29 Temmuz 2010 Perşembe

Bu takımdan bir bok olmaz


Eve yeni girdim. Sinirli desen değilim, kırgın desen değilim, bir garip haldeyim anlayacağınız. Tek kelimeyle özetlemem gerekirse, Galatasaray'da formalar dışında değişen hiçbir şey olmamış.

Stada girdiğimden itibaren dikkatimi çeken şey, taraftarın yılgınlığıydı. Kimsede bir heyecan emaresine rastlayamadım. Tek heyecan üste başa alınan formalardı.

Kadroları gördüğümde özellikle orta sahadaki Ayhan-Mustafa Sarp ve Barış üçlüsünün ismi okunduğunda ciddi anlamda içim burkuldu. Bu üç adamı geçen yıl izledik, diğer ikisini de birkaç seneden bu yana izliyoruz. Artık bunun tartışılacak bir yanı yok, ne yazık ki bu üç arkadaştan ancak ve ancak orta sahayı yedekler. Bunun dışında Galatasaray'ın orta sahası, emanet edilemez.

Şimdi kimse çıkıp bana "Aslında çok da kötü oynamadılar" demesin. Rakibe bakıyorum, Ayhan'ın, Sarp'ın, Barış'ın yaptıkları pas hatalarına bakıyorum. Yok arkadaş, hakikaten olmaz. Şimdi bunu biz görüyoruz, takımın başındaki Rijkaard görmüyor mu? Haliyle görüyor. Zaten gördüğü için bu denli mutsuz bir insan halini aldı.

Her sene aynı aptallıkları izlemekten sıkıldım. Şu takım bir Temmuz ayında tam takım halinde kampa gitsin. Bisiklet yaması gibi Ağustos'ta futbolcu alınca, takım gibi görünemiyorsun işte.

Hayır, çıksın yönetim adam gibi "Kardeşim bizim paramız yok, transfer yapamıyoruz. Transfer yapabilmek için ancak elimizdeki para eden adamları satmalıyız. Siz de ona göre davranın" dese, eyvallah. Başımın üstünde yeri var. Ama "Galatasaray'da transfer bitmez" diye milleti oyalamaktan vazgeçsinler.

Tek bir hazırlık maçı izlememe rağmen gayet kesin ve net bir dille şunu söyleyebilirim ki, bu takımın minimum bir tane orta saha oyuncusuna ihtiyacı var. Ben iyi halden bir tane dedim, aslında iki tane gerekiyor. Bu yeni bir durummuş gibi davranmak, sanki böyle bir ihtiyaç şimdi doğmuş gibi transfer planı yapmak, gerizekâlılıktan başka bir şey değil.

Haa, orta saha aldık bitti mi? Yok bitmedi tabii ki. Aykut'u kaç yıldır izliyoruz? Kaç kez şans verildi bu adama? Yani, halen Aykut'tan kaleci yaratmaya çalışmak Galatasaray gibi bir takıma yakışmıyor. Belli ki, kalende sorun var. Eee, o halde neden buna bir çözüm bulunmuyor? Aaaa, unuttum ama bonservissiz alınan Leo Franco vardı değil mi? Morgan De Sanchtis geçtiğimiz yıl 1 milyon 250 bin Euro'ya gitti Napoli'ye. Ama yok, biz akıllıyız ya, her kalecisi sorunlu bir ülkenin, milli takımına bile alınmayan kalecisini beleş diye alıyoruz.

Hadi kaleciyi de hallettik diyelim. Bu takımda Sabri diye bir sorun var. Kanserli kolu gerekirse keseceksin hayatta kalmak için. Geçen yıl Dos Santos'a yaptıklarını daha ilk maçta Pino'ya yaptı. Gözümün önünde olduğu için rahatlıkla söyleyebiliyorum. Pino belki berbat bir adam, belki bu takımda oynayamayacak kalitede. Bunların hepsini bir kenara koyuyorum. Ama bir adam eşek gibi boşa kaçarken, sen adama pas atmama pahasına orta sahaya atıp topu sıkıştırıyorsan, adama 'siktir git' derler. Hayatında hiçbir Galatasaray futbolcusuna bu lafı etmemiş bir adam bu lafı söylüyor artık düşünün gerisini.

Geç stopere. Servet için ister heyecanını kaybetmiş deyin, isterseniz adını başka bir şey koyun. İsmini bile telaffuz etmekte zorlanacağım bir adam karşısında ezim ezim ezildi. Beli dönmeyen futbolcu olmaz birader. İddia ediyorum Servet'le yan yana koşup, topa basmasını bilen her adam Servet'i perişan eder.

Oynamayan adamı eleştirmeyi sevmem ama Gökhan Zan sakatlıktan kurtulamadığı için ya da daha doğru bir deyişle, kendisini Galatasaray forması altında göremediğim için bu seferlik oynamadığı için eleştirmiş olayım. Olmayan tek stopere biz sahibiz. Herif yok, iki maç var sonra su buharı kıvamına gelip ortadan yok oluyor.

Sorarım, kim güveniyor Servet ve Gökhan Zan ikilisine. Lafın boku, "Ama milli takımda çok iyi oynuyorlar." İyi o zaman kırmızı-beyaz yapalım renklerimizi ve milli takıma benzer formalarla çıkalım, oldu olacak.

Devre arasında Atahan'la konuşuyoruz. Hemen hemen benzer duygular içindeymişiz. Hatta birebir örtüşüyor desem yeridir. Koskoca 90 dakikada Kewell'ın girmesinden başka beni heyecanlandıran bir şey olmadı.

11 kişi oynanan bu oyunda takımda sadece 3 tane adama gözüm takılıyorsa, kimse kusura bakmasın ama o takım iyi takım değildir. İyi bir takım değiliz, hatta vasatın altına doğru hızlı ilerliyoruz. Benim açımdan bunun sorumlusu iki Adnan'dan başka kimse değildir.

Adnan Polat, Galatasaray'ı 1990'lı yılların sonundaki Fenerbahçe'ye doğru götürmekte. Bunu görmeyen, anlamayan varsa aptalın önde gidenidir. Kimse çıkıp da bana, "Adnan Polat Galatasaray Başkanı, düzgün konuş" filan demesin. Böyle bir eleştiri türü peydah oldu son yıllarda. Sanki bu herifler Tanrı. Yok işte olmuyor, olacağı da yok.

Artık kimse birbirini kandırmaya kalkmasın. Artık eski Galatasaray çok gerilerde kaldı. Bu hayalleri bir kenara bırakıp, ayaklarımız yere basarak konuşmazsak olmayacak. Geçen yıl kaç tane maç var, önde götürdüğümüz ama son dakikalarda yenildiğimiz. Avrupa kupalarına bakıyorum; Bordeaux, Hamburg, OFK aklıma ilk gelenler. Hepsinde önde gittimiz maçları elimizle verdik.

Ya bunu ciddi söylüyorum, şu forma, font tartışması kadar takım tartışamıyoruz, başkan tartışamıyoruz, yönetici tartışamıyoruz.

Tekrar edeyim, Adnan Polat ve yönetimi ya vizyonlarını adam gibi ortaya koysunlar "Biz ligde ilk 5'e girmek için mücadele ederiz, Avrupa kupalarında da gücümüzün gitti yere kadar gideriz" diye, biz de hep birlikte ona göre izleyelim.

Ya da sahtekâr sahtekâr televizyona çıkarak, Aslantepe'ye geçince şöyle olacağız, bunları yapacağız diye ahkâm kesmesinler. Kimse aptal değil çünkü. Malezya ligini bile izleyebiliyoruz. O eski tip, medyaya atıp tutan yönetici modeli gerilerde kaldı.

Sözün özünü söyleyeyim. Ağustos ayına girmişsek ve minimum 5 adama ihtiyacımız varsa, yönetimin her yaptığı hareket Rijkaard'a "Hoca git artık sen" anlamı taşımaya başlamışsa, bu takımdan bir bok olmaz.

Beklenti içindeki saf ve masumane düşünen arkadaşları ben şimdiden uyarayım. Sonra sezon ortasında boş yere galeyana gelmeyin diye söylüyorum.

Ya her şeyi geçtim, Adnan Sezgin bu takımda görev alıyorsa, biz neyi tartışıyoruz ki.

Son cümlemi şöyle geçeyim; Türk futbolu enkaza doğru sürüklenmekte. Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray. Oynadıkları futbola, aldıkları skorlara bakın, bunların daha iyi günlerimiz olduğunu göreceksiniz.

Ciddi anlamda bir anlık kızgınlıkla yazmış değilim bunları ama sürekli aynı senaryoyu izlemekten ve insanların aptal yerine konmasından da bıktım. Aslında yazacak o kadar çok şey var ki, bu kadarla bırakayım.

Fotoğraf: ntvmsnbc

Ah'lar ve vah'lar


Neredeyse bir hafta oldu bir şeyler yazmayalı. Bu kadar uzun süre susmamıştım habersiz, kaçak vaziyette. Bilinçli, bilinçsiz, istemli, istemsiz bir susuş oldu. Yazmadığım için kendimi suçladım, yine yazmadığım için biraz rahattım.

Çok şey oldu 6 günden bu yana. "Hangisi aklına geliyor?" derseniz; Guti transferi, Haldun Üstünel'in istifası, ülkeyi saran linç rüzgârı, ten rengi itibariyle 10 saniyenin altına inen Christophe Lemaitre'in 28 yıl aradan sonra 100 metrede Avrupa Şampiyonluğu yaşayan ilk beyaz oluşu, forma tartışmalarını bir çırpıda sayabilirim.

Aslında denk getirmedim ama şu bloğa yazmaya başlayalı bugün tam bir yıl oldu. Yanılmıyorsam bir akşam bilgisayarın başında, "Hadi lan yaz" dedim, kendi kendime. Gerisini zaten takip edenler biliyor.

Bir sorgulama içinde değilim ancak hakikaten sanal bir mecraymış burası. Yazdığın sürece varsın, yazmadığın sürece yoksun. Bunu bir kırgınlıkla yazıyor değilim. Tam tersi aslında başından beri öyle kitlelere ulaşayım gibi bir derdim olmadı. Hatta hep söylüyorum, şu takipçi listesi, düşündüğüm sayıya ulaştığı gün, bloğu kapatıp başka bir isimle açacağım.

Türkiye'de olanlar keyfimi kaçırıyor fazlaca. Öyle çok uzaklara gitmeye gerek yok, sanırım bir ay önce yazdım, ülkenin adım adım iç savaşa süreklendiğini. Bunu görmemek -hadi aptal demeyeyim- çok fazla iyi niyetli olmak gerekir.

Bugün geldiğimiz noktada, ülkenin valileri linç kültürünü savunmak için "İşin ilginç yanı, bu eylemi yapanlar vatanını milletini seven insanlar" diyorsa, ülkenin muhalefet lideri, bu olaylara "Haklı bir infial" gözüyle bakıyorsa ya da halka umut olarak sunulan, kongresinde "Faşizme geçit vermeyeceğiz" diyen ana muhalefet lideri, bu olayların tümünü işsizliğe ve ekonomik koşullara bağlıyorsa, içinden çıkılamayacak noktaya ilerlediğimizi anlamamız gerekir.

Bugün etrafımızda olan biteni anlamak için aslında öyle çok da gerilere bakmamıza gerek yok. Elazığ, Malatya, Sivas, Çorum, Kahramanmaraş veya Yozgat'taki olaylar yüzyıllar öncesinde yaşanmadı.

Hatay ve İnegöl'de yaşananları bu aptalca tezlerle savunmak aslında bir bakıma, yaşanmış bütün bu linç ve katliamları savunmaktan başka bir şey değil. O zaman Alevilerin evlerine Nazi Almanyası'ndaki gibi çarpı atanları, hamile kadınların karınlarını deşenleri, insanları yakarken "Allah Allah" nidaları ile zafer çığlıkları atanları da, dibine kadar faşizm kokan açıklamalarla aklayalım. Nasılsa yüzyıllar sonrasına gerek kalmadan, hafızalarımız bir çırpıda unutacak yaşananları.

Doğrusu sürekli tekrar etmekten içi boşaltılmış hale gelen 'barış' çağrılarının samimiyetine artık hiç mi hiç inanmıyorum. Kürt sorunu, her iki tarafın da beslendiği bir bataklık halini aldı. Herkesin ayrı planları var. Her iki taraf da, kendisini mağdur göstermek için elinden geleni yapıyor.

Biri kanı kanla yıkamak derdinde, diğeri ise ülkenin 'bölünmez bütünlüğü' adına her yaptığını haklı göstermek çabasında. Haa, bir de; senelerdir süren bu sorunu kendi iktidarının sona erdirilmesi için uygulanan bir plan olduğunu savunuyor.

Zaman hızla tükeniyor, hepimiz için hem de. Sokaklarda dökülmek üzere olan kan hepimizin eline yüzüne bulaşmak üzere. Hepimiz az ya da çok sorumlu olacağız tek bir damla kandan bile. Kimimiz oturduğumuz yerde faşizm çığlıkları attığı için, kimimiz olan biteni izlediği için.

12 Eylül'le ilgili hafızamda kalan en net şeyi anlatayım, belki biraz daha net anlarsınız. Almanya'dan yeni dönmüş bir ailenin çoçuğuydum. Henüz ilkokula başlamamışım. Beyazıt'taki İstanbul Üniversitesi'nin şimdi Su Ürünleri Fakültesi olan caddenin üstünde oturuyorduk, Laleli'nin göbeği yani.

Haliyle çocuk aklı ama o denli çarpıcı bir görüntüydü ki, -sonrasında annemden ve babamdan dinlemiştim ana hikâyeyi- unutabilmek mümkün değil. Hiç sokağa çıkamadığımı anımsıyorum. Sokaklarda silah sesleri duyuyorum ancak sesin silaha ait olup olmadığını bilmiyorum.

Ya Salı ya da çarşamba günüydü. Elimde geriye çektiğinde kendiliğinden ileri giden o meşhur arabalardan var. Pencerenin kenarında pervazda geri çekip bırakıyorum arabayı. Sokağan içinde üç kişinin koştuğunu gördüm. Tam kapımızın önünden geçerlerken, o silah seslerini duydum ve ikisi düştü. Annem koşarak geldi yanıma ve bana sarılarak halının üstüne kapaklandı. Ağlamaya başladım fakat niçin ağladığıı bilmiyorum. Bir saat kadar öylece annem bana sarılmış, halının üstünde yattık. Sonra annem, "Ozan sakın kalkma olur mu oğlum?" dedi. Pencerenin kenarına doğru gitti ve ağlamaya başladı.

Annem ağlayınca çocuk merakı ile "N'oldu anne, kim üzdü?" dedim. Hiç cevap vermedi. Usulca kalktım ve yanına gidip, pencereden baktım. İki genç yerde yatıyordu, kanlar içinde. Sokak ne kadar boşsa, pencereler inadına kalabalık. Kimse kılını kıpırdatmıyor, öylece seyrediyor. "Anne ne olmuş o abilere? Neden anbutan -ambulans- yok?" dedim. Annem gözyaşlarını sildi ve bana dönerek, "Gelmez oğlum" dedi.

O iki gencin cesetleri sanırım bir günden fazla süre kapımızın önünde kaldı. Görmedim ama iki gencin anne ve babasının, çocuklarının ölü bedenlerine sarılıp hıçkırıklara boğulduğunu dinledim.

Üstleri gazete ile örtülmüştü sadece. Sonra ambulans geldi ve iki gencin ölü bedenlerini alıp götürdü. Annem, Hatice Teyze ve ismini şu anda bilmediğim bir teyze daha ellerinde su dolu kovalar ve çalı süpürgeleri ile sokağa indiler. Üçü birden su döküp, yerdeki kanları temizliyordu.

Çok sonraları düşündüğümde, oturup bir köşede olan bitenin sona ermesini bekleyenlerin görevinin akan kanı temizlemek olduğunu anladım. O günlerde sokağa çıkmayarak, 'barış' dileyenlerin, eline az çok kan bulaşmıştır. Ama sessiz kaldıkları için ama süpürgelerle kapılarının önündeki kanı temizledikleri için.

İşte bugün hepimiz; Hatay'da, İnegöl'de, Selendi'de, İzmir'de, Ayvalık'ta, Muğla'da, Bayramiç'te Kürtlere karşı girişilen linç olaylarına karşı sessiz kaldığımız için yarın akacak kandan sorumluyuz.

Tabii bunun karşısında ellerinde, "İntikam" yazılı pankartlarla, yükselen faşizm dalgasına hatırı sayılır katkıda bulunanlar da sorumludur.

Kapımızın önünde birilerinin cesetlerini bulmadan, elimizde süpürgelerle kan temizlemeye girişmeden önce kolları sıvamamız gerekir. Girin bakın facebook, twitter sayfalarına, savaş çığlıkları nasıl yükseliyor. Ülke akl-ı selim'i kaybetmiş vaziyette, freni boşalmış kamyon gibi duvara çarpmak üzere.

Barış istediğini söyleyenler, özel ordu ve özel savaş gibi kontgerillayı yeniden ayağa kaldırmak için çabalarken, öte taraftan barış çığlıkları adı altında elinde benzin bidonuyla yangın yerine koşanlara dur demenin tam da vakti.

Bu bazen, en naif biçimde, bazen de Zidane'nın Materazzi'ye attığı kafa gibi olur. Ama bir biçimde olmalı. Yoksa sonrası zaten hep yaşanan hikâye olacak. Yani ah'lar ve vah'lar.

23 Temmuz 2010 Cuma

'Son' bir Arda Turan yazısı


Arda konusunda bir daha yazı yazmayı düşünmüyordum fakat yaşananlar, bir nevi zorunluluk halini aldı, buraya bir şeyler karalamayı.

Konunun ne olduğunu az-çok tahmin edersiniz. Fenerbahçe maçı sonrası başlatılan linç kampanyası. Biraz önce haber portallarına 5 dakika göz gezdirdim, durumun vehametini daha iyi anladım.

"Arda, taraftarla kavga etti", "Arda, Burcu Esmersoy'u arayıp küfretti" ikilisinin etrafında dönen ve en nihayetinde yazın ara verilen, ama liglerin başlamasına kısa süre kala başlayan toplu linç kampanyası.

En sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim. Arda, Fenerbahçe forması giymediği sürece ya da Galatasaray formasını giymeyi bıraktığı gün, bu haberlerin hepsi bıçak gibi kesilecektir. Kimseyi salak yerine koymasınlar.

Oynanan ortaoyunu Aziz Yıldırım'ın yaptığı "Arda'ya mutlaka Fenerbahçe forması giydireceğim" açıklamasıyla başlamıştır. O gün, bugün hiç hız kesmeden devam ediyor. Kesmeyeceği de gayet açık ve net biçimde belli.

Bu süreçte, Arda'nın üstüne binen yük, beklentilerin gereğinden fazla artması, yapmaması gerekenler olmadı mı? Tabii ki oldu. Ancak gözden kaçırılan şey, Arda'nın 22 yaşında gencecik bir adam olduğudur. 22 yaşımı düşününce, o kadar çok hata yaptığım aklıma geliyor ki, o yüzden Arda'nın yaptıklarının da gayet doğal olduğunu düşünüyorum.

Şu twitter hadisesine zaten pek sıcak bakmıyorum. Daha önce üstünde birkaç kez yazıp çizmiştim. Olayın Burcu Esmersoy ve sonrasında yaşananlar kısmına girmek istemiyorum. Burcu Esmersoy'un kariyerinin nasıl inşa edildiğini herkes görmüştür. Ne yazık ki, biz böyle bir ülkede yaşıyoruz. Götünü, bacağını açıp, o kadar çok kadın kariyer yaptı, o kadar çok orospu bugün 'adam' statüsünde ortalarda dolanıyor ki, say say bitiremeyiz.

Türk erkeğinin çocukluğundan itibaren yaşadığı cinsel açlık, bu gibi kadınların kariyerlerine hatrı sayılır derece etki yapmıştır. Daha birkaç gün önce söylediğim gibi, bu ülkede birçok kişi aslında bulunmaması gereken yerdeler. Az biraz fiziğin düzgünse, gereken kişilerle yatıp kalkabilme midesine de sahipsen, çok rahat 'sınıf' atlayıp, yükselebiliyorsun yaptığın işte.

İsteyen kızsın, isteyen küfretsin ama bu ülkedeki kadınların pek çoğu, özellikle de medyadaki kadınların birçoğubu örneklerin dahilindedir. Şimdi isim isim saymayacağım ama bugün medyada her gün program yapıp da, ismi Ergenekon iddianamesinde "Bürokratlarla yatıyor" ifadesi kullanılan hatunların bile varlığını biliyorum.

O yüzden, ismi geçen ya da geçmeyen hatunların, merdivenleri hızlı çıkışının nedenlerinin, ne olduğu konusunda az-çok fikrim var.

İşin Arda boyutuna gelecek olursak. Futbolcu beğenisi tamamen kişiseldir. Sen "Dünyanın en iyi futbolcusu Ronaldo" dersin, ben de kendime göre "Yok hayır, Messi" derim.

Türkiye'de bu durum bambaşka veriler içeriyor. Hagi'nin karşısına Alex'i koymak, şimdi varolduğu üzere Arda'nın karşısına Stoch'u koymak gibi. Fenerbahçeli dostlar alınmasın ama bu garip sidik yarışını hiç durmadan sürdürüyorlar. Galatasaraylıların da benzer bir tavrı yok mu? Elbette var. Şu stat hadisesi yapılmadan bile "Bizim tribünlerimiz daha fazla sayıda olmalı" diye garip bir kompleks sürekli vardı.

Konuya dönecek olursak, Arda'nın Galatasaray'da olmasından büyük rahatsızlık duyuyor Fenerbahçeliler. Çünkü biliyorlar ki, ülkenin en önemli oyuncusu Arda Turan. Kimse "Yok kardeşim öyle değil" filan demesin, kendini kandırmaktan başka bir şey değildir bu. Zamanında tribünlerinden yükselen "Katil Emre, piç Emre" tezahüratlarını unutmuş değiliz. Bugün gelinen noktada "Emre takım için oynayan ve yırtınan tek adam" haline geldi.

Sokaktaki çocuğa bile sorsanız, Arda'ya karşı geliştirilen bu aptalca algı, sarı-lacivert formayı giydiği andan itibaren değişir. Gayret zaten hep bu yönde. Herkes rahatlayacak Arda, Fenerbahçe forması giydiği zaman.

Zaten ortadaki bu büyük linç kampanyasının, başka deyişle Arda'nın özne edildiği cadı avının tüm kavgası bunun için yaşanıyor. Bunun ne yönde geliştiğini Emre Belözoğlu'nun, Fenerbahçe formasını üstüne geçirdiğinden bugüne dek yaşadıklarımızdan görebilmek mümkün.

Dönemin 'piçi' bugün forması için sonuna kadar savaşan, temiz aile babası olmuştur.

Benzer bir evreden Arda Turan geçiyor şimdi. Önce formasını giydiği takımdan uzaklaştırmak lazım. Bunun ilk ayağı Fenerbahçe olamaz. Aradan zaman geçmeli. Bir süre Avrupa'da oynamalı. Hatta oynamamalı, yedek kalmalı ki, sonra Fenerbahçe'ye geçişinin önü açılsın.

Sonrası klasik hikâye. Arda artık profesyonel olur ve Türkiye'nin en büyük takımına gelir.

Bu çocuğun kız arkadaşı bile malzeme haline getirildi ve halen de yapılmaya devam ediliyor. Kimse kusura bakmasın ama benim eşimi ya da kız arkadaşımı böyle malzeme yapacaklar, en kibar haliyle söyleyeyim, "Adamı dikerim". O kadar hak sahibiyiz de, kiminle dolaşacağına filan bile laf eder haldeyiz. Elbette benim de fikrim var ama bunu bir gün, bir yerde söylememişimdir özel sohbetler dışında. Taraftar forumlarına bir girip bakın, kız arkadaşı hakkında neler yazılıp çiziliyor. Kime ne, hangi nedenden ötürü karışılır, aklım ve hafızam almıyor.

Fakat Arda'nın önüne tüm bunların dışında Galatasaray taraftarı çıkıyor. Son 10 yılda değişimin bokunu çıkartmış olan Galatasaray taraftarı yani.

Kim bu adamlar? Tribünlerde futbolcusuna taparcasına sevgi gösterisinde bulunan, sonra birkaç ters durumda ölesiye alkışladıkları adamlara küfür eden bir güruh. Tribünlere körkütük sarhoş gelip, en yakın arkadaşlarına bile sataşan bir topluluktan söz ediyoruz. Bunların benim dilimdeki ismi "Havaalanı taraftarı".

Her futbolcu transferinde havaalanına yığılıp, yıllardır bu formayı ıslatmış Sabri'ye ağız dolusu küfür edip, gelen adamı zerre emek vermemiş olmasına rağmen omuzlara alan tipler. Bunların hiçbiri taraftar filan değil, nazarımda. Cebine üç kuruş koyduktan sonra pezevenklik bile yapacak tipler.

Galatasaray'ın son yıllardaki temel sorunlarından biridir, bu taraftar topluluğu. Ama bir yandan da kızamıyorsun. Bunları ortaya çıkartan, ceplerine para koyan, ellerine bilet tutuşturanlar, kravatlı, papyonlu, Fransız kültürü (Kimse yanlış anlamasın şu cümleyi) içinde büyüyüp yetişmiş insanlar. Yani toplumda kabul gören, beyefendi statüsündeki insanlar, bu iğrenç topluluğu oluşturanlar.

Anlatmak istediğim şey, kızmamız gereken çok başka insanlar aslında. Arda konusunda yani. Hali hazırda ülkenin en yetenekli adamıyken, kendi taraftarının bile piranalar gibi başına üşüştüğünü düşünürsek, Arda'nın şevkinin kırılmasının gayet doğal olduğunu anlayabiliriz.

Tabii işin bir de başkan ve yönetim ayağı var. Hürriyet Gazetesi'nin özellikle internet portalında Galatasaray hakkında çok ciddi yalan haberler, iftiralar, saldırılar varken, Galatasaray Başkanı, Ercan Saatçi'nin karşısına geçip soru yanıtlıyorsa, ortada büyük bir sorun var demektir.

Bu iki şeye yol açar. Birincisi; "Bakmayın biz arada basın toplantısı yapıp, atıp tutuyoruz ama siz istediğiniz gibi saldırmaya devam edin" mesajı vermektir.

İkincisi ise, "Kusura bakmayın biz yönetim olarak bu kulübün haklarını savunamıyoruz" demekle eşdeğerdir.

Kimse kusura bakmasın ama Adnan Polat, Galatasaray Kulübü'nün başkanlığnı tamamen popülist politikalar üreterek yapmaktadır. Benim için öncelik, o kulübün haklarının korunmasıdır. Kaptan olarak takımın başına getirdiğin (ki, benim için son derece yanlış bir karardır) adamı, üç tane yavşağın önüne atıyorsan, ne o kaptanın ağırlığı kalır, ne de senin.

Ciddi bir yol ayrımında bulunuyoruz. Ya Arda'nın ayrılmasını olumlayacağız ya da bu çocuğa öyle hikâyeden değil, ciddi anlamda destek vereceğiz.

Şöyle de anlatabilirim; Arda'nın Fenerbahçe forması giymesini mi istiyorsunuz yoksa Galatasaray formasıyla, gerçek kapasitesine ulaşmasını mı?

Eleştiren yorumculara, bir biçimde köşe yazarı olabilmiş futbolcu eskilerine zaten lafım yok. Onlar 'kendilerince en doğru' olanı yapıyor, Türkiye'nin en konuşulur adamını malzeme yaparak.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Dünyanın en değerli 10 takımı ve en çok kazanan 10 sporcusu


Forbes açıklamış, bana da koymak düştü....

EN DEĞERLİ 10 TAKIM

1. Manchester United-1.83 milyar dolar
2. Dallas Cowboys-1.65 milyar dolar
3. New York Yankees-1.6 milyar dolar
4. Washington Redskins-1.55 milyar dolar
5. New England Patriots-1.36 milyar dolar
6. Real Madrid-1.32 milyar dolar
7. New York Giants-1.18 milyar dolar
8. Arsenal-1.18 milyar dolar
9. New York Jets- 1.17 milyar dolar
10. Houston Teksas-1.15 milyar dolar

EN ÇOK KAZANAN 10 SPORCU

1. Tiger Woods-105 milyon dolar (golf)
2. Floyd Mayweather-48 milyon dolar (boks)
3. Kobe Bryant-48 milyon dolar (basketbol)
4. Phil Mickelson-46 milyon dolar (golf)
5. David Beckham-43.7 milyon dolar (futbol)
6. Roger Federer-43 milyon dolar (tenis)
7. LeBron James-42.8 milyon dolar (basketbol)
8. Manny Pacquiao-42 milyon dolar (boks)
9. Eli Manning-39.9 milyon dolar (NFL)
10.Terrell Suggs-39.3 milyon dolar (NFL)

'En' iyi haberci biziz


İnternetle sıkı fıkı olanlar listverse'i bilir. Aklın almayacağı, her türden ve şekilden daha iyi ifade etmek için söylüyorum otun-bokun listesi vardır, bu sitede.

İnternette satar bu 'en' haberleri. İlginçtir, değişiktir, değişik bir lezzet katar portala ama bu kadar bir arada olunca insanın 'oha' diyesi geliyor. Doğrusu fark ettiğimde bu tepkiyi verdim.

Bu genel bir erozyon ve işin kolaycılığına kaçmaktır. Açarsın her gün listverse'i koyarsın 3-5 tane, kotarırsın siteyi.

Kotarırsın, kotarmasına da, ülke referanduma giderken, ciddi anlamda sıcak ve yakıcı bir gündem söz konusuyken, "Yazın bu haberler iyi gider" mantığıyla her tarafa doldurursan olmaz. Olmuş mu? Olmamış?

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Rica ediyorum dostluk kelimesini kirletmeyin artık


Maç beni yordu o yüzden madde madde gideyim, hem benim için, hem sizin için daha rahat olsun.

1. Bu iki takım 'Dostluk' adını anmasın. Bu ülkedeki yalakalar, yavşaklar dün Alex'i söylediği sözler için neredeyse çarmıha gereceklerdi. Gayet yerinde ve doğru sözlerdi oysa.

Dostluk gibi bir kelime kirletilmesin. Çünkü ülke dahilindeki kelebekler bile Galatasaray ve Fenerbahçe arasında böyle bir kavramın olmadığını biliyor.

Daha başkanları bile yan yana maç seyredemeyen iki kulübün bu kelimeyi kullanması acilen yasaklansın.

2. Galatasaray acilen Baros'u yedeklemek zorunda. Mehmet Batdal iyi hoş çocuk ama Baros'u yedekleyebilecek kapasitede olmadığını gösterdi.

3. Arda, sadece takımın değil sahanın en iyisiydi. Limitinin üstüne çıkan bir performansla oynadı. Olmayınca, olmuyor. Fakat Arda'nın satılmasının konuşulduğu şu günlerde gayet net bir biçimde söyleyebilirim ki, eğer yollanırsa sıradan bir takım haline gelir Galatasaray.

Övdük, ama bunu da söylemezsem olmaz. Arda 4-4-2'yi filan öğrenmesin, bıraksın öyle kalsın. Öğrenmesi gereken en temel şey, eğer rakip birden fazla kişiyle pres yapıyorsa, fırdöndü gibi etrafta döneceğine, gördüğü ilk sarı-kırmızı formalı oyuncuya pas atması.

4. Yeni transferlerden Serdar Özkan haricinde kimseyi beğendiğimi söyleyemem. Ama hazırlık dahilidir, daha çokça yol alınacaktır o yüzden enseyi karartmanın anlamı yok.

5. Eğer rakip Fenerbahçe'yse ve Galatasaray o maçı kazanmak istiyorsa, 90 dakika boyunca kalesine getirmemesi gerekir. Maçta gördüğümüz üzere, bir kez bile geldiklerinde gol atıp, üstüne yatıp maçı kazanma yeteneğine sahipler.

6. Kewell'ın bu takım için ne denli öneme sahip olduğunu tekrar gördüğümüz için mutlu oldum. Bu takımda zekâya sahip tek oyuncu.

7. Mustafa Sarp, Barış ve Ayhan Akman lafım size; üzülerek söylüyorum ama bu takımda oynayabilecek hatta bu takımda yedek olabilecek kapasitede değilsiniz. Hatta ve hatta bu takımın tribünlerinde bile bulunmamanız gerek.

8. Fenerbahçe'de halen bir değişiklik yok. Olur mu? Emin değilim.

9. Bu kadar sevimli laf yeter. Abicim, 75 dakika boyunca 10 kişi kalmış rakibini yeneceksin. Hayır, Fenerbahçe olduğu için değil (Tabii o da var) ama kalenin dibine kadar 20 tane top getirip, altıpas üstünde saçmalıyorsan, olmaz. En azından olmamalı.

10. Galatasaray sürekli olarak defansif oyuncu aramayı bıraksın. Rica ediyorum ve hatta yalvarıyorum G O L C Ü ve K A L E C İ alınsın. Ben her sezon ortasında "Abi aslında iyiyiz ama doğru düzgün kalecimiz yoktu, bir de çok sakatlık yaşadık" cümlesini duymak istemiyorum.

11. Hakeme çelme takmak hangi embesil beyinin ürünü olabilir bilmiyorum. Bu gerizekâlılar yüzünden hakikaten Türkiye'de futboldan soğudum. Bokunu çıkartmışlardı, şimdi süslemesini yapıyorlar. Sarı-kırmızılı olanı da, sarı-lacivert olanı da aynı bokun soyundan geliyor.

12. Türkiye'de yeteri kadar rezil oluyorduk artık ünümüz yurtdışına daha bir sağlam ve emin adımlarla yayılmıştır. Rezil, kepaze ordusundan başka bir şey değiliz.

Sen neyi seçtin?


Sahada onu nasıl bilirsiniz? İzleyenler gayet iyi bilir. Franz Beckenbauer ve Karl Heinz Rummenigge'den sonra Alman futboluna gelmiş en yetenekli futbolcuydu. Futbolu bırakana kadar öyle olmaya devam etti.

Sahada savaşı hiç bırakmayan, 90 dakikanın bir dakikasında bile teslim olmayan bir kişiliği vardı.

Muhtemelen bugün herkes okumuştur haberi. Lothar Matthaeus'un 22 yaşındaki genç eşi tarafından aldatıldığı haberini yani. Liliana Matthaeus bir yatta sevgilisiyle sarmaş dolaş, dudak dudağa görülüyor.

Lothar Matthaeus, Bild'e aynen şunları söylemiş: "Aptal duruma düştüğümü hissettim. Fotoğrafları görünce elim parmağıma gitti. Evlilik yüzüğümüzü çıkarıp attım.

Fotoğraflar yüzüme atılmış bir tokat gibiydi. Ama her şey daha çok yeni. İkimizin yolları ayrıldı."


Devam ediyor; "Futbol sahasında her zaman savaştım fakat bu savaşı kaybettim. Eğer bir eş bu şekilde davranırsa, bilmeli ki bunun geri dönüşü yok."

Futbol kariyeri boyunca savaşmış bir adamın ağzından bu lafları duymak, insanı üzüyor fazlasıyla.

Fotoğrafları görür görmez yaşadığı ruh halini tahmin edebiliyorum. Kuvvetle muhtemel önce inanamıştır, sonra durumu idrak etmeye çabalamıştır, ardından yıkılmıştır.

Bir insanın eşi, sevdiği tarafından aldatılması kadın ya da erkek fark etmeden, yıkıcı tahribatları vardır.

Kimbilir Liliana Matthaeus, birlikte oldukları süre içinde Lothar'a hangi sevgi sözcüklerini söylemiştir. Muhtemelen hayatı boyunca birlikte olmak istediği adam olduğunu, bütün bir ömrünü onu sevmek için geçirebileceğini filan söylemiş olmalı. Tipik sahtekârca aşk kelimeleridir yani.

Büyülü bir şey aşk denilen mefhum. Ama öyle bir an geliyor ki, o büyü birden yok oluyor. Ne için? Bir yatta adamın biriyle kucak kucağa olmak için. Sevgi emek ister cümlesi boşuna söylenmemiştir. Gerçekten emek ister, direnmek ister. Her türden koşula baş eğmeden yoluna devam etmek, yılgınlığa kapılmadan sevdiğinin yanında olabilmektir.

Sevgi ve emeğin anlamını, kendini kurtarmak için, götünü birine dayayan mahlukata anlatmaya çabalamaksa, haliyle büyük bir aptallık.

İşi dramatikleştirip, "Lothar Matthaeus yapılır mı lan bu?" demeyeceğim. Muhtemelen bu postu okuyan biri bunu yaşadı ya da yaşattı karşısındakine. (Umarım olmamıştır)

Ama hayat denen kerameti kendinden menkul, belli bir dönemi geçmek bilmeyen, bir zaman sonraysa nasıl geçtiğini bile anlamadığın bu sanal platformda her şeye göğüs germeyi öğreniyor insan. Yaşadığımız her acı, her sevinç, bizim biz olmamızı sağlıyor. Bazıları yenik düşüyor bu oyun sahnesinde, bazıları ise daha güçlenerek yoluna devam ediyor.

Kimimiz Lothar Matthaeus gibi savaşıyoruz ve savaşmanın önemini anlıyoruz, kimimiz ise Liliana Matthaeus gibi yapılması en kolanı seçip, ruhunu orospuluğa (orospuluk kavramı erkek için de geçerlidir) teslim ediyor.

Bu dünyada ya Lothar Matthaeus olmayı seçeceğiz ya Liliana Matthaeus gibi olmayı. Ahlaken; insanın eşini, sevgilisini haberi bile olmadan aldatmasının ne denli aşağılık bir şey olduğundan dem vurmayacağım. Bunu anlamamış bir insanın, ömür boyu mutlu olabilmesine zaten imkân yok.

Kendine değer katıp, etrafındakileri kendisinin ne denli önemli bir insan olduğunu anlatmaya çabalarken, ruhunun ve kişiliğinin orospulaşmasını zaten algılayabilecek durumda değildir, böylesi bir kadın ya da erkek.

Hayatta hepimiz tercihler yapıyoruz ve yaptığımız bu tercihler bütün bir ömür boyunca, bizi gölge gibi takip ediyor. Ne kadar kaçmaya çabalarsak çabalayalım o gölge hep arkamızdan geliyor.

İnsan her şeyden kaçabilir ama kendi iç sesinden asla ve asla kaçamaz. Katiller, caniler, böylesi orospular neden biteviye devam ederler bu aşağılık şeyleri yapmaya, neden duramazlar; çünkü durdukları andan itibaren o iç ses onların beynini esir almaya başlar. Ve o iç sesi susturabilmek için katilliğe, hırsızlığa, caniliğe, orospuluğa devam ederler. Oysa ki, her yaptıklarında o iç ses biraz daha yüksek sesle bağırmaya başlar. Çıldırtıncaya kadar tekrarlanır beyinlerinin içinde.

Sen kimsin? Liliana Matthaeus mu Lothar Matthaeus mu? Yani bir orospu olmayı mı yoksa savaşçı olmayı mı seçtin?

Lothar'ın asla teslim olacağını sanmıyorum, hele bir orospuya...

Not: Akşam Galatasaray maçında görüşmek üzere, çok fazla futbol dışı konuştuk biraz futbol olsun...

Ahmet Arif


ÖYLE YIKMA

öyle yıkma kendini
öyle mahsun, öyle garip...
nerede olursan ol
içerde, dışarda, derste, sırada,
yürü üstüne üstüne
tükür yüzüne celladın
fırsatçının, fesatçının, hayının...
dayan kitap ile
dayan iş ile
tırnak ile, diş ile
umut ile, sevda ile, düş ile
dayan rüsva etme beni!

Önceki gün, bir şarkı dinlerken aklıma geldi. Türk şiiri için en büyük kayıplardan biridir, geriye sadece bir kitap bırakması.

Colin Kazım her yerde protesto edilmeli


Bahçesindeki pitbull'ların önüne, süt kuzularını atarak, onların kuzuları parçalamasını izliyormuş, bira içerek.

Çocukluğunda ciddi bir travma geçirmiş olmalı, bu sapık. Türkiye'de barındırılmaması gerektiğini düşünüyorum, böylesi bir manyağın.

Ağzıma geleni söylüyorum ama bir dönem küfür etmemeyi planlıyorum, üstümdeki sakinliği korumam için.

Acilen İngiltere'ye yani ülkesine gönderilmeli. Böyle bir manyağın toplumdan acilen uzaklaştırılması gerekiyor. Herkesin bu pisliğe karşı bir tepki geliştirmesi lazım.

Cidden küfür etmeyeceğim... Bak o kadar büyük söylüyorum, Meriç yazı yazsa bile etmeyeceğim. Dur bakalım nereye kadar kasacağım..

20 Temmuz 2010 Salı

Hangisine dur dediniz lan!


Erdal Eren'i cümle arasında geçirince sorun bitti değil mi? 12 Eylül'de bunlar yaşanırken neredeydiniz? Merdivel altı camilerde örgütleniyor muydunuz, yoksa "Ulan sağcı-solcu herkesi astılar, bize dokunan olmadı" diye iğrenç ve ıslak dudaklarınızda sırıtma ifadesi mi vardı?

Ülkesinden gönderilen, kaçan, insanların hayatlarını verebilecek misiniz? "Aha işte sivil anayasa yaptım, öpüşüp barışalım" mı diyeceksiniz.

Hangi sorumlu yargılandı? İşkenceci bugün hâlâ görevinin başında. Ya kocasının gözleri önünde tecavüz ettiğiniz kadının psikolojisini düzeltebilecek misiniz?

Sikindirik bir anayasa ile her şey düzeliyor demek. Ama sorumlular sayfiye evlerinde taşaklarını salıp oturmaya devam edecek.

Okumayan, bilmeyen varsa, sırayla okusun hepsini...

FALAKA: Yaygın ve sürekli uygulandı. Ayak tabanı, ellerin içi gibi vücudun kaslı bölümlerine kalas, cop, zincir, saz sapı, pik demir vb. vurularak gerçekleştirilirdi. Bu yöntem, ayak tabanlarını ve el ayalarını patlatır, kaba yerleri ezer, morartır, tırnakları sökerdi. El ayak gibi herhangi bir yeri kırar, sakat bırakırdı.

KÖPEK SALDIRTMA: Tutuklu çırılçıplak soyulur, kurt köpeği üzerine saldırtılırdı. Köpeğin ilk kaptığı yer bacak arası olurdu.

ZİNCİR: 20-25 metre uzunluğundaki zincirin uçları iki tutuklunun boynuna bağlanır, tutuklular sırt sırta verdirilerek ters yönde hızla itilir. Tutuklu tek ayağından zincire bağlanır, bu zincir yüksek bir yere asılır, tutuklu bayılıncaya kadar askıda kalırdı.

GERME: Tutuklunun bir bacağı merdiven kenarlığına bağlanır, diğer bacağı da açık bırakılan koğuşun gözetleme deliğine bağlanıp kapı kapatılır, tutuklunun bacakları koğuş kapısının eni kadar gerilir ve öyle kalırdı. Koşuşturulur, zincir tam gerilince, her iki tutuklu da sırtüstü yere düşerdi.

AYAKTAN ASMA/TEPE: 50-60 kişi havalandırmaya alınırdı. Gardiyan "tepe ol" komutu verince tüm tutuklular üst üste bindikten sonra, bir tutuklu da üst üste yatan tutukluların üstüne çıkar, istiklal Marşı'nın on kıtası okutulurdu.

KULE: Havalandırmaya çıkan tutuklular altı kişilik daire oluştururlardı. Bunların üzerine 3-4 kat olacak biçiminde tutuklular çıkarıldıktan sonra, gardiyanın "yıkıl" komutuyla kule oluşturan tutuklular kendini yere bırakır ve böylece tutukluların değişik yerlerinde kırılma, incinme ve çıkık olurdu.

RANZA ALTI: Gardiyanlar ellerinde kalaslarla koğuşa girip, "ranza altı ol" komutunu verince, koğuşta bulunan tutukluların hepsi ranzaların altına girerdi. Herhangi bir yerlerinin açıkta kalmaması gerekiyordu. Ranzaların altına tüm tutuklular sığmadığı için kiminin eli, kiminin kolu dışarıda kaldığından, gardiyanlar ellerindeki kalaslarla tutukluların dışarıda kalan kısımlarına vurmaya başlardı.

KANTAR: Tutuklular havalandırmada çırılçıplak soyundurulup tek sıra halinde dizilirler, sıranın ön tarafında duran tutuklu sırt üstü yatırılırdı. İkinci tutuklu, yatan tutuklunun testis ve erkeklik organlarından tutarak yukarı kaldırır, tutuklunun kaç kilo geldiğini söylemesi istenirdi. Tüm tutuklular birbirini tartana kadar bu işlem devam ederdi.

KERVAN: Havalandırmada, tutuklular tek sıra dizilir, her tutuklu önündeki tutuklunun sırtına bindirilir, bacakları, altındaki tutuklunun boynundan aşağıya sarkıtılır ve kulaklarından tutması istenirdi. Gardiyanın komutuyla tutuklular yürümeye başlar ve bu işlem tutuklular ayakta duramayacak duruma gelene kadar sürerdi.

SEHPA: Tutuklu gece koğuştan alınıp, koğuş koridorunda gardiyan ve subaylardan mizansen olarak oluşturulan bir mahkemede sorgulanırdı. Mahkeme, tutukluyu idam cezasına çarptırır, ikinci katın merdiven kenarlığına bir ip geçirilip, ipin ucuna tutuklunun boyun kemiğini kırmayacak düzeyde kalın bezden bir ilmik takılır, tutuklunun boynu bu ilmiğe geçirilir ve temsili infaz gerçekleştirilirdi. Tutuklu tam boğulacağı sırada ip açılırdı.

COP SOKMA: Gardiyanlar copu zeytinyağına batırır ve yağlı copu tutuklunun makatına zorla sokardı. Sonra bu copu kendisine ya da bir başka tutukluya yalatırlardı.

ÇEK-ÇEK: Tutuklu çırılçıplak soyundurulur ve erkeklik organına bir ip takılırdı. Gardiyan ipin diğer ucunu alıp hızla koşar, tutuklu da zorunlu olarak gardiyanın peşinden koşar.

LAĞIM SUYUNA SOKMA: Tecrit bölümünün alt katındaki bazı tuvaletlerin delikleri tıkanır. Hücrelerin pisliği ve lağım suları burada biriktirilir, diz boyu kadar oluşturulan pisliğin içine tutuklu atılır ve pislik yedirilirdi.

KiTAP OKUMA: Koğuşta bir tutuklunun eline kitap verilir, tutukluya avazı çıktığı kadar yüksek sesle tek tek sözcükler okutulurken, diğer tutuklular bu sözcükleri tekrarlarlardı. Sabahtan akşama kadar yapılan bu işlem sırasında, tutuklular ayakta durmak zorundaydı.

MARŞ SÖYLETME: Cezaevinde bulunan herkes 50'yi aşkın marşı ezberlemek zorundaydı. Bu marşlar tutukluların ses telleri tahriş oluncaya kadar söyletilirdi.

ÖL DEDİĞİMDE: Tutuklu havalandırmanın orta yerine çıkarılır, hazır ol durumuna geçirilirdi. Gardiyanın "öl" komutuyla tutuklu kaskatı, eklemlerini kırmadan yere düşürülürdü. Bu işlem gardiyanın keyfine göre tekrarlanırdı.

SİGARA İÇİRME: Bunun çok çeşitli yöntemleri vardı. En çok uygulananları şunlardı: Koğuşta kalan tutukluların eline beş adet sigara verilir, sigaraların tümü yakılarak devamlı ağzında tutulurdu. Gardiyanın "çek-bırak" komutuyla sigaralar bitinceye kadar içirilir, sigaralar-filtreleri dahil- tutuklulara yedirilirdi. Bu sırada koğuş pencereleri kapatılır, havasızlık ve dumanla boğulma ortamı yaratılırdı.

BANYO: Tutuklular çırılçıplak soyundurulur ve tek sıra halinde banyoya götürülürdü. Banyoda sabun kullanılmazdı. Hortumla tazyikli su tutukluların üzerine fışkırtılırdı. Daha sonra tutuklular koridora çıkarılır, "Yat-sürün" komutuyla tutuklular yerlerde süründürülerek koğuşlarına götürülürdü.

SAYIM DÜZENİ: Tutuklular günde en az beş kez sayılırdı. Her sayımdan önce, tutuklular sayım düzenine geçer, sayım talimi yaptırılır, yüksek sesle tekmil verilir, rahat-hazır ol ile, çöker kalkarlardı.

GECE NÖBETİ: Geceleri her koğuşta mevcuda göre 2-7 kişiye kadar tutukluya sırayla nöbet tutturulurdu. Nöbet sırasında devriye gezen gardiyanlar, koğuşun mazgal deliğini açar, nöbetçi tutuklunun mazgaldan dışarı elini uzatmasını ister, tutuklunun ellerine cop veya kalasla istediği kadar vururdu.

LOKOMOTİF: Tutuklular havalandırmaya çıkarılır, İki kişi çırılçıplak soyundurulur, bunlardan birisi domalıp iki eliyle diz kapaklarını tutar, diğeri de arkadan bunu kucaklardı. Gardiyanın "uygun adım marş" demesiyle her iki tutuklu havalandırmada dolaşırlar, diğer tutuklular zorunlu olarak bunları izlerdi.

PİSLİK YEDİRME: Her havalandırmanın ortasında bir lağım çukuru vardı. Lağım suları ve insan pislikleri burada toplanırdı. Tutuklulara bu çukurdan avuç avuç pislik alıp yemeleri istenirdi.

İŞEME: Havalandırmada bir tutuklunun yere yatması istenir, diğer tutuklulara, yerde yatan tutuklunun yüzüne işemesi istenirdi..

TECAVÜZ: Cezaevinde görev yapan gardiyanlar, genç tutuklulara merdiven altlarında zorla tecavüz ederlerdi. Ayrıca iki tutuklu çırılçıplak soyundurularak birbirlerine tecavüz etmeleri istenirdi.

HASTANE: Hastanede de cezaevindeki kurallar geçerliydi. Hasta, tuvalete götürülmez, yatakta da hazır ol vaziyetinde yatardı.

VEREM: Veremlilerle, sağlam tutuklular birbirinden tecrit edilmez, aynı kapta yemek zorunda bırakılırdı. Aynı battaniyenin altında yatırılırlardı. Veremlilerin balgamları tahlil yapılacak bahanesiyle toplanır, karavanadaki yemeklere karıştırılır ve bu yemekler tüm tutuklulara yedirilirdi.

AYAKTA BEKLETME: Bu yöntem cezaevinde her gün geçerliydi. Sabah saat 05'den akşam 17-19'a kadar tutukluların oturması yasaktı.

KONUŞMA YASAĞI: Koğuş içindeki iki kişinin birbiriyle konuşması, tutuklunun gülmesi ve düşünür gibi görünmesi yasaktı. Böyle bir suçu işleyen tutuklulara yukarıdaki işkence yöntemleri uygulanırdı.

GECE BASKINI: Nöbetçi subay ve gardiyanlar, gece geç saatte tutukluların koğuşuna girerek, uyku sırasında tutuklulara cop veya kalaslarla dayak atarlardı.

AVUKAT-ZİYARET DAYAĞI: Avukat görüşmesine ve diğer görüşmelere gidip gelirken tutuklulara dayak atılırdı. Görüşlerde hiçbir şey konuşulmaması tembih edilirdi. Tutuklular avukatlarıyla savunma konusunda görüş alışverişinde bulunamazlardı.

MAHKEME DAYAĞI: Tutuklular mahkemeye götürülürken cenaze arabasına bindirilirlerdi. Elleri arkadan kelepçeli olurdu. Cenaze arabasına binerken ve çıkarken gardiyanlar tarafından dövülürlerdi.

Oğuz Güven'in "Zordur Zorda Gülmek" adlı kitabından alınmıştır.

Erdal Eren'ı 56 yılda ilk kez hatırlamak


12 Eylül'de yapılacak Anayasa referandumu yaklaştıkça herkes elindeki kartları sürmeye başladı. Biraz önce Başbakan Erdoğan, TBMM'deki grup toplantısında 12 Eylül döneminde öldürülen ülkücü genç Mustafa Pehlivanoğlu üstünden, referandumda 'hayır' diyeceklerini açıklayan MHP tavanına karşı tabana oynayan bir konuşma yaptı. Yetinmedi 18 yaşından küçük olmasına rağmen, kafa kâğıdı değiştirilerek idam edilen Erdal Eren'in de adını alarak (Gerçi Erdal Eran değil ismi, dersine iyi çalışmamış), bu kez sol kesime göz kıprtı.

12 Eylül'ün bu ülkede yarattığı travmayı ve tahribatı tekrar tekrar anlatmaya gerek yok. Ya da 12 Eylül'ün Türkiye'de hangi siyasal akımın önünü açtığını. Bugün herkes gayet iyi biliyor ki, siyasal islamın yükselişi 12 Eylül ürünüdür.

Türkiye'de siyaset, en kirli, el alçakça, en adi biçimlerde yürütülüyor. Yaşı 56'ya gelmiş bir insanın, hayatında ilk kez Erdal Eren ismini telaffuz etmesi, bu kirli ve adice siyasetin en belirgin örneğidir.

Konjonktüre göre, ağız değiştirmek, günün koşullarına göre siyaset yapmak, belirli bir çizgiyi tutturmadan herkese mavi boncuk dağıtmak, Türk siyasetinin en çok başvurduğu yöntemlerden biridir. Sadece AKP için değil, CHP ya da diğer siyasal partilerde de örneklerini görüyoruz.

İsmini bile bilmediği bir çocuğun adını anarak, referanduma yönelik siyaset yapmak, kimilerine hoş görünüyor olsa da, benim beynime ahlaki zaaf olarak görünüyor.

Bu denli 'demokrat' bir başbakanın, 3-4 yıl önce Taksim'e çıkmak isteyen emekçilere gösterdiği tepki, TEKEL işçilerinin direnişine karşı duruşu, milyonlarca işsize verdiği öğütlere baktığımda Erdal Eren'in adını ağzına almasını, kara siyaset örneği olarak görüyorum.

Bir ömür boyu Erdal Eren ismi aklına gelmiş midir acaba? Devlet eliyle işlenen bu cinayete hayatının hangi döneminde karşı durdu da, birdenbire anımsadı?

Bir referandum için Erdal Eren'i hatırlamak, Necdet Adalı'yı konuşmaya özne yapmak, Şafak Türküsü dizelerini okumak ve ardından gözyaşı dökmek; ne kirli, ne bayağı, ne pespaye bir siyaset örneği.

Anmayın kirli ağızlarınızla Erdal Eren'i, anmayın Serdar Soyergin'i, anmayın Hıdır Arslan'ı, anmayın Veysel Güney'i, anmayın Seyit Konuk'u, anmayın Ramazan Yukarıgöz'ü, anmayın İlyas Has'ı.

Darağacında sallandırılan, işkencehanelerden geçirilen, polis merkezlerinde kaybedilen gençlerin adını anmayın, kirli siyasetiniz için.

Oturduğuz o koltukların başat nedenidir 12 Eylül ve sonrasında yaşananlar. Şimdi kalkıp Erdal Eren'i ağzınıza dolayacaksınız, biz de "Vay lan helal olsun diyeceğiz."

Vay lan helal olsun....

Önce adını anacağınız adamın ismini öğrenin, anma işinde samimiyseniz anarsınız sonra.

Bu arada referanduma gitmeyeceğim. Birileri tarafından dayatılan "Bak işte ya ondansın, ya bundan seç birini" mantığını asla kabul etmeyeceğim. Ne 12 Eylül faşist cuntasının anayasasından yanayım ne de bugün dayatılmaya çalışılan sivil görünümlü faşist anayasadan yanayım.

Not: Ulaş, tamamen benim hatamdan kaynaklanıyor, düzelttim. Üstünden bir kez daha okumamam çok büyük aptallık olmuş. Teşekkür ederim düzeltmen için.

Aşk böyle bir şey


Flamingolar su altında öpüşürmüş. Şahane bir fotoğraf, bayıldım...

19 Temmuz 2010 Pazartesi

'El Mago' gelmişken (Futbol trajedileri ülkesi: Kolombiya)


Kolombiya denince muhtemelen akla ilk olarak para, uyuşturucu ve futbol gelir akla. 1989 yılında Francisco Maturana yönetiminde Atlético Nacional'in penaltılar sonucunda Uruguay temsilcisi Olimpia'yı 5-4 yenerek, Copa Libertadores'i kazanmasıyla birkaç yıl içinde, ülkede 20'ye yakın stad inşa edildi. 1980'li yıllarda 65 olan amatör takım sayısı da hızla yükseldi.

Tüm bu gelişmeler ışığında "Dineris calientes" -uyuşturucu parası- futbolun orta yerine düştü. America Cali, Nacional, Medellin, Millonarios, Santa Fe gibi büyük kulüpler arasında uyuşturucu kartelleri tarafından adeta bir savaş başlatıldı ve aralarında amansız bir düşmanlık yaratıldı.

Öyle bir savaş başlamıştı ki, uyuşturucu parasını ellerinde tutanların önünde engel yok gibiydi. Bir oyuncuyu,hakemi satın almak ya da şampiyonluk primi vermek kara para aklamanın en kolay yolu olmuştu. Herkesin gözü önündeki olaylar karşısında futbolcular, antrenörler ve taraftarlar ise '3 maymun'u oynuyordu.

Kolombiya'da bildik hikâye ise, 1994 Dünya Kupası'nda ABD'yle oynanan maçta kendi kalesine attığı gol sonrası öldürülen 'Calidad-Kalite' lakaplı Andres Escobar'dır. Cenazesinde kırmızı gül ve beyaz mendiller sallayan 130 bin kişi, her ne kadar olaya tepkisini gösterip, lanetlese de bugün Kolombiya futbolunun içinde uyuşturucu parası hâlâ var.

İşte Kolombiya futbolunda yaşanan trajedilerle dolu şiddet olayları...

15 Kasım 1989: Medellin İndepente'nin golünü iptal edip, Americo Cali'ye 3-2 yenilmesine neden olan hakem Alvaro Ortega, maçın bitiminde stad dışında öldürüldü. Hakemin öldürülmesinin soruşturulması sırasında Ortega'nın her iki takım yöneticilerinden de para aldığı ortaya çıktı.

24 Ocak 1990: Millonarios'un Başkanı German Gomez Garcia, silahlı saldırıya uğramasının ardından açıklama bile yapmadan istifa etti.

4 Ekim 1991: Junior de Barranquilla Başkanı Antonio Fuad Char, uğradığı silahlı saldırı sonrası günlerce komada kaldı. Fuad Char daha sonra hayata döndü.

21 Haziran 1991: Millonarios Başkanı Guillermo Gomez, başkent Bogota'da ölesiye dövüldü.

26 Ağustos 1992: Radyo yorumcusu Luis Fernando Munero, Atletico Medellin'i bir maç sırasında 'gerektiği' gibi övmediği için öldürüldü.

16 Nisan 1993: 2. lig takımlarından Rionegro Meddelin'in defans oyuncusu Osvaldo Sierra öldürüldü.

24 Nisan 1993: Nacional Medellin'in milli futbolcusu Omar Dario Canas öldürüldü.

2 Haziran 1994: 1994 Dünya Kupası'nda ABD'ye karşı kendi kalesine gol atarak, takımının elenmesine yol açan Escobar, bir bar çıkışında öldürüldü.

28 Aralık 1996: Nacional de Medellin'in milli kalecisi Rene Higuita, evine yapılan bombalı saldırıdan sağ olarak kurtuldu.

30 Aralık 1996: Nacional'ın eski futbolcusu Felipe Perez, hapishane çıkışında öldürüldü.

30 Haziran 1997: Meksika'nın Vera Cruz takımına transfer olan Higuita'nın evi silahlı saldırıya uğradı.

11 Aralık 2001: Milli takım eski futbolcularından Norberto Cadavid, evinde kurşuna dizilerek, öldürüldü.

11 Şubat 2004: Atletico Nacional'in eski futbolcusu Alberio Usuriaga, Cali'de bir gece kulübü çıkışında uğradığı silahlı saldırıda hayatını kaybetti.

2 Mayıs 2005: Atletico Nacional'ın eski futbolcusu Lucio Espana, silahlı saldırı sonucunda öldürüldü.

8 Ocak 2006: Birleşik Arap Emirlikleri'nin Al Jazira kulubünde forma giyen Kolombiya Milli Takımı'nın golcüsü Elson Becerra, Cartagena'da bir diskoda dans ettiği esnada silahla vurularak öldürüldü.

Meriç'ime +23 şiir


Meriç hepsini soksam alır mısın?
Yoksa zevkten anırır mısın?
Yazdığın harflerden yol yapıp,
Götüne soksam rahatlar mısın?

18 Temmuz 2010 Pazar

Göt sallayacak çok hatun bulunur ama


İlginç ülkeyiz vesselam. Jennifer Lopez'in KKTC konserini iptal etmesinin ardından bir savaş başlatıldı. Nasıl olurmuş da, insan hakları ihlalleri nedeniyle konser iptal edilirmiş. Konu hakkında Hürriyet yazarı Ömür Gedik, kendi deyimiyle "milliyetçi ve insancıl" bir tavır göstererek, işi eline silah almaya kadar götürdü.

Açıkçası, plaza sarışını bu hatunun bugüne kadar ne gibi milliyetçi tavırlar geliştirdiğini ve tepkiler gösterdiğini merak etmiyor değilim. Milliyetçilik denince, direkt olarak eline silah almayı akla getirmesi zaten başlı başına mantıksız bir bakış açısı. Aslında olmayan bir bakış açısının göstergesi gibi duruyor.

Bu milliyetçi plaza sarışının, yükselme hikâyesi, üst kattaki bir isimle evlenmesiyle paralel hareket eder. Sonrası, eklerden tv programı hazırlamaya, oradan köşe yazarlığına kadar uzanır.

Yazdıklarını okursanız; içi boş, mantık sınırlarını zorlayan, bir köşe yazarı değil de, bakkalda iki hanım ablanın muhabbeti gibi olduğunu fark edersiniz. Sinema konusuna girmeyeceğim bile velakin gitmediği filmleri bile 2 dakikalık tanıtımına bakarak yorumlar. Hoş, bu da ayrı bir özellik olmalı.

Bu milliyetçilik denilen kavram gariptir. Herkesin kendi milliyetçilik anlayışı, farklılık gösterir. Şekilde görüldüğü üzere eline silah alıp, sağa sola ateş açmayı da milliyetçilik sanan vardır, oturduğu yerden konuşup, hiçbir şey üretmeden salt söylemle yapıldığını sanan da vardır.

Götünden başka hiçbir özelliği olmayan bir hatun üstünden, "Valla ben şahsen gelenin geçenin Türkiye üzerinde oynadığı oyunlara fena halde bozulur oldum" diyerek (ayrıca bir cümle içinde 'ben' ve 'şahsen' demek, hem de imzanı attığın bir yazıda bu iki kelimeyi bir araya getirmek, ilginç bir yazım tekniği olsa gerek), milliyetçi olduğunu ileri sürmek, insanın ağzıyla gülmeyeceği tepkiler vermesine neden oluyor.

Bu ülkede milliyetçilik tam da böyle bir kavram. Geceye Nişantaşı'nda Longtable'de başlayıp, ardından Asmalımescit'e akıp, oradan da Al Jamal'da sabahı getiren bu türler, milliyetçilik denildiğinde akıllara ilk savaşmayı, silahları getirir.

Hayat biçimi ve tarzı, beni zerre ilgilendirmiyor. Parayı bol bulan ister taşaklarına sürer, isterse bir sokak satıcısıyla paylaşır. Fakat, söylediklerin ve yaşam tarzın birbirine uymuyorsa o zaman, "Dur ablacım" derler insana.

Bu ülkede hali hazırda kan akarken, neredeyse gün aşırı ölüm haberleri gelirken, "Vallahi silahı elime alasım geldi" türünden, vıcık vıcık çiğ sokak halkçılığı kokan cümleler kurmak, fazlasıyla terbiyesizlik oluyor.

Birileri silahların susması için bağrını yırtarcasına bağırırken, ablamızın beline palaska geçirip, eline de silah almaya talip olması, neden silahların susmadığının da bir işaretidir.

"Oha konu nereden nereye geldi" demesin kimse. Aslında konu net olarak bu. Bir protesto biçimi olarak akla hemen silahı getirenler, sokaktaki magandalardan şikâyet etmeyecek.

Çünkü bir toplumun sağduyusu olması gereken, her ne kadar o mesleğe yakışmasa da titr'inde gazeteci yazan bir insan, boktan bir konser iptalini teyakkuz durumuna getiriyorsa, sokaktaki insan psikolojisinin de eleştirilebilir yanı yok demektir.

Jennifer Lopez, "İnsan hakları ihlali için iptal etmiş" konseri. Bunun karşılığı, ortaokul çocuğu zihniyetinde, "Haydi o zaman biz de tepkimizi gösterelim ve filmini protesto edelim" demek midir? Kasetlerini de, Taksim Meydanı'nda yakalım oldu olacak.

İş o kadar boka sarıyor ki, şimdi Jennifer Lopez karşısına Shakira getirilmeye çalışılıyor ve bu bir haklılık ispatı hali gibi gösteriliyor. Shakira konser verip, iki göt salladığında, KKTC'yi tüm dünya tanımış mı olacak? Ya da Lopez'e inceden mesaj mı verilmiş olacak?

Ülkede akan kanın haddi hesabı yok, biz iki göt üstünden milliyetçilik yapıyoruz, Alice In Chains'in "Türklerin deodorant sorunu var" açıklamasıyla, aslında misk-i amber koktuğumuzu ispatlama gayretine giriyoruz. (Bu konuya girmeyeceğim çünkü acayip tatsız bir hadise. Ama test etmek isteyen akşam saatlarinde otobüs, metro gibi toplu taşıma araçlarına binebilir)

Aslında sormak gerekir bu plaza sarışınına, "Güzel ablam, bugüne kadar hangi hak ihlalinde ayağa kalktın? Hangi haksızlığın karşısına dikildin? Hangi despota ayak diredin? Emeğini alamayan kaç kişi için isyan ettin?" diye ama yanıbaşında, işten atıldığını sabah manyetik kartını okutamadığında anlayan çalışma arkadaşının durumuna bile ses çıkartamayan biri için bu soruları algılamak bile zor olur.

Mesele Jennifer Lopez, Shakira meselesi değil. Elbet KKTC sınırları dahiline götünü sokacak, onu sallayacak biri bulunur. Önemli olan göt sallamayı onur meselesi haline getirenlerin, ülkede olup biten her meseleye kafasını sallayıp onaylamalarının önüne geçmektir.

Not: Zamanın birinde, bu blogda hatun fotosu olmayacak demiştim ama mecburi bir durum, anlayış isterim.

O futbolcudan önce adam


Çok az futbolcuyu bu kadar sevdim, çok az adam aklımda yer etti bugüne kadar. Gerilerden bu yana düşünüyorum; Prekazi, Cüneyt Tanman, Hagi. Yok işte başka aklıma gelmiyor. Bazılarını sevdik, sevgimize layık olamadılar, o yüzden hızla sildik hafızamızdan.

Galatasaraylı olup da, bu adamı sevmeyen var mı diye düşünüyorum hep. Kim sevmez, o gülümsemenin sahibini ya da neden sevmez? Anlam veremiyorum hiç.

Kewell'dan çok şey öğrenmesi gerekir bu ülkenin, sadece Galatasaray değil. Futbolculuğunu bir kenara bırakarak söylüyorum bunları. Saha içinde en delirdiği halde bile hakeme gülümseyebilen kaç tane futbolcu hatırlıyoruz, bu ülkeye yolu düşen? Ben hatırlamıyorum, hatırlayan varsa söylesin.

Bazı adamlar önemli olmasının yanı sıra özeldir de, işte Kewell bu özel adam listesine giriyor. Hagi'de böylesi bir yanlışı yapmıştık, onu bu kulübün içinde barındıramadık bir türlü. Böylesi bir fırsat elimize geçti, bunu değerlendirmeliyiz.

Galatasaray'da kalmalı Kewell. Menajer, altyapı antrenörü, sportif direktör v.s. v.s. ne derseniz deyin adına ama kalmalı. Eğer ileriye yönelik adımlar atacaksak, günü kurtarmanın derdine düşmeyeceksek, Kewell gibi bir adamı bu kulübün içinde barındırmalıyız.

Ne bileyim; Kewell altyapıdaki çocuklara topa vurmayı, sahada sahtekârlık yapmamayı, her şartta gülümseyebilmeyi, kornerde ön direkte gol koklamayı ama en önemlisi adam olmayı öğretmeli.

Altyapıdan çıkan çocuklar, en ufak darbede kendini yerden yere vuran Hakan Ünsal gibi ahlaksız olmamalı, Hakan Şükür gibi senelerce ekmediğini yediği milyonlarca dolar kazandığı kulübüne sallamamalı, tribünlere sahtekârlık yaparak sevgi kazanılmadığını öğretmeli.

Belki abartılı buluyorsunuz, bendeki Kewell sevgisini. "Ulan 2 yıldır oynuyor hiçbir başarı sağlamadık" diyorsunuz.

Kewell'ı futbolcu olarak değil adam olarak seviyorum, futbolculuğu adamlığının sonrasında geliyor benim için. O yüzden bu kadar önemsiyorum, üstüne düşüyorum, hatta daha da ileri gidip "Galatasaraylılığımı askıya alıyorum" diyorum.

Çünkü eriyor futbol tüm dünyada olduğu gibi bizim ülkemizde de. Konuştuğumuz, tartıştığımız şeylere bakarsak anlayacaksınız. Futbol sahasından çok arenaya dönen bu ortamı değiştirmek gerek, değiştirirken de Kewell gibi adamlarla yapmak lazım.

Yoksa bu ülkede çok Hakan Şükür'ler, Hakan Ünsal'lar var ama adam olarak Kewell'ların sıkıntısını yaşıyoruz ve taşıyoruz.

İyi ki, geldin Kewell. İlk maçında sevgilisine koşan, genç aşıklar gibi Ali Sami Yen'de olacağım. (Son cümlede algınız maksadını aşmasın lütfen. Ben bile okurken, bir an şüphe ettim)

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Herkes bildiği işi yapsın


Bu sığırlarla (bak şimdi hayvanseverler ayağa kalkar, nasıl olur da sığıra benzetirsin diye) ağzına sıçtığımın ülkesinde, patron ve patron kılıklı insanların temel bir özelliği var. Nedir o: "Ben nasıl düşünüyorsam, mutlak doğru budur."

Herkes her boktan anlıyor. Genel yayın yönetmeni ile konuşuyorsun; herif sinemayı çok iyi biliyor, müzik konusunda müthiş birikimli, aşkın tarifini ondan alırsın, politika haberi ondan sorulur, her türlü spora hakimdir. Bu liste sonsuza doğru uzanıyor.

Ulan angut; (angut da bir kuştur, hayvanseverler ayağa kalkmasın. angut gibi bakmak, angut'un güzel bakışlarından gelir) madem her boku biliyorsun, niye o zaman "mıy mıy mıy" ortalarda dolanıyorsun? Yap tek başına görelim.

Herifin beyninin içinde dönen neyse, ondan başka bir şeyin asla doğru olma ihtimali yoktur. Çünkü etrafındaki üç-beş yalaka, "Aman paşam, aman beyim" diye götünü yalıyor. O yüzden, üst pozisyonlara gelen tipler, genelde yavşaklardan türer. Hiçbir şeye itiraz etmez, her şeyi onaylar, sürekli pohpohlar üstündekileri.

Herifi iki dakika dinle; doktordan iyi doktor, avukattan iyi avukat, mühendisten iyi mühendis. Herif ameliyet eleştiriyor, var mı daha ötesi

Benim nereden söz ettiğim belli, adres belli yani. Bu kadar her boku bilen adam pozisyonunda olacaksın, etrafta afilli afilli dolanacaksın ama gittiğin her gazetenin tirajından keskin düşüşler yaşanacak. Yaşanır tabii, etrafında senin sözüne 'hayır' diyecek adam mı var? Doğru bildiğini savunan kaç tane adamı yanlarında barındırıyorlar.

Bu ülkede, kimse iyi bildiği işi yapmıyor. İyi bildiğini sandığı işi yapıyor. Ehh, durum böyle olunca, bok gibi gazeteler çıkıyor, bok gibi televizyon programları yapılıyor, en berbat diziler süslenmeye çalışılıyor, 5 sayfa bile okunmayacak kitaplar yazılıyor.....

Herkes bildiği işi yapsın, hatta en iyi bildiği şeyi. Yok yapamayacaksa da, etrafta her şeyi bildiğini sanan sik kafalılar gibi dolanmasın.

Anlayana

16 Temmuz 2010 Cuma

Muhabbete bak


Sezon ortası yersiniz birbirinizi ama. Ben de o zaman hatırlatırım bu fotoğrafı..

Fenerbahçe ve Young Boys kardeş takım olsun


Fenerbahçe ve Young Boys kardeş takım olsun. İkisi de şampiyonluğu son haftada kaptırdı.

Gerçi biri, şampiyon olamadığının farkına varamamıştı. Yetkililere sesleniyorum, bu tarihi fırsat kaçmasın.

Gün arası, can sıkıntısı ne yaparsınız...

15 Temmuz 2010 Perşembe

Bu formaya en çok yakışan adam


Son zamanlarda daha iyi bir haber alamazdım sanırım. Böyle olmayacağı, olmaması gerektiğini yazıp durdu birçok kişi. Kewell, futbolcudan çok daha ötede bir yerlerde.

Galatasaray'da oynadığı süre içinde, daha hiçbir maçta kendisini sahtekârca yere bıraktığını görmedim, hakemle anlamsız bir tartıştığına da tanık olmadım. Sahaya çıkıp, işini yapan güzel bir adam.

Tabii ki, futbolcu olarak Galatasaray'a verdikleri de tartışma götürmez. Hep dedik ya, Kewell bu takımın 'beyni' diye. Sahadaki 22 adamın hepsi oradan oraya koşturur ama bazıları zekâsını konuşturur. Harry Kewell bunun tipik örneği. Takımda kalması, bu açıdan çok önemli.

Ben, O'nun için Taffarel'in üst modeli (sene itibariyle) diyorum. Bütün bir yıl antrenman fotoğraflarını takip edin. Gülümsemediği o kadar az fotoğrafa rastlayacaksınız ki, siz de şaşıracaksınız. Bir takımda gülümseyen yüz ya da yüzler çok önemli.

Herkese sorun, herkesin başka Kewell sebepleri vardır kalması için. Benim Kewell sebeplerim, yüzündeki gülümsemesi ile sahada gösteridği 'ahlaki' duruştan başka bir şey değil. Böylesi adamlar, ülke sınırlarındaki bu kirli ve kirletilmiş oyun çok önemli.

Bu kadar az süre oynayıp, ortada herhangi bir başarı olmamasına karşın, çok seviyoruz Kewell'ı. Hagi'den bu yana, izlemek için stada gittiğim tek adam Harry Kewell.

Kişisel olarak, eğer gitseydi çok üzülürdüm. Sadece futbocu olarak değil, Galatasaray'a yakışan bir bireyi kaybettiğim için üzülürdüm.

İntihar


Ne vakittir kendimi engelliyorum şunu yazmak için. Son 2 yıldan bu yana o kadar çok haber geçiyor ki, ajanslardan bu konuyla ilgili, insan ister istemez sorgulamaya başlıyor.

Yozgat'ta 21 yaşındaki bir asker, nöbet sırasında G-3 piyade tüfeğiyle intihar etmiş. Cebinde "Ölümümden kimse sorumlu değildir" diye bir not. Bu cebinden, kitabından, dolabından not çıkan askerler yeni yeni gelmeye başladı. Eskiden, tek satırlık bir haberle gelirde, "Vatani görevini yapan asker intihar etti" diye.

Artık, inandırıcı gelmemeye başladı bu intiharlar bana. Her gün bir askerin intihar etmesi, mantık sınırlarımı zorluyor. Ve tam da, bu konular TBMM gündemine düşmeye başlayınca ceplerinden notlar çıkmaya başlıyor.

Askerlik, dünyanın her yerinde boktan bir iş. 20 yaşındaki çocuklar sınır bölgelerinde, bozuk para gibi harcanıyor. Üstüne bir de intihar haberleri, iyiden iyiye tuz biber ekiyor yaşananlara.

İntihar garip bir şey. Bir insanın kendi hayatını, kendi seçimiyle sonlandırması. Şartlar, koşullar, yaşananlar, insanları bu seçimi yapmaya zorluyor.

Bu çocuklar, 20'li yaşların başında, hayatı doğru düzgün tanımadam ellerine silah tutuşturulup 'kutsal' bir görev için hiç bilmedikleri yerlere, hiç tanımadıkları insanlarla yaşamaya zorlanıyor.

Sadece bu 'kutsal görev' bile, o yaştaki bir insanda, gereğinden fazla psikolojik baskı yaratıyor. Çatal-bıçak tutmayı bilmeyen bu çocukların ellerine silah tutuşturup, "Hadi bakalım vatan artık sana emanet" deniyor.

Oysa 20 yaşındaki o çocuk, memleketinde annesine, babasına bakıyor. Evin tek geçim kaynağı, sabanı o sürüyor, çapayı o yapıyor, fabrikada o ter akıtıyor; bir tas çorba, bir tabak bulgur pilavı için.

Ya da yavuklusunu bırakıyor geride. Kafasında hep aynı düşünce, "Acaba beni bırakır mı? Bir başkasını bulur mu?"

Evden aldığı her telefonda "Acaba kötü bir haber mi var?" diye tırnaklarını kemiriyor. Yavuklusundan gelmeyen her telefon, her mektup için, yüreğini kaynatıyor.

Etten, kemikten varlıklarız, tüm hayata siktiri çekmek istediğimiz zamanları hepimiz yaşıyoruz. Ama askerlikte yaşanan psikoloji daha bir beter oluyor. Tüm bu sıkıntıların, dertlerin yanında, size tokat atanlar, sıra dayağından geçirenler, aşağılayanları da düşününce, bazen tek çıkar yolun intihar olduğunu düşünüyorlar.

Haklı ya da haksız demek istemiyorum, kaldı ki bu işin sadece bir boyutu. En iyi niyetli halimle söylüyorum bunları. Yoksa, "Bu çocuklar gerçekten intihar mı ediyor?" diye düşünüyorum.

Dedim ya, intihar bir seçim. Kişinin her şeyi arkada bırakmayı göze aldığı ve hayatı boyunca alabileceği en ciddi seçim. Açıkçası, ölümü ben de kendi seçimimle yapmak isterim.

En basit mantıkla, her şeyin benim inisiyatifimde olmasını isterim ama bunu yapmak için ne gibi nedenler gerekir, onu bilmiyorum.

Ya da biliyorum ama söylemiyorum...

Kedi işkenceleri bitmiyor


Yok hakikaten benim neşeli geçen bir günüm olmayacak sanırım.

Adıyaman'da birtakım orospu çocukları 2 yavru kedinin gözlerini yapıştırmış. Olaya bak sen, psikopatlıktakı gelinen sınıra bak. Düşünsen aklına gelmez böyle bir şey.

Bunu yapanlara ağzının ortasından şiş geçirip, götlerine kadar sokacaksın. Sokaktaki bu muhtaç hayvanlara neden böylesi işkenceler yapılır, nasıl böyle soğukkanlı davranılır anlayabilmiş değilim.

Bu sadistliğin nedenlerinin ciddi anlamda araştırılması gerekir. Yarın bu minicik yavrular kesmeyecek, insanlara yol alacaklar. Gerçi yapılmıyor da değil.

O kadar çok Hollywood filmi izledik ki, orada gördüklerini uygulamaya çalışan insanlar oluşmaya başladı. Bu sersem, ipe sapa gelmez, sadece insanın içinde vahşet duygusu uyandıran ve alt benliğe canilik pompalayan filmler, şu geldiğimiz noktaya hatırı sayılır derecede etki yaptı.

İki yavru kurtarılmış bu arada. Gözleri açılmış. İlaç tedavisiyle normale döneceklermiş.

Biz toplum olarak normale dönebilir miyiz bilmiyorum.

THY hatırası

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Sabah sabah yarıldım


Sabah günlük rutin fotoğraflara bakarken, bunu görür görmez, ağzımdaki kahveyi direkt olarak monitöre boca ettim.

Sivas'ta bir süpermarketin manav reyonunda görev yapan Haydar Doğan, İspanya milli takımı ve Barcelona'nın yıldız oyuncusu İnieasta'ya olan benzerliği ile dikkat çekiyor.

Klasik, bölge muhabiri haberi ama iki fotoğraf yan yana olunca, hakikaten insanı kendinden geçiren bir durum yaşattı.

Arkadaş'ın ismi Haydar, arkadaşları 'Iniesta Haydar' diyormuş. Hayır, işin ilginci eleman Sivaslı. Bütün imitasyon insanlar Sivas'tan mı çıkıyor anlamadım.

Valla ben çok benzetemedim Iniesta'ya ama Haydar gönül koymasın bize.

Modern ve demokratik Türkiye


Dünya Basketbol Şampiyonası öncesinde Kayseri kent halkına yapılan uyarı

Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki: Şampiyonanın ramazan ayına gelmesi nedeniyle, vatandaşlarımızı bir kez daha uyarıyorum.

Yabancıların kültürü, giyinmeleri, yemeleri ve içmeleri bizden farklı. O nedenle şampiyona nedeniyle kentimize gelecek binlerce yabancının yediğine, içtiğine, giydiğine karışmayın.

Bu onların kültüne bağlı şeyler. Herkes bizim gibi yaşacak diye bir kural yok. Kayseri halkının Anadolu konukseverliğini göstereceğine inanıyorum.

Yabancı konuklarımızdan ilk kez bir ramazan ayını yaşayacaklar olacaktır. Onlara hoşgörümüzle yaklaşmalıyız.

Demek ki, böyle bir uyarı yapılmasına gerek varmış, modern ve demokratik Türkiye'de. Yorum yapmak istiyorum, yapamıyorum.

13 Temmuz 2010 Salı

Herkes kendi kahramanını karşıladı















Herkes krallar gibi karşılanmış. Memnun olmayan yok gibi. Ama en renkli karşılama Hollanda'ya yapılmış, Amsterdam'da kanal turu yeter de artar bile.

Temassız elektronik bilet, temaslı otobüs yolculuğu

Önce Akbil'i getirdiler, dönemin parasıyla yaklaşık 3 trilyon liralık (eski parayla) yolsuzluk yapıldı. Yolsuzluk dosyası mahkemeye taşındı, Başbakan Erdoğan ve 3 milletvekili dokunulmazlıkları sayesinde kurtuldu. 2 yıl süren, 37 sanıklı davada hiç kimse hüküm giymeden bu işten sıyrıldı.

Her dönemin Belediye Başkanları Turkuaz Ali Müfit ve Muhallebi Çocuğu Kadir, İstanbulluların tek bir kez akbil dokundurarak, tüm kenti dolaşacağı yalanını halka yutturdular Zaten daha sonra halk, mecbur edildi bu aygıtın alınması için.

3 trilyon liralık yolsuzlukta ben sağ, sen selamat, herkes 'alnının akıyla' bu işten sıyrıldı.

Şimdi aradan 11 yıl geçti. Neredeyse her İstanbullu'nun anahtarlığına iliştirilmiş bu "Akıllı Bilet" uygulamasından vazgeçildi.

Neden?

Artık "Manyetik Geçiş" adı verilen sisteme geçilecekmiş çünkü.

Peki Neden? İBB'nin internet sitesindeki bilgileri aynen yazıyorum..

Temassız Elektronik Biletin Ortak Özellikleri

* İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin geliştirdiği, antenli temassız kart teknolojisine dayanan elektronik bilet.

* Kullanılan antenli temassız kart teknolojisi Mifare DesFire 4K (2004’te ullanılmaya başlanmıştır) bilet olarak Türkiye’de İLK ve TEK, dünyada 7. uygulama.

*Sağladığı yüksek güvenlik özellikleri açısından diğer kartlardan üstün.

* Diğer şehirlerde uygulanan kart sistemlerinden teknolojik olarak farklı.

* Kullanım kolaylığının yanı sıra elektronik biletlerimiz iniş/binişlerde işlem süresini oldukça kısaltıyor. Mesajlar ve melodiler hariç elektronik biletlerimizin işlem süresi yarım saniye.

* Elektronik bilet okuyucuya sürekli yaklaşık tutulduğunda bilet değeri ardı ardına düşmez.

* “Temassız Elektronik ” biletler sayesinde adet ve saatleri, kullanımın hatlara dağılımı ve otobüs başına yolcu yoğunluğu hakkındaki rakamlara kesin ve doğru olarak ulaşılabiliyor.

Mantıklı bir açıklama gören var mı? Yoksa ben mi algılayamıyorum da ekrana bakıyorum bir süreden bu yana, anlamak için.

Ülkede paralar suyunu çekti. Satılacak fabrika, toprak, liman, orman, para edecek KİT (Kamu İktisadi Teşebbüsü) kalmadı. Millete limitlerin üstünde vergi yükü bindirildi. Daha fazlasını yüklerlerse, koltuklarında oturamayacaklarını da biliyorlar.

Dikkat edin, bu yıl kimseye odun, kömür, erzak dağıtıldı mı? Dağıtılmadı. Çünkü devletin kasası takır takır boşaltıldı.

O zaman ne yapmak gerekir? Haliyle, kafayı çalıştırıp, yeni kaynaklar getirmek gerekir.

İşte, tam bu noktada; Muhallebi Çocuğu Kadir, Vikingler'deki Vicky gibi parmaklarını şıklatarak yeni bir fikir üretiyor: Buldummmm. Temassız Elektronik Bilet.

Bak süper fikir aslında. Zaten süper teknoloji toplumu da olmuşken hazır, temas etmeden bilet okutacağız. Bak sen olaya.

Temas dedim ya, aklıma geldi. Lan angutlar, bileti temassız okutacak millet de, o tıkış tıkış otobüslerde, vapurda, metrobüste, tramvayda arkamdakinin bilmem neresi bana değmeden beni taşıyabilecek misiniz? Kimseye temas etmeden, ben otobüse binebilecek miyim? Yoksa bilet temaslı olmuş, temassız olmuş bana ne.

Muhallebi Çocuğu, sen hiç sabah 7.30'da otobüse bindin mi? Sabah 07.30'da metrobüse bindin mi? Akşam saat 19'da Mecidiyeköy-Bakırköy hattında yolculuk yaptın mı? Bir bin, bir bin temasın kralını yaşarsın.

Muhallebi Çocuğu sana soruyorum; hiç Cevizlibağ'da metrobüsten inip, bardaktan boşanan yağmurun altında, o merdivenleri yüzlerce insanla çıktın mı? Ya da inmeye çalıştın mı?

Temassız elektronik biletmiş. Şu millette biraz akıl olsa, biraz beyin olsa, bak nasıl birbirimize temas ederiz. Böbreklere işleyen bir sızı olarak temas halinde bulunuruz.

Akbil'de 3 trilyonluk soygun yapıldı, bakalım bu temassız elektronik bilette ne kadar yapılacak. Biz bu kadar aptal olduktan sonra, daha çok temas ederler bize. Yoksa temas edile edile hissizleştik galiba.

"Yok, küfür etmeyeceğim" dedim içimden ama ben bunların vicdanına sokayım...