31 Ağustos 2010 Salı
Bart! Yaz bakalım tahtaya
Abilerimizden öğreneceğimiz çok şey var. Feyz alıyoruz, her bir kelimelerini yutuyoruz, her yazılarını duvara asıyoruz ve bizim iğrenç, berbat, çağ dışı ideolojilerimiz yerine onların alî fikirleri ve öğretilerini kendimize düstur ediniyoruz.
Kimseye bir daha küfür etmiyoruz, hele hele orospulara asla orospu demiyoruz. Eğer demişsek, abilerimizin uyarıları karşısında ceketimizi ilikleyip, önlerinde hazır ola duruyoruz. Çünkü tıpkı askerde olduğu gibi hiyerarşik yapı içinde, kendilerine gereken saygıyı ve hürmeti göstermeyi görev ediniyoruz.
Onlar ki, bize nasıl düşüneceğimizi, ne yazacağımızı, ne söyleyeceğimizi öğreten kişiliklerdir. Onlar ki, dünyanın en zor oyunu futbol hakkında konuşurken, "Keyifli, inanılmaz, kriter, hani" gibi kelimeleri lügatımıza sokan insanlardır.
Onlar var olan sistemi yıkmaya çalışırken, sistemi dibine kadar eleştirirken, bu sistemin dişlilerinin birer parçası olma cinliğini bize öğretenlerdir.
Büyük abilerimizden, ahlak (ama onlar 'etik' der) emek, sömürü, utanç, kibir, iftira, yalan gibi mefhumları öğrenmenin zamanı geldi. Bilmiyorduk öğretiyorlar, görmemiştik gösteriyorlar, anlamamıştık anlatıyorlar.
Zaman değişiyor, zamana ayak uydurmak, ustalarımızın bize gösterdiği yolda yürümek için; susalım, konuşmayalım, sadece ve sadece izleyelim, okuyalım, öğrenelim.
30 Ağustos 2010 Pazartesi
İsteyen üstüne, isteyen içine alsın
Söylediğim şeyi pek çok kişi kıçından anladı. Muhtemelen ben derdimi anlatamadım. Herkes elbette gazeteci olabilir ama bunu yapmayı isteyen ve yeteneği olan adam yapabilir. Ben gazeteci diyorum, sen futbol yorumculuğu diyorsun.
Tekrar edeyim derdimi. Niye sadece futbol üstünden bu yapılır ya da hadi biraz daha genişleteyim, sadece neden spor üstünden bu yapılır. Çünkü konuşması en kolay konudur bu. Aşağılamıyorum ama kahvedeki adam, taksici, bakkal, kuruyemişçi, simitçi v.s. v.s. herkes ama herkes bu konuda ahkam kesebiliyor.
Rakam vereyim daha iyi anlarsınız belki. Fotomaç 235 bin, Fanatik 223 bin satıyor bu ülkede. En çok satan 10 gazete içindedir, bu iki gazete. Niye? Oturup düşündün mü hiç? Her gün onlarca adam transfer edilir, oturduğu yerden haber yaparlar ama bu rakamlara ulaşır.
Ercan Saatçi ne kadar gazeteciyse sen de o kadar gazetecisin. Hakan Ünsal ne kadar yorumcuysa sen de o kadar yorumcusun. Bundesliga'dan, La Liga'dan, Serie A'dan üç maç izleyip, "Zlatan'ın gelişi, AC Milan'ın bilmem ne yapmasını sağlar" demekle gazeteci olunmuyor. Derdim buydu, anlatmak istediğim yani.
Yoksa ister blogdan, ister haber altına yorum yazarak istediğin yere zıpla. Ama benim nazarımda gazeteciliğin ya da yorumculuğun Ercan Saatçi, Hakan Şükür, Selçuk Yula'dan farksızdır.
Hep açık konuştum, yine açık konuşacağım. Senden gazeteci olmaz, sizden gazeteci olmaz. Gazeteci mi olmak istiyorsun? Al sana aşağıda bir haber verdim. Bu haberi nereden görürsün? Nasıl başlık atarsın? Spotun nasıl olur? Haberi bin 200 vuruşa indirip, tek sütun fotoğrafla bana bir saatte ver.
Bir kez daha söyleyeyim. Götü yiyen spordan farklı bir dalda yapıversin şu işi. Hadi spor olsun ama futboldan başka bir branşta yapsın.
Katılıksa katılık. Gazete yöneteni üç kuruş daha az vermek için seni seçiyor. Senin oturduğun koltuk, bir başkasının oturması gereken koltuk. Sen üniversite bitene kadar takılacağım diye kıçını yırtıp gazeteci olmaya çalışan adamın yerindesin.
Neyse sözün özüne geleyim. Senden, sizden şahane gazeteci olur. Ercan Saatçi'den ne kadar oluyorsa, o kadar olur ama.
Ev ödevini verdim, yapadur. (Artık kim üstüne alınıyorsa, ona gitsin)
ÖNDEN BUYUR
İsrail Yedioth Ahronoth gazetesine konuşan üst düzey TC Dışişleri Bakanlığı yetkilisi, İsrail’in, BM soruşturma komisyonunun yardımıyla filo krizine çözüm bulması halinde Başbakan Netanyahu’nun Ankara’da memnuniyetle ağırlanacağını söyledi.
Türkiye’nin İsrail’e "uzlaştırıcı mesaj" gönderdiği belirtiliyor. İsrail Yedioth Ahronoth gazetesine konuşan üst düzey TC Dışişleri Bakanlığı yetkilisi, İsrail’in, BM soruşturma komisyonunun yardımıyla filo krizine başarılı biçimde çözüm bulması halinde Başbakan Binyamin Netanyahu’nun Ankara’da memnuniyetle ağırlanacağını ifade etti.
İsrail’in önde gelen gazetelerinden Yedioth Ahronoth’a konuşan TC Dışişleri Bakanlığı üst düzey yetkilisinin, İsrail’e "uzlaştırıcı bir mesaj" göndererek iki ülke arasındaki kriz sona erdiğinde Başbakan Binyamin Netanyahu’nun Türkiye’de memnuniyetle karşılanacağını söylediği duyurulurken, "Türkiye, kameraların önünde İran ile güçlü bağları sergileyebilir ama hafta sonu sırasında İsrail’e barıştırıcı bir sinyal gönderdi" yorumları yapıldı.
Gazetenin internet sitesi Ynet, iki ülke arasındaki ilişkilerin filo baskından bu yana "aşırı derece gergin" olduğunu ancak hafta sonunda TC Dışişleri Bakanlığı’nın üst düzey bir yetkilisinin gönderdiği mesajın ilişkilerdeki yenileşmenin yakın olabileceğini ima ettiğini belirterek şöyle devam etti:
"Yedioth Ahronoth ile görüşmesinde yetkili, eğer İsrail, BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon tarafından kurulan uluslararası soruşturma komisyonunun yardımıyla başarılı bir biçimde Mavi Marmara krizine bir çözüm bulursa, Türkiye, topraklarında Başbakanı Binyamin Netanyahu’yu memnuniyetle ağırlayacağını söyledi."
Dışişleri yetkilisi, "zaman geldiğinde, kriz çözülürse eğer, bu ziyaret mümkün olacak. Zaten, Netanyahu, Türkiye’yi hiç ziyaret etmedi" diye konuştu.
İsrail ile Yunanistan arasındaki artan işbirliğinin Türkiye’yi kaygılandırmadığını da ifade eden yetkili, "Bu iki ülke, dostlarımızdır. Eğer İsrail’de Yunanistan ve Türkiye’nin düşman olduğunu düşünen varsa, yanılıyorlar" dedi.
"Kriz’i çözmenin tek yolu, ilişkiyi düzeltmek, bize karşı ittifaklar kurmak değildir" diyen Türk yetkilisi, Türkiye’nin İsrail’in, krizi çözmek için uluslararası BM soruşturma komisyonundan yararlanmayı bileceğini umduğunu da vurgularken, "İlişkileri kurtarmanın en iyi yolu, bir nevi özürde bulunmak ve kurbanların ailelerine tazminat ödemektir" diye konuştu.
Buna karşın, Dışişleri yetkilisinin tazminat miktarı konusunda spesifik bir şey söylemediğini, bu konudaki kararın İsrail’e ait olduğunu belirtmekle yetindiğine dikkat çekildiği haberde aynı yetkilinin, Bakan Ahmet Davutoğlu ile İsrail Sanayi, Ticaret ve Çalışma Bakanı Binyamin Ben-Eliezer arasında Brüksel’de yapılan gizli toplantı sırasında özür ile ilgili bir "ön taslak mektubunu"nu hazırladıklarına ancak çabanın diğer bir üst düzey İsrailli bakan tarafından engellendiğine işaret ettiği de vurgulandı.
Türkiye’nin İsrail ile ilgili "temel tutumu"nu değiştirmediğinin de altını çizen Türk yetkilisi, Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İsrail’i ziyaret ettiğini, İsrail Cumhurbaşkanı Simon Peres’in de TBMM’ye hitap ettiğinin unutulmamasını istedi. Yetkili, şöyle devam etti:
"Türk hükümetinin İsrail karşıtı bir gündemi olsa, böyle şeyler yapar mıydık? İki dost arasında meydana gelen bu olay nedeniyle halen bu tuhaf durumdayız. İsrail bir düşman olsa o kadar önemsemezdik" sözlerini kullandı.
Dışişleri Bakanlığı yetkilisi ayrıca, "Şimdi bir tırmanmayı önlemeliyiz ve sözlü kışkırtmanın yatıştıracağını ummalıyız. Hükümetimiz, durumu düzeltmek için ellerinden gelen her şey yapıyor, eğer İsrail ile bağlarımızı koparmak istesek çoktan yapardık" dedi.
Yetkili, Mavi Marmara baskınından önce Türk hükümetinin, filo düzenleyicileri ile temasta olduğunu, onların da "Gazze’ye yönelmeyip bunun yerine de Ashdod veya El Arish’a demirlemeye söz verdiklerini" bu bilgilerin de İsrail’e iletildiğini söylediği kaydedilen haberde aynı yetkilinin "İsrail’den bir askeri eylemde bulunmamasını istedik ancak İsrail ordusunun zorba gibi davrandı. Belki, sizin Dışişleri ile Savunma bakanlıkları arasında iletişim eksikliği vardı" sözleri de aktarıldı.
Bu arada, İsrail’in, İHH’nin bir terör örgütü iddiasını tamamen reddeden Türk yetkilisi, "Ülkemiz terörden çok çekiyor ve terör örgütlerini sevmiyoruz. Teröristlerle bir bağları olsa biz bilirdik. İki taraf arasında bir çatışmayı önlemek için ellerimizden gelen her şey yaptığımıza inanıyoruz" sözlerine ekledi.
28 Ağustos 2010 Cumartesi
Tramplenci blogger'lar
Sanırım bir yıl kadar önce yazmıştım, birtakım blog sahiplerinin kapağı medyaya atma derdinde olduğunu. Şimdi ortalarda dönen tartışmayı görünce birkaç kelam etmek istedim, hem gazeteci hem de blog sahibi olarak.
Türkiye'de gazetecilik ve gazeteciliğe bakışa dair birkaç post yazmıştım. Tabii bu tip hadiseler genelde gümbürtüye gider, pek kimsenin ilgisini çekmez. İşe öyle teknik filan bakmıyorum, genelde bu durumlarda gayet düz bir bakış açım vardır.
Gazetecilik denen işe, "Haa gazeteci mi, siktir et!" mantığıyla bakılsa da, dünyanın en saygın mesleklerinden biridir. Medya Türkiye'de, haber alma özgürlüğüne açılan pencere değil de patronların, siyasi iktidarlarla güç imtihanına dönüşmesi, mesleğin bokunun çıkmasını da beraberinde getirmiştir.
Bu bakış açısı, haliyle mesleği yapanların kalitesinin düşmesine neden olmuştur. Çünkü artık sorgulayan, araştıran, başına buyruk insanlar yerine "Peki abi, hemen abi" tavrındaki yalamalar basını istila edince, bu mesleğin itibarı ciddi şekilde zedelenmiştir.
Nasıl zedelenmesin ki, bir bina dolusu emir kulunun herhangi bir biçimde duruş göstermesi beklenebilir mi? Tabii ki hayır.
Kişisel görüş itibariyle mesleğim konusunda katıyım. Yani bir makine mühendisinin, bir iktisatçının, binlerce gazetecilik mezunu işsizken, o işi yapmasına sıcak bakmıyorum. Elbette bunun istisnaları olabilir. Eğer o işi yapabilecek yetilere sahipse, gerçekten bu işe ciddi anlamda gönül verecekse yapmaması için hiçbir neden yok. Tabii öyle zart diye köşe vererek değil.
Oysa artık bazı gazeteler, birtakım blogger'lara "Tut şunun ucunu" diyerek, rahatlıkla yazı yazdırabilir duruma geldi. Burada gazete yönetenlerinin 'cin fikirliği büyük pay sahibi. 'İstihdam çalmak' diyorum buna. O gazetede minik bir fotoğrafı ile isminin bulunmasının insana ne büyük haz verdiğini gayet bilirim.
Para almamak pahasına eşe-dosta gösterilen sayfada bulunan ismin tadı hiçbir şeyde olmaz.
Ancak senin almadığın para, bir başkasının alması gereken maaş, bunu aklının bir tarafına koymak lazım.
Gelelim işin ahlaki başka bir boyutuna, yani tartışmaya asıl neden olan konuya. Yabancı basından alınan haberleri, hiçbir biçimde kaynak göstermeden yazmak, gerçekten de emek hırsızlığı oluyor. Üstelik bundan nemalanan insanların sayısı azımsanmayacak kadar.
Bu, bir süre sonra şunu getiriyor: "Çalmak kötü bir şey değildir. Bunun üstünden para kazanılabilir." -zaten kazanılıyor da- Yok işte öyle değil. Haber de olsa, birinin evine girip bilezik de alsan, aynı kapıya çıkıyor, benim beynimin içinde, yapılan şey.
Bu kadar şeyin sadece futbol üstünden dönmesi de, ülkenin genel algısının yansımasıdır. Tramplen adamlar, basına sıçramaya çalışırken, sadece futbol üstünden bu işi yapıyorlar. Neden? Çünkü yazması kolay, çünkü kahvedeki adamın bile bu konuda söyleyecek sözü var, çünkü üstünde öyle çok da düşünmeye gerek yok, çünkü ülkedeki en gerizekâlı adamlar bile bu işten bok gibi para kazanıyor.
Bloglardan sıyrılıp, medyaya sıçramaya çalışan insanlar da bunun farkında. Yoksa amaç medyaysa, amaç gazeteci olmaksa, gel birlikte politika sayfası yapalım ya da ekonomi servisine sokayım seni, olmadı 3. sayfada çalış.
Yer mi? Yemez.
Niye? Yeterli altyapı yok da ondan. Ama futbol için bu gerekmiyor. Futbolcu eskisinden tutun da, hakem artıklarına ve Türkçe konuşamayanına kadar herkes futbol konuşup, futbol yazıyor. Haliyle bunları görüp, "Ulan bundan daha iyi yazarım" diye iç sesiyle karşılaşıyor insanlar. Tabii daha iyi yazarsın, çünkü diğeri zaten hiç yazamıyor. Kendini karşılaştırdığın örnek, başlı başına yanlış.
Sen üniversitede okumuşsun ya da okuyorsun, kendini karşılaştığın adamın lise diploması yok. Sen rahatsız değilsen, o ayrı.
Haa emek sömürüsü filan denilmiş. Bak orada, reklam alan hiçbir blogger kusura bakmasın ama emek sömürüsünden söz etmek hiçbirinin haddine değil. Sen bloğunda Endonezya'da, Tayland'da, Çin'de, binlerce çocuk işçi çalıştıran Nike'ın, Adidas'ın reklamlarını alacaksın, sonra çıkıp "Emek sömürüsü"nden dem vuracaksın. Orada 'dur' derler adama. Bloğuna bakacağım, hatun fotoğraflarını boy boy göreceğim, "alternatif medyayım" diyeceksin, farklı olduğunu bağırırken.
Sen dersen ki, "Benim etikle, duruşla ilgim yok" eyvallah! Neyin reklamını almak istersen onu al. Ama öyle zart-zurt diye atıp tutmayacak kimse.
Yazının özü Borges'in postundaki bir cümlede yatıyor. Demiş ki, "Twitter'imda sayısız medya insanı beni izler iken teker teker kendimi ve bazen bu işi meslek edinme gibi uçuk hayallerimi baltalıyorum ama ortada olan ortada."
İşte sorun tam olarak bu. Bir 'gazeteci' blogcuları takip edip, haber çıkartmaya çalışmaya başlamışsa, ortada bir yanlışlık vardır. Ben Borges'i takip ederim ama onun haberini yapmam. Okurum, eğlenirim, kızarım, küfrederim, alkış tutarım. Fakat bunların hepsini blogger olarak yaparım. Gazeteci olarak Borges'i kaale almam. İster Borges, ister bir başkası olsun, bir gazeteci olarak, kendimi bir blogger'la aynı kefeye bile koymam. Blogger olarak benden çok iyidir, çok daha zekidir. Orada 'eyvallah' demesini bilirim. Ama işim gücüm yok, twitter'dan birilerini takip edip, haber çıkartmaya çabalayacağım. Tabii canım! (Borges özelinde değil söylediklerim, kime gidiyorsa, alsın üstüne.)
Gazeteci olmaya heveslenen gençlere tam da bu noktada sesleneyim. Senden haber alıp, sayfasına koyan adam zaten gazeteci değildir. Büyük beklentilerle bu işe girip, ellerine aylık bin lira tutuşturulan çocuklardır. Bu işe girmek isteyen blog sahiplerinin talip olduğu iş budur. Tabii algıda milyon dolar alan Rıdvan var, yüzbinlerce dolar alan Ahmet Çakar var.
Temelde söylemek istediğim şey şu; eğer gerçekten istiyorsa ve yeteneği varsa, herkes her işi yapabilir. Bu konuda dirsek çürütmeye, bu işin çilesini çekmeye hazırsa neden olmasın.
Ama blog yazıyorsun, iki tane dandirik TV programına çıkıyorsun, bizzat iktidar eliyle, senin babanın, benim cebimden çıkan vergiyle kurdurulmuş gazetede yazıyorsun diye de, gazeteci olamazsın onu bil.
Herkes kendi söylediğinin önemli olduğunu varsayar. Muhtemelen bu yazıyı sonlandırmadan "Siktir lan!" diyen onlarca insan olacaktır. İnsanın kendine bakması, kendini izlemesi, kendini sorgulaması önemlidir.
Hiç yorum yapmamıştım ama yeri gelmişken yapayım. Yazdığınız yazılarda, çıktığınız TV programlarında kullandığınız jargonu iyi tahlil edin. Ağzınızdan ya da kaleminizden çıkan kelimeleri iyice tartın. Eleştirdiğiniz, yerlerine geçmeye çalıştığınız adamlarla o kadar benzer yanlarınız var ki. Benzer hayat görüşü sığlıklarına sahipsiniz, hayata karşı duruşunuz tıpkı o adamlar gibi, yani sağda-solda muhabbet ederken dalga geçtiğiniz adamların minik versiyonlarısınız.
Herkes için söylemiyorum. İsteyen üstüne alınsın, isteyen alınmasın. Cin gibi çocuklar yok mu? Elbette var. Ama gösterdiğiniz duruş ancak ve ancak Çarşı tadında. 1 Mayıs'ta Taksim'e giderken, İnönü'de Diyarbakırspor maçında "PKK dışarı" diyen güruh benzeri...
Bugün şu yaşanan tartışmanın gerçek sorumluları, gazetelerin içini boşaltıp, iki kelimeyi bir araya getiremeyen insanlarla dolduranlardır. Birçok blogger, sağıma-soluma baktığım çalışanlardan daha doğru insanlar yoksa. Ama ne onların, ne de diğerlerinin şu masalarda oturmaya hakkı yok.
27 Ağustos 2010 Cuma
Gemiyi önce fareler terk eder
Bülent Korkmaz, Cüneyt Tanman, Metin Oktay, Uğur Köken, Gündüz Kılıç, Coşkun Özarı, Bülent Eken ve Ali Sami Yen...
Taksiyle evin yolunu tutan kaptanın, benim açımdan gemiyi terk eden fareden farkı yoktur.
İyi futbolcu olmakla adam olmak arasındaki kalın çizginin arasında, kendisine yer bulamayan bir adamın hezeyanları, Türk futbolunun en büyük yeteneklerinden birinin sportif yaşamının çok erken biteceğinin göstergesidir.
Yenilmek, yenmek, elenmek, elemek ya da sahada aldığın sonuçlar çok önemli değil. Bir kaptan 23 yaşında herhangi bir duruş göstermeden, takımın en çok ihtiyacı olduğu anda taksiyle evine sıvışıyorsa, değil o pazubandı o formayı bir daha üstüne bile geçirmem.
Pardon ama Galatasaray'ın başında adam gibi bir başkan olmadığını unutmuşum.
Herkesi Metin Oktay yapanlara, örnek olması umuduyla...
24 Ağustos 2010 Salı
Unutun
Bazı durumlarda insan dayanamıyor. Tam da o durumlardan birini yaşadım.
Fotoğrafa iyi bakın. 20 yaşında bir üniversite öğrencisi Ömer. 7 yaşından bu yana çalışıyor. Kazandığı parayla en büyük hayali, öğretmenlik peşinden koşturuyor. Muğla Üniversitesi Çağdaş Türk Edebiyatı Bölümü’nü kazanıyor. Ama çalışması lazım Ömer'in, boş duramaz, öyle bir şansı yok çünkü.
İstanbul'a geliyor, gündeliği 30 liradan inşaatlarda çalışıyor, okuyabilmesi için. İnşaatta yatıp kalkıyor. 4. kata çıkıyor sabah 6'da, kalıp tahtalarını sökmek için.
Sonra... Sonra dengesini yitirip, 15 metreden betona çakılıyor.
Dedim ya bazı durumlara insan dayanamıyor, haykırmak, bağırmak, isyan etmek istiyorsun ama olmuyor.
13 Eylül sabahı çok mutlu uyanacak Türkiye. Referandum olacak, evet ya da hayır diyeceğiz ya. Ya çok demokratikleşecekmişiz ya da 12 Eylül'ün mirasını koruyacakmışız. Öyle diyorlar bize, biz de tartışıyoruz, "Evet demeliyiz", "Yok olmaz hayır demeliyiz" diye.
Evet ya da hayır hiç önemli değil. Kimsenin hayatında 13 Eylül sabahı bir şey değişmeyecek, çıkan sonuç ne olursa olsun.
Evine ekmek götüremediği için, işsizlik canına tak dediği için silahı kafasına dayayıp, boynuna ip dolayıp onlarca insan intihar ediyor. Üstelik bunu yapanlar genç insanlar. Hayatta umudu en çok yüreklerinde taşıyanlar yani.
Maaşı yetmediği için sözleşmeli Ahmet Fazlı Elçi hamallık yaparken ölüyorsa, Ömer Çetin öğretmen olabilmek için inşaatlarda amelelik yapıyorsa, konuşmamız gereken bambaşka şeyler var demektir.
Ama hepimiz kafamızı kuma gömüp, gerçekleri halının altına süpürüyoruz. Hissizleşiyoruz, tepkisizleşiyoruz ve en kötüsü insanlığımızdan sıyrılıp başka bir canlıya evriliyoruz.
Köpeğin önüne atılan kemik gibi bize verilenleri tartışıyoruz sadece. Ömer ve Ahmet Fazlı gibi can acıtıcı, yürek burkan insanlık hikâyelerini de okur okumaz unutuyoruz.
Haydi şimdi 12 Eylül'de sandığa gidin. İçimizden biri Ömer ya da Ahmet Fazlı gibi olmadığı sürece de unutalım bunların hepsini. Hatta okur-okumaz unutun.
22 Ağustos 2010 Pazar
Hepiniz siktirip gidin
Adnan Polat kapıları tekmeleyeceğine, önce Adnan Sezgin'in götüne sonra da başarabiliyorsa kendi götüne bir tekme atsa daha iyi olur.
Seyretmeyeceğim dedim seyrettim, yazmayacağım dedim yazıyorum. 90 dakikalık maç boyunca aynen şunları gördüm:
Hakem, her Galatasaraylı futbolcuya posta atıyor.
Rakip, her Galatasaraylı futbolcuya posta atıyor.
Maçı sunan spiker, Galatasaray'ın antrenöründen futbolcusuna kadar hepsine posta atıyor.
Vakti ya da imkânı olanlar maçı yeniden izlesin. Sıradan bir Anadolu takımından farkı yoktu Galatasaray Futbol Takımı'nın oyuncularının. Gördüğü muameleden tutun da, oynadığı futbolu kadar her şey, Galatasaray'ın sıradanlaştığının kanıtıdır.
Her şeyi bir kenara geçtim. Melih Gümüşbıçak denen yavşak, 90 dakika Galatasaray'a saydırıyorsa, bu kulübün tepesinden tırnağına yönetim olarak değişmesi gerekir. Herif bildiğin saydırdı Baros'a, Neeskens'e, Elano'ya...
Ama hata konuşan yavşakta değil. Sen gidip, "Nasıl siktik ama?" diyerek, sırıtan Ercan Saatçi'nin masasına oturursan, spikerin algısını da değiştirirsin. Koskoca Galatasaray Kulübü Başkanı gidecek, senin yüzlerce yıllık camian hakkında ana-avrat küfür edecek, ayağına kadar gidip röportaj vereceksin, sonra "Ben Galatasaray Başkanı'yım" diye ortalıklarda dolanacaksın.
Söylemiştim ama bir daha söyleyeceğim. Bunlar daha iyi günleridir Galatasaray'ın. Basketbolundan, voleyboluna kadar üç kuruş için ona buna el açarsan, adamı dibine kadar domaltırlar, sen de öyle oturup ah'larla vah'larla izlersin.
Futbolculara lafım yok. Zaten birçoğu bir Anadolu kulübünde oynadıklarını içlerine sindirmişlerdi çoktan.
Yakın bir dönemde, bir de İmparatorlarını getirdiler mi, siz eğlenceyi görün.
İstanbul'daki OFK maçından sonra "Bu takımdan bir bok olmaz" demiştim, özür dilerim düzeltiyorum. "Bu kulüpten bir bok olmaz."
Sondu, izlemeyeceğim artık Galatasaray'ı filan. Ne güzel kafam rahattı Karpaty maçını izlemediğim için. Gereksiz yere iki saatimi verdim.
Türkiye'nin en büyük kulübünü, şamar oğlanına çeviren yöneticisinden, başkanına her kim varsa hepsi bir an önce siktirip gitsin. Biraz onur, şeref sahibiyseler.
Taraftar mı? Onlar hâlâ transfer yapıldığı zaman her şeyin biteceğini sanıyor.
Futbolcular mı? Birçoğu haftadan haftaya rengi değişen formalarının hangi kulübe ait olduğunu karıştırıyor.
18 Ağustos 2010 Çarşamba
Herkes kendine iyi baksın
Hayatını yazarak kazanan bir adam olarak kesin ve net bir dille söyleyebilirim ki, yazmak ciddi anlamda zahmetli ve disiplin gerektiren bir iş. Bu bloğa yazmaya başladığım ilk günden bu yana bu disiplini elden bırakmamaya çabaladım. Bazı bazı yazmadığım, yorulduğum zamanlar oldu ama yine de, bu bloğu okuyan bir kişi bile olsa, o kişiye karşı saygımı göstermek istedim.
Devamlı takip edenler az-çok bilir. Dilimin sivri, +18 kıvamında olduğunu. Bu açıdan kendime hiçbir zaman sansür uygulamadım. Bazen yazdıklarımı tekrar okuduğumda "Ulan bu çok ağır kaçmış" dediğim ifadelere rastladım ama insan kendisi için yazdığı zaman, dilinin kemiği pek olmuyor. Hele ki, bu ben olunca.
Sanırım ilk olarak Arif'le tanıştım bu blog sayesinde. Sonra başka insanlarla da ara ara konuşmaya başladım. Atilla, Çağrı, Ozan, Ata İsmet, Aslı, Selocan, ksenophanes, Adsız'lar, Görkem aklıma ilk gelen isimler. Unuttuklarım varsa şimdiden özür dilerim.
İnsanın sosyalleşmesi açısından gerçek anlamda iyi bir mecra internet. Tabii ne kadar doğru kullanıldığına bağlı olarak değişiyor. Bu isimlerin hiçbiriyle birebir olarak görüşmedim ama insan olarak doğru insanlar olduğundan da şüphem olmadı.
Aslında bu postu, gerek sürekli takip edenler için gerekse de, kendim için yazıyorum. Uzun zamandır düşündüğüm, bir şeyi artık eylem haline getirmek istiyorum. Gündüz iş koşturmacasının yanında, bloğa verdiğim zamanı da hesap ettiğimde, enerjimin ciddi bir oranını bilgisayar başında harcadığımı fark ettim. Öyle anlar oldu ki, parmaklarımı yazmaktan oynatamaz durumlar yaşadım.
Şimdi tam bulunduğum noktadan baktığım zaman, başka şeyler yazmam gerektiğini düşünmeye başladım. Dediğim gibi, zaten uzun süredir kafamda tasarladığım ancak uygulamak için hep bir neden bularak ertelediğim hadiseyi yazmak istiyorum. Ne yazdığımı, ne olacağını şimdi söylemeyeceğim çünkü buradan aynı zamanda insanlara da bir söz gibi düşünüyorum. Vakti geldiğinde "İşte budur" diyeceğim zaten.
Bloğa hiç yazmayacağım demiyorum. Bunu birkaç kez kendi kendime söylemiş olsam da bir türlü beceremedim. Ancak cidden en fazla ayda bir post yazacağım. Onu da, artık dayanamayacağım bir noktaya geldiğimde yapacağım. Ya da olmadı "Biz küfür edemiyoruz, Meriç ya da Ercan harekete geçti" deyin, oracıkta biterim.
Tabii, bloğun boş kalmasına da gönlüm elvermedi. Bu yüzden sık sık yorumcu olarak gördüğünüz Saunders82, bıraktığım yerden devam edecek. Böylece lucarelli-breitner yaşayan bir yer olarak varlığını sürdürecek.
Evet birbirimizi tanımıyoruz ama kimseyi bilerek kırmak istemedim. Eğer kırdıysam, her birinden özür dilerim. Bakmayın sinirli, asabi, agresif adam imajı altında yavru kedi vardır.
Ben yine blogları takip etmeye, insanlara arada sırada laf atmaya devam edeceğim, onların bloglarında. Ama benden bu kadar, en azından kafamdaki şeyi gerçekleştirene kadar. Bunun için bir süre veremiyorum. 6 ay, 1 yıl ya da 3 yıl sürebilir.
Herkes kendine iyi baksın ve dikkat etsin... Sevenin de sevmeyenin de canı sağolsun...
Not: İtiraf ediyorum, bu sene Trabzonspor şampiyon olsun istiyorum.
17 Ağustos 2010 Salı
Keita imzayı attı
16 Ağustos 2010 Pazartesi
Biz neyi unutmuyoruz biliyor musunuz?
Millet atıp tutuyor "Unutmadık, acısı taptaze" diyor ya, külliyen yalan. 17 Ağustos'tan 17 Ağustos'a hatırlanıyor, tıpkı basının sahtekâr tavrı gibi.
Açtırmayın kutuyu, söyletmeyin kötüyü insana. Neyi unutmadınız, neyi? Hele ki bu ülkede 'unutmadık' demek, saçmalığın daniskası.
Japonya’da 8.3 büyüklüğünde meydana gelen depremde 140 bin kişi öldü 1 Eylül 1923'ten sonra bütün bir ülke mimarisini değiştirdi. Hem de öyle 50 yılda filan değil, 4 yılda yaptı.
Bizde durum ne minvalde. Yönetenlerin keyfi gıcır. 1 yıllığına çıkartılan vergileri kol gibi sokuyorlar hepimize, sesimizi çıkartmadan paşa paşa ödüyoruz. Sonra lafa gelince "Unutmadık, unutturmayacağız.".
Daha aradan 11 yıl geçti, yolumun üstünde Bağcılar'da dere yatağının üstüne yapılmış 4 yeni okul var. Çatır çatır evler dikiliyor yine aynı yol üstünde. Yok ama "Unutmamışız" güya.
Deprem sonrası herkes atıp tuttu. "Sigortasız ev kalmayacak" diye. Sonuç ne peki? 11 yılda sigortalı ev oranı sadece ve sadece yüzde 25. Ama biz "Unutmadık" canım olur mu öyle şey!
İstanbul'un çeşitli bölgelerine deprem konteynırları yaptırılmıştı. Şu an var mı gören? Herhangi bir yerde, adetsel olarak tek bir tane kaldı mı? Yok lan ben unutmuşum, aslında "Unutmamışız."
Ne demişti şimdinin Başbakanı, "Depremden ders almadık. Kentsel dönüşüm yapmak istiyoruz ama vatandaşlarımız olumsuz yaklaşıyor." Ehh, benim de olumsuz yaklaştığım çok şey var ama dilediğiniz gibi yasalaştırıyorsunuz. İstediğiniz zaman istediğinizi yapmayı biliyorsunuz. Ayrıca ders almadık de nedir? Sen aldın mı? İstanbul'u yönettin senelerce, şimdi ülkeyi yönetiyorsun ne yaptın? Yok, yok "Unutmadık" biz.
Her evde yatak, masa altında deprem sonrası için sular, bisküviler filan koyuyorduk, deprem çantası diye. Kaç tane evde kaldı? Efendim!!! Pardon duymadım "Unutmamışız."
İşkembe-i kübradan atmak en kolayıdır, ateş düştüğü yeri yakar. Gerçekten unutmayanlar, sevdiklerini elleriyle toprağa gömenler, aradan geçen 11 yılda kayıp yakınlarını bulamayanlar.
Biz mi? Biz sadece yönetenler tarafından, hangi pozisyonda sikildiğimizi unutuyoruz.
Hiçbir şeyi unutmayan bir halk olduğumuz için Türkiye'yle gurur duyuyorum (!)
İyi bakın
Yaklaşık 4 yıldan bu yana bunun gibi bir sürü fotoğraf gördüm. Karenin içinde tek bir Galatasaraylı ve yanında minimum 3 rakip. Mehmet Batdal orada donunu mu çekiştirir, jartiyerini mi ayarlar bilmiyorum. İzbandut gibi herifsin, takım arkadaşına posta koyarlarken, sen sırtını dönmüşsün.
Bu daha önce Kewell'a da yapıldı, Keita'ya da yapıldı, Meira'ya da yapıldı, Dos Santos'a da yapıldı.
Şu tabloya baktıkça için fazlasıyla sıkılıyor. Başarılı olursun ya da olmazsın o çok önemli değil ama sahada duruşun dimdik olur. İşin sportif yanına bakmıyorum.
Salt, futbolcuyla ilintili bir durum değil bu. Kıykırık bir kulüp haline çevirdiler Galatasaray'ı. Neredeyse ana-avrat söven gazetecilerle oturup yemek yemeler, yorumcusundan, hakemine ağzına geleni söyleyene kimse sesini çıkartamıyor.
Ulan harbiden acayip sinirleniyorum şu durum karşısında. Söylediğim şey kavgayı pompalamak değil ama kimse kusura bakmasın birlikte yiyip-içtiğim, neredeyse her günümü beraber yaşadığım kimseye böylesi muamelenin yapılmasına tahammül edemem. Gerekirse koyarım da suratının ortasına.
Bu takımda çok şey kaynıyor, dipten dibe. Misimovic'le filan düzelecek işler değil. Galatasaray'ın dibe vurması yakın. İşin kötüsü, görüntüye baktığımda dibi bulduktan sonra öyle tavan yapacağını da sanmıyorum. En iyi ihtimalle, birkaç metre yukarı çıkabiliriz.
Kötümser bir tablo çizmiyorum, gerçekleşeceklere işaret ediyorum. Kendini kandırmasın kimse.
Kimsenin umrunda değil ama Fenerbahçe Ülker, Galatasaray Cafe Crown birlikteliğine bakacak olursanız, demek istediğimi anlarsınız.
Akanları yalamak Galatasaray'a yakışmaz. Ya adam gibi sponsorluk anlaşması yaparsın, yapmıyorsan da, kendi başına halletmeye çalışırsın. Zaten halledemiyorsun, siktir git derler adama.
Galatasaray'daki yeniçeri sistemi yıkılmalı
Her tarafta Galatasaray tartışılıyor haliyle. Kimini göre futbolcu, kimine göre yönetim, kimine göre taraftar, kimine göre teknik ekip hatalı. Bazıları hepsini birleştirip, ortaya karışık şeklinde değerlendiriyor.
Bu kulübün iki kritik virajı vardır. Birincisi 4 yıl üst üste gelen şampiyonluk sonrası yıldaki Ankaragücü maçında, takım otobüsünde başlayan, soyunma odasında Jardel'in boynunu sıkmaya kadar giden ve Lucescu'ya Serkan Aykut'un oynatılması için yapılan baskıdır. Baskı diyorum ama direkt ayaklanmadır..
Diğer kritik viraj ise şampiyonluğa gidilirken, futbolcuların isteğiyle Kalli'nin gönderilmesidir.
Gelen yabancı futbolcuya tahammülü olmayan futbolcularımızın varlığını hepimiz biliyoruz. İyisi, kötüsü, fark etmez. Yıkıp atacaksın bendi. Galatasaray'daki yeniçeri sistemi yıkılmadığı sürece, öyle gündelik başarılarla eğleniriz hepimiz.
İyi niyetli olduğunu bildiğim yorumlar okudum ama artık '2000 ruhu' denilen olguyu anmamamız gerekiyor. Eyvallah, başarısıyla göğüsümüz kabaracak, mutlu olacağız ama hepsi o kadar.
Bu takım içindeki bazı yeniçeri ruhlu arkadaşlar temizlenmeli. Yoksa burnumuz boktan çıkmayacak. Bunu anlamak için daha kaç yılımızı yiyeceğiz.
Tabii bir de işin taraftar boyutu var. Girmeyeyim, girmeyeyim diyorum, sonra dayanamıyorum. Bu takımın taraftarı iğrenç bir topluluk olmaya başladı. Sen taraftarsın, gidersin desteklersin, gülersin, ağlarsın. Herkes teknik direktör, herkes yönetici oldu.
Ezelden beri şu forumlarda yapılar 11'ler, 'şu alınsın, bu alınsın' tarzındaki yorumlar bana süper aptalca geliyor. Şu FM-CM'ler çıktı, mertlik bozuldu. Tamam iyi güzel, herkesin fikri var, isteyen söylesin de, bir süre sonra gerçeklik-sanallık birbirine giriyor.
Haa, tabii bir de 'Adnan's faktörü' var. Şu Adnan Sezgin denen herifin ivedilikle gönderilmesi gerekir. Ben futbolcu olsam, o suratı görsem zaten oynama isteğim gider. Donuk, asık bir surat. Zaten işini ne kadar iyi yaptığını da görüyoruz. Sabah sabah (10 gün boyunca gece çalışacağım için şu saat sabah oluyor bana) aklıma geldi şarkıyı yollayayım kendisine. Sözleri uymuyor ama şarkının ismi cuk oturuyor. Alta tıklayın, duygularınıza tercüman olsun şarkının o kısmı...
Adnan'ım Sezgin'ime
Şarkıyı beğenmezseniz, olmazsa bunu dinleyin.. Linklemeyle uğraşmayacağım, bir zahmet copy-paste yapın, nasılsa bütün basın yapıyor. http://fizy.com/#s/1ai28k
Bu kulübün iki kritik virajı vardır. Birincisi 4 yıl üst üste gelen şampiyonluk sonrası yıldaki Ankaragücü maçında, takım otobüsünde başlayan, soyunma odasında Jardel'in boynunu sıkmaya kadar giden ve Lucescu'ya Serkan Aykut'un oynatılması için yapılan baskıdır. Baskı diyorum ama direkt ayaklanmadır..
Diğer kritik viraj ise şampiyonluğa gidilirken, futbolcuların isteğiyle Kalli'nin gönderilmesidir.
Gelen yabancı futbolcuya tahammülü olmayan futbolcularımızın varlığını hepimiz biliyoruz. İyisi, kötüsü, fark etmez. Yıkıp atacaksın bendi. Galatasaray'daki yeniçeri sistemi yıkılmadığı sürece, öyle gündelik başarılarla eğleniriz hepimiz.
İyi niyetli olduğunu bildiğim yorumlar okudum ama artık '2000 ruhu' denilen olguyu anmamamız gerekiyor. Eyvallah, başarısıyla göğüsümüz kabaracak, mutlu olacağız ama hepsi o kadar.
Bu takım içindeki bazı yeniçeri ruhlu arkadaşlar temizlenmeli. Yoksa burnumuz boktan çıkmayacak. Bunu anlamak için daha kaç yılımızı yiyeceğiz.
Tabii bir de işin taraftar boyutu var. Girmeyeyim, girmeyeyim diyorum, sonra dayanamıyorum. Bu takımın taraftarı iğrenç bir topluluk olmaya başladı. Sen taraftarsın, gidersin desteklersin, gülersin, ağlarsın. Herkes teknik direktör, herkes yönetici oldu.
Ezelden beri şu forumlarda yapılar 11'ler, 'şu alınsın, bu alınsın' tarzındaki yorumlar bana süper aptalca geliyor. Şu FM-CM'ler çıktı, mertlik bozuldu. Tamam iyi güzel, herkesin fikri var, isteyen söylesin de, bir süre sonra gerçeklik-sanallık birbirine giriyor.
Haa, tabii bir de 'Adnan's faktörü' var. Şu Adnan Sezgin denen herifin ivedilikle gönderilmesi gerekir. Ben futbolcu olsam, o suratı görsem zaten oynama isteğim gider. Donuk, asık bir surat. Zaten işini ne kadar iyi yaptığını da görüyoruz. Sabah sabah (10 gün boyunca gece çalışacağım için şu saat sabah oluyor bana) aklıma geldi şarkıyı yollayayım kendisine. Sözleri uymuyor ama şarkının ismi cuk oturuyor. Alta tıklayın, duygularınıza tercüman olsun şarkının o kısmı...
Adnan'ım Sezgin'ime
Şarkıyı beğenmezseniz, olmazsa bunu dinleyin.. Linklemeyle uğraşmayacağım, bir zahmet copy-paste yapın, nasılsa bütün basın yapıyor. http://fizy.com/#s/1ai28k
15 Ağustos 2010 Pazar
Devletin cinayet savunması
Türk Hükümeti'nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin "Hrant Dink cinayetini niye önlemediniz?" sorusuna yaptığı savunma, "Dink Türklüğü aşağıladı, nefret söyleminde bulundu. Bu tür yazılar halkı tahrik eder, kamu suçu oluşturur" şeklindeymiş.
Uğur Mumcu cinayetini soruşturan polisin Güldal Mumcu'ya sorusu ise "Güldal Hanım, acaba Uğur Bey aşk cinayetine kurban gitmiş olabilir mi?"
Devlet tüzel bir kavram. Elbette kendisini yönetenlerle vücut buluyor. Kendisine vücut verenler, bir avuç azınlıktan oluştuğu için ve bu bir avuç azınlık her biçimde kendi sürdürülebilirliğinin peşinde olduğu için böylesi durumlarla karşılaşmak mümkün oluyor.
Fakat bu ülkede faili meçhul ve faili belli cinayetlerin devlet tarafından korunması, haklı çıkartılması, savunulması artık sıradan olmaya başladı. Hele ki, 'tahrik' savunması. Sivas'ta insanları cayır cayır yakıp; zafer nidaları atanlar; vücudunda Allah dövmesi olan eşcinsel bir barmeni öldürenler; Marmaris'te, Alanya'da v.s. v.s. turistlere tecavüz edenler, Kürtlere yönelik linç girişimleri yapanlar; devrimci-demokrat öğrencilere saldıranlar, ülkenin aydın insanlarını öldürenler ve bu listeyi neredeyse sayfalarca doldurabilecek kadar yazılabilecek her türden şiddet unsurunun tek savunması tahrik.
Üstelik bu savunmayı artık devlet de yapıyor. Kendi vatandaşı bir gazetecinin cinayetini, 'Türklüğü aşağıladığı için öldürüldü' mealinde, hangi aptalın kaleminden çıktığı dahi belli olmayan bir biçimde, AİHM'e savunma yapıyor.
Devletin bu ülkede toplu cinayetler işlediğini emekli generaller bile televizyonlara çıkarak anlatıyor. Kıçı başı güzel diye oy verilen kadın başbakanın sözlerini hatırlarsak zaten devletin cinayet işlediğini ve işlenen cinayetleri savunduğu aklımıza gelecektir. Ne demişti kendisi, "Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir."
Bir savunma ve bir cümle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin siyasi iktidar gözetmeksizin, kendisine tehdit oluşturacak her türden insanı nasıl bertaraf ettiğinin aleni göstergesi konumundadır.
Referandum üstünden sürdürülen Evet-Hayır kavgasının, iki kutuplu dünya anlayışının Türkiye uyarlamasının sadece günümüz yorumu olduğunu görmemek için aptal olmak gerekir. O kadar çok farklı türevlerini gördük ki; Müslüman-laik, sağ-sol, Alevi-Sünni, Türk-Kürt, v.s. v.s. Hepsi ne kadar da suni ve içi boş. Çok değil oturup birkaç dakika bile düşününce, birçoğunuza aptalca gelecek. Misket oynadığım Selçuk'un Kürt oluşu, birlikte okul kırdığım Cengiz'in Alevi olması, hayatımda en çok güldüğüm adamlardan Ahmet'in sağcı olması, insan olarak acayip sevdiğim, karıncayı bile incitmeyecek Ali Dayım'ın koyu bir Müslüman olması, yaşadığım hangi anı etkiledi? Hepimizin böylesi hikâyeleri yok mu?
İktidarlar ona boyun eğmek zorunda bırakılanlar kadar ona dahil olanları da yozlaştırır. Dünya siyasal tarihine göz gezdirin (aslında göz gezdirmekten daha fazlasını yapın), hangi siyasal iktidar bir süre sonra bir avuç elitist haline gelmemiştir ki?
En yakın örnek Türkiye'nin son 7 yılı. Dün gecekondularda yaşayanlar, bugün artık İstanbul'da kendileri için kurulmuş, kendi zenginliklerini yaşadıkları villalarda yaşıyorlar. Daha önce kendilerinden 'mahrum' bırakılan her türden zenginliği dibine kadar yaşıyorlar. Bunu sadece bugünün iktidarı için söylemiyorum ya da belirli bir ideolojiyi hedef alarak yazmıyorum.
Ekim 17' Bolşevik İhtilali'yle kurulan SSCB'ye baktığınız zaman da görebilirsiniz, her sistemin kendi bir avuç elit zenginini yaratıp, halk üstünde kurduğu baskıyı. (Muhtemelen bu cümlelere itiraz gelecektir. Bunun en tipik örneği "Orada başarısız bir biçimde uygulandı" savıyla gelmeyin ama)
Kültür Devrimi ile başlayan, bugün dünyanın en büyük ekonomik gücü ve dünyayı küresel bir pazara çeviren, yeni dünyanın en büyük sömürgecilerinden Çin'e bakın ya da. Türkiye'de Kürtlere, aydınlara, azınlıklara uygulanan baskılar Uygur Türkleri'ne Tibet'teki Budistlere uygulanmıyor mu?
Sorunun sistem değil, kavram olarak devlet olduğunu görmek gerekir. Evet, kabul ediyorum ki, anarşist bir bakış açısı ancak kendi penceremden baktığımda haklı bir bakış açısı olarak görüyorum.
Yoksa mezarlardan çıkan kemikleri, aydınlara karşı girişilen aslında faili belli ama sözüm ona faili meçhul cinayetleri, toplu katliamları savunmanın iktidardan iktidara değişim göstereceğine inanmak safdillekten başka bir şey değil.
Her şeyi halk adına yaptığını savunan, halka rağmen olmaz diyen siyasi iktidarın Hrant Dink cinayeti karşısında AİHM'e yaptığı savunma, benim lügatımda karşılığı 'aşağılık' kelimesi. Aslında 'yavşakça' diyeceğim ama sağolsun Fazıl Say, bu kelimeyi benden kopartıp aldı. -Bu da ayrı yazı konusudur-
Uğur Mumcu'nun eşine sorulan soru ise kuvvetle muhtemel, "Her türlü olasılığı değerlendirdik, o yüzden sormak zorundaydık" olacaktır.
Yazıyı ben değil Bakunin bitirsin.
"En demokratiğinden en baskıcısına kadar hiçbir devlet halka ihtiyacı olan şeyi veremez: Bu şey halkın aşağıdan yukarıya doğru, her türlü müdahale ve vekâletten bağımsız öz örgütlenmesidir. Marx'ın sahte halk devlet tasarısı da dahil bütün devletçi sistemler, halkın halk adına düşünen, halka rağmen davranan bir grup eğitimli ve ayrıcalılıklı azınlık tarafından yönetilmesinden başka bir şey değildir"
14 Ağustos 2010 Cumartesi
Başlık bulamadım
Önce müjdeli haberi vereyim. Döndüm. Ne kadar müjde barındırıyorsa içinde. Sonrasında kötü habere gelelim. Yenilmişiz. Eve geldim, maçın özetlerine bile bakmadım.
Bu yılın sancılı olacağı daha Temmuz ayından itibaren belliydi zaten. Galatasaray'a gönül vermiş aklı başında her taraftar zaten bunu bekliyordu. Transfer yapılmadığından ötürü söylemiyorum bunları, sakın yanlış anlamasın kimse. Bir kaos döngüsünde yönetiliyor Galatasaray birkaç yıldan bu yana. "Yaşlı, sakat" denerek gönderilmeye çalışılan daha sonra "Biz bu yıl 3 transfer yaptık. Kimse Kewell'ı transfer diye saymıyor ama 3 oyuncu aldık" açıklaması, senelerden bu yana kangren haline dönmüş Sağlık Kurulu'nun apar topar yenilenmesi bile, bu kaotik ortamın ve seyirciye şirin görünmenin çabalarından başka bir şey değildir.
Hayır, ilginç olan insanların çocuk gibi oyalanması. Galatasaray Kupübü'nün başkanı Dünya Kupası'ndan önce gazetelere çarşaf çarşaf açıklama yapıp, "Dünya Kupası'nda oyuncu izliyoruz, transferi ona göre yapacağız" deyip, ligin başladığı ilk hafta halen transfer yapamamışsa, taraftarı istemiyor diye almayı düşündükleri adamdan vazgeçiyorsa, o kulüpten hayır gelmez.
Çok daha önceleri fikrimi beyan etmiştim, Adnan Polat ne yazık ki, başkanlık işini kıvıramamıştır ve devam etmesi Galatasaray için zaman kaybından başka bir şey değildir.
Taraftar konusuna girmiyorum bile. Artık bambaşka bir nesile sahibiz.
Beni yormayın daha fazla. Yoldan geldim, anlayış sahibi olun lütfen. Sözün özünü bünyeyi daha fazla hırpalamadan söyleyeyim. Sezon ortasına doğru ne Rijkaard kalır, ne de var olan yönetim. Galatasaray, olağanüstü günlere gebedir. Haa, ama bakın görün, hafta arası transferler nasıl yapılacak. Çünkü vıcık vıcık popülizm kokan bir yönetim sahibiyiz. Taraftarın ağzına emziği verirler hafta arası herkes bloglarda methiyeler düzer, ehh biraz akıllısı "Niye bu işi Temmuz'da bitirmediniz" der, bir sonraki sendelemeye kadar herkes mutlu mesut yaşar.
Aslında beynime sıçayım, masanın başına geçip şu aptal yazıyı yazdığım için. Bu ülkede 40 lira kazanmak için hamallık yapan Ahmet Fazlı Elçi'yi konuşmak gerekirken, ne yazıyorum. Çocukluk-gençlik arası Yeşildirek'te hamal Ahmet Amca ile yaptığımız bir muhabbetten bir alıntı ile bitireyim, "Ozanım, bu yükleri taşımak sorun değil, beynindeki dertleri, gönlündeki sorunları taşımak en beteridir."
Tekrar merhaba diyeyim, yarın görüşürüz...
Etiketler:
adnan polat,
ahmet fazlı elçi,
galatasaray,
transfer
12 Ağustos 2010 Perşembe
Özledik seni
özledim seni...
ayrılık yüreğimi uyuşturuyor karıncalandırıyor nicedir.
beynimi uyuşturuyor özlemin...
çok sık birlikte olmasak bile
benimle olduğunu bilmenin
bunca zamandır içimi ısıttığını
yeni yeni anlıyorum
Yokluğun,
Hatırladıkça yüreğime saplanan bir sızı olmaktan çıkıp
mütemadiyen bir boşluğa
Sabahları seni okşayarak başlamaları
aksamları her işi bir kenara koyup
seninle baş başa konuşmaları özlüyorum;
oynaşmalarımızı,
yürüyüşlerimizi,
sevimli haşarılığını,
çocuksu küskünlüğünü...
Nasıl da serttin başkalarına karşı
beni savunurken;
ve ne kadar yumuşak
bir çift kısık gözle kendini
ellerimin okşayışına bırakırken
Gitmeni asla istemediğim halde
buna mecbur olduğunu görmek
ve sana bunları söylemeden
''git artık'' demek
''beni ne kadar çabuk unutursan, o kadar çabuk
kavuşacaksın mutluluğa''
demek sana ne de zor
seni görmemek ve belki yıllar sonra
karsılaştığımızda
bana bir yabancı gibi bakmanı istemek senden...
yeni bir sevdayı yasakladığım kalbime söz geçirmek...
Can Yücel
Biz de seni özledik haberin olsun. Günebakanların boynu bükük, sensiz...
4 Ağustos 2010 Çarşamba
25 milyona benden su
Tamam kabul ediyorum, adi bir adamım ama ne yapayım bunu görünce dayanamadım. Nasılsa yarın biz de elenirsek, kimse bana "Ama sen dün efendiliğini bozmamıştın o yüzden dalga geçmeyeceğiz" demeyecek.
Rıdvan'ı dinlemediğim için ne söylediğini bilmiyorum ama Stoch için "Son yılların en iyi transferi" demişti. Acaba bu maçtan sonra ne söyleyecek merak ediyorum. Belki de maziyi anıyordur "Bu takımda Anelka vardı, Appiah vardı, Tuncay vardı" diye.
Selçuk, Kazım, Stoch. Son 3 maçta, 3 kırmızı kart. Aykut'un 'Kocaman' bir hiçlik olduğunu görmek zor olmasa gerek.
Hiç yorum yapmamıştım Aykut Kocaman hakkında ama yeri gelmişken söyleyeyim. İsterse şampiyon yapsın takımı aynı fikirdeyim. Senelerdir bu ülkede çalışır, hocalık yapar. Daha bir biçimde başarının ucundan kenarından geçtiğini görmedim.
Daum'un gönderilmesi sürecinde, tıpkı Oğuz Çetin gibi ne kadar içten pazarlıklı olduğu ve Bilicavari bir biçimde kuyu kazıcı olduğunu gördük. Ali Şen cidden büyük adammış, geleceği görüp, kangrenli kolu kesip atmış. Aslında benzerinin Galatasaray'da da gerçekleşmesi gerekiyor.
Şaka bir yana, Türk futbolunun durumu içler acısıdır. Benim ilk futbolseverliğimin başladığı yıllara döndük. Yarın benzer durumlarla karşılaşırsak, kimse şaşırmasın.
Neyse yeni piyasaya sürmüşler, bu sıcakta iyi gider diye düşündüm. 25 milyona benden bir bardak su...
Yarın sabah yolculuk var. Kızmasın Fenerbahçeli dostlar, yarın da onlar kızdırır bizi...
Bu arada söylemezsem ölürüm. Fenerbahçe TV'den takip ettim maçı. Yani izlemedim. Altta yorumlar var, sms'le gönderilen. Maçın başından, ortasından ve sonundan üç taneyi paylaşayım dedim..
"Fenerbahçem, Young Boys sana rakip olmaz. 3-0 alırız maçı."
"Haydi Fenerbahçe 2-1 alırsın. Stoch ve Dia'dan gol bekliyorum."
"Yeter artık Gyan'ı istiyorum."
Haydi afiyet olsun.
Bu arada kaybeden Türk futbolu ama kazanan Bursaspor oldu. 15 milyon Euro'yu ceplerinde buluverdiler...
Ben kaçtım
Geçen sefer haber vermemiştim, bu kez haber vereyim dedim. Bir süreliğine yokum. İki yıldan bu yana ciddi bir yorgunluk var üstümde. Vücudumun ve beynimin yenilenmeye ihtiyacı var.
Ulan amma da ağladım. Herkes kendine iyi baksın, bu sıcaklarda çok fazla yormayın bünyeleri.
Haaa, bir de unutmadan yarın maç saati yolda olacağım ve izleyemeyeceğim ne yapıp edip, bu maçı aldırın.
Gerçi benim izlememem başlıca kazanma nedenidir ya. Bu akşam Fenerbahçe elenirse de, sakın dalga geçmeyin. Bak sonra aynısı bizim başımıza geliyor, uyarmadı demeyin.
Haydi eyvallah, kaçma zamanı...
3 Ağustos 2010 Salı
Sizin yanınızda oturan kim?
Her hafta sonu gittiğimiz maçlarda, yanımızda oturan taraftar tiplemelerinden birkaç örnek...
FANATİKLER
Bu gruba grinlerin yaş ortalaması 17-35 arasıdır. Her maça giderler, bu yüzden de belirli gruplara aittirler. Maçtan önce stad yakınlarındaki buluşma yerlerinde içerler, geçmiş maçlardan, kavgalarından ve anılarından söz ederler.
Saat 21.00'deki maç için evden sabah 10'da çıkarlar. Aralarında evlenmiş olanlar, eşleriyle bu yüzden kavga eder. Tribünler onların ikinci evidir.
TESADÜFÇÜLER
Bunların futbolla ilgili bilgi ve altyapıları çok azdır. Patron hediyesi kombineyi değerlendirirler. Tribüne yastık, termos, bir kilo çekirdek ve bulmaca kitabı ile gelirler. Gol anında bile ayağa kalkmanızı istemezler, tersleyecek olursanız polis çağırabilirler.
Bu kişiler için tiyatro ya da sinemadan farkı yoktur, futbol maçlarının. Ailenin tek evladı olma ihtimalleri yüksektir.
BİLMİŞLER
Tipik teknik direktör örneğidir bunlar. Kimin oynayıp, kimin oynamaması gerektiği, taktikleri, oyuncu değişiklikleri bunlardan sorulur. Hiçbir teknik direktörü beğenmezler.
Bir maçta herhangi bir yorumu tutarsa "Ben söylemiştim" cümlesi, ağızlarından dökülüverir. Aslında maçına gittikleri takım onların çok da umrunda değildir. Önemli olan kabul görmeleri, pohpohlanmalarıdır.
Haftanın 7 günü futbol üstüne konuşurlar, hatta başka bir konu üstünde konuşma yetisine sahip değildirler. Genelde ciddiye alınmazlar ama onlar vazgeçmez.
HOLİGANLAR
Aslında Türkiye'de holiganizm denen olgu yoktur. Çünkü gerek anlamda holiganizm, bir yaşam felsefesidir. Türkiye'de holigan olarak anılan kişiler, hayatı ıskalamış, bir gruba aidiyet hissi yaşamak isteyen kişilerdir. Bu yüzden bu grubun gerçek anlamda Türkiye'de olmadığını varsayarak, esgeçiyorum.
VAZGEÇMEZLER
Bu gruba dahil olanlar, asla ve asla takımlarından umutlarını kesmezler. Bir nevi vafakâr taraftar tiplemesidir. Takımı 3-0 geride bile olsa, maçı kazanacaklarını söylerler. Yenildiklerinde de, "önemli değil" derler.
Her maç onlar için ayrı bir şölen, ayrı bir lezzettir. Olumsuz durumda ve aleyhte bağıranlara büyük tepki gösterirler. İstenilen, arzu edilen taraftar tiplemesinden sayılabilir.
Başka bildiğiniz tip varsa, siz de söyleyin...
gueneslipazartesiler mutlaka okunmalı
Kendisini "Bir göçmenin penceresinden hayata bakış" diye tanımlamış.
Bloğunun hedefini, "Günlük yaşamımda artık yer bulamayan Türkçe'yi kullanmak ve artık Türkiye'de yaşamadığım için kopmakta olan arkadaşlık bağlarımı tazelemek, burası üstünden bir şekilde iletişimi canlı tutmak olarak belirlemişim" şeklinde anlatıyor.
Hayata karşı duruşu, yazdıkları ve düