyle kötü bir insan kopyası şeklinde ortalarda dolanınca anlatılmıyor ağız tadıyla. Sen, daha bol bol forma giyeceksin bu ülkede. Bu hareketin altı keçeli kalemle çizili bir biçimde duruyor orta yerde. Bugün olmadı yarın, olmadı başka gün tozlu raftan çıkartılır bu hareket, emin ol"
Hah işte! Bak o götün açıldığı gün geldi çattı. Şimdi o topu durduğun ana geri dön, kaçırdığın kupayı hayal et.
Artık gerisini de ben söylemeyeyim. Sen, kendi işini kendin hallet.
Helal olsun hepinize
15 Mayıs 2010 Cumartesi
Küsük tavşan!
Kapı arasından Rijkaard'a 'git' denilmek istendiği çok açık. Yoksa, Frank Rijkaard'ın tam da tartışıldığı sırada Adnan Polat'ın, Fatih Terim'le görüşmesinin bir anlamı olamaz. En azından, benim aklıma bir şey gelmiyor.
Kimse çıkıp "Fatih Terim koordinatörlük için düşünülüyor" demesin, buna kargalar bile güler.
Adnan Polat başkanlığındaki Galatasaray yönetiminin başarılı olduğu konular mutlaka vardır, eleştirilecek yanları ya da olumsuz tarafları da mutlaka vardır. Fakat şu bir gerçek ki, sportif anlamda hem başarısız olmuştur hem de mantıksız hamleler yapmıştır.
Bundan sonra geçecek süreç belli ki, bir ton adam almakla geçecek. 2. Kalli döneminde olduğu gibi 'revizyon' yapılacak ve o meşhur söz de olduğu gibi "Gelecek 10 yıla damgasını vuracak takım" yaratılmaya çalışılacak.
Kendimi bildim bileli, Adnan Polat bu kulübün yönetimindedir. Açıkçası kendisini fazlaca popülist bulurum ama önyargım da yoktur.
Bir şey var ki, bu yönetim sürekli olarak panik ve telaş halinde hareket ediyor. Cevat Hoca döneminde alınan şans şampiyonluğu sonrasında, işler ne zaman tersine dönse fazlaca gereksiz bir biçimde radikal kararlar alınıyor.
Bu kulübün içinde atılması gereken fazlaca safra taşı var. Bunların temizlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Temizlenmediği taktirde bu taşlar karın ağrıtacak.
Şimdiden söyleyeyim, Adnan Polat'ın başkanlık işini kıvıramadığını düşünüyorum ve bundan sonra da yapabileceğini sanmıyorum. İsterse ard arda 5 kez şampiyon olsun. Çünkü sorun şampiyonluk değil, sürekli olarak harcanan insanlar.
Hem de, harcanması gerekenler yanı başında dururken...
Son sözüm şu olacak: Umuyorum ki, Fatih Terim Galatasaray'ın başına yeniden dönmez. Pek çok insanın fazlasıyla mutlu olacağını biliyorum ama beni Galatasaray'dan soğutma noktasına getirecektir. Haa, ben kim miyim? Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış atasözündeki tavşan.
Kimse çıkıp "Fatih Terim koordinatörlük için düşünülüyor" demesin, buna kargalar bile güler.
Adnan Polat başkanlığındaki Galatasaray yönetiminin başarılı olduğu konular mutlaka vardır, eleştirilecek yanları ya da olumsuz tarafları da mutlaka vardır. Fakat şu bir gerçek ki, sportif anlamda hem başarısız olmuştur hem de mantıksız hamleler yapmıştır.
Bundan sonra geçecek süreç belli ki, bir ton adam almakla geçecek. 2. Kalli döneminde olduğu gibi 'revizyon' yapılacak ve o meşhur söz de olduğu gibi "Gelecek 10 yıla damgasını vuracak takım" yaratılmaya çalışılacak.
Kendimi bildim bileli, Adnan Polat bu kulübün yönetimindedir. Açıkçası kendisini fazlaca popülist bulurum ama önyargım da yoktur.
Bir şey var ki, bu yönetim sürekli olarak panik ve telaş halinde hareket ediyor. Cevat Hoca döneminde alınan şans şampiyonluğu sonrasında, işler ne zaman tersine dönse fazlaca gereksiz bir biçimde radikal kararlar alınıyor.
Bu kulübün içinde atılması gereken fazlaca safra taşı var. Bunların temizlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Temizlenmediği taktirde bu taşlar karın ağrıtacak.
Şimdiden söyleyeyim, Adnan Polat'ın başkanlık işini kıvıramadığını düşünüyorum ve bundan sonra da yapabileceğini sanmıyorum. İsterse ard arda 5 kez şampiyon olsun. Çünkü sorun şampiyonluk değil, sürekli olarak harcanan insanlar.
Hem de, harcanması gerekenler yanı başında dururken...
Son sözüm şu olacak: Umuyorum ki, Fatih Terim Galatasaray'ın başına yeniden dönmez. Pek çok insanın fazlasıyla mutlu olacağını biliyorum ama beni Galatasaray'dan soğutma noktasına getirecektir. Haa, ben kim miyim? Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış atasözündeki tavşan.
Etiketler:
adnan polat,
fatih terim,
frank rijkaard,
galatasaray
12 Mayıs 2010 Çarşamba
Korkak, pısırık. onursuz ve şahsiyetsiz ordusu
Anadolu Grubu’nun Başkanı Tuncay Özilhan, Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurulu (TAPDK) tarafından hazırlanan, içki ve tütünde adeta '4. Murat' yasakları getiren tasarı yasalaşırsa Efes Pilsen Basketbol Kulübü’nü kapatacaklarını açıkladı.
Tarih 12 Mayıs 2010. Ve demişiz ki, 29 Eylül 2010'da; "Ülker-Fener birlikteliği ve Ülker'in Galatasaray ile Beşiktaş'a sponsor olmasındaki amaç, sportif anlamda Türkiye'de varolan Efes Pilsen hegamonyasını kırmak değil, sponsor olarak Efes Pilsen markasını basketboldan uzaklaştırmak"
Okumak isteyen tıklasın; "Fenerbahçe-Efes Pilsen savaşının ardındakiler"
İsteyen kızsın, isteyen küplere binsin, isteyen sövsün ama bu ülkede halen, siyasi iktidarın iyi niyetinden, demokratikleşme çabalarından söz edenler, gerizekâlıdır, hatta ötesindedir. Her şey belli bir plan ve program dahilinde yürüyor.
Kimse sesini çıkarmadığı sürece bu attıkları adımlar daha da uç boyutlara erişecek. Gerçi daha ne kadar uç boyuta erişebilir bilmiyorum. İnsanlar sesini yükseltmek için, daha neyi bekliyor onu da bilmiyorum.
Bu kadar; korkak, pısırık, onursuz, şahsiyetsiz insanların biraraya geldiği başka yer var mı, onu daha çok merak ediyorum. Herkes otursun oturduğu köşede, bir gün mutlaka köşelerinde oturanlara da ucunun dokunacağı şeyler olacak.
Tabii sportif açıdan da, Fenerbahçe'ye kepçeyle verileni kabul edip, kaşığın ucuyla susturulan Beşiktaş ve Galatasaray da, Ülker'le birliktelik kurdukları için suça ortaktır. Kimse bu cümleden, "Galatasaray ve Beşiktaş'la da benzer bir birliktelik kurulursa sorun kalmaz" anlamını da çıkarmasın. Zaten Fenerbahçe'nin derdi başka, onu da bilen biliyor.
Tarih 12 Mayıs 2010. Ve demişiz ki, 29 Eylül 2010'da; "Ülker-Fener birlikteliği ve Ülker'in Galatasaray ile Beşiktaş'a sponsor olmasındaki amaç, sportif anlamda Türkiye'de varolan Efes Pilsen hegamonyasını kırmak değil, sponsor olarak Efes Pilsen markasını basketboldan uzaklaştırmak"
Okumak isteyen tıklasın; "Fenerbahçe-Efes Pilsen savaşının ardındakiler"
İsteyen kızsın, isteyen küplere binsin, isteyen sövsün ama bu ülkede halen, siyasi iktidarın iyi niyetinden, demokratikleşme çabalarından söz edenler, gerizekâlıdır, hatta ötesindedir. Her şey belli bir plan ve program dahilinde yürüyor.
Kimse sesini çıkarmadığı sürece bu attıkları adımlar daha da uç boyutlara erişecek. Gerçi daha ne kadar uç boyuta erişebilir bilmiyorum. İnsanlar sesini yükseltmek için, daha neyi bekliyor onu da bilmiyorum.
Bu kadar; korkak, pısırık, onursuz, şahsiyetsiz insanların biraraya geldiği başka yer var mı, onu daha çok merak ediyorum. Herkes otursun oturduğu köşede, bir gün mutlaka köşelerinde oturanlara da ucunun dokunacağı şeyler olacak.
Tabii sportif açıdan da, Fenerbahçe'ye kepçeyle verileni kabul edip, kaşığın ucuyla susturulan Beşiktaş ve Galatasaray da, Ülker'le birliktelik kurdukları için suça ortaktır. Kimse bu cümleden, "Galatasaray ve Beşiktaş'la da benzer bir birliktelik kurulursa sorun kalmaz" anlamını da çıkarmasın. Zaten Fenerbahçe'nin derdi başka, onu da bilen biliyor.
Etiketler:
beşiktaş,
efes pilsen,
fenerbahçe,
galatasaray,
ülker
11 Mayıs 2010 Salı
Kadınların hakkı ödenmez
Bu kadınların hakkı var ya ödenmez. Anneden, eşe, abladan, teyzeye kadar hepsi. Nasıl canlılar halen çözebilmiş değilim. O enerji, o kuvvet, o direnme gücü..
Erkekler olarak diyoruz ya, "Çok kaprisliler abi" diye. Yemin ediyorum az bile yapıyorlar. Tamamen erkeklerin bok yemesinden ibaret olay.
Onların yaptıklarının yarısına yakınını yapsak, günlerce ağlar sızlarız, yerimizden kalkamayız.
Nereden mi çıktı şimdi bu? Şu fotoğraftan çıktı.
Fotoğraf Olcay Baykal'a ait. Türkiye yerinden oynuyor eşi ve çevresinde gelişen olaylar nedeniyle ama o çamaşır asıyor.
Hakikaten hakkınız ödenmez...
9 Mayıs 2010 Pazar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)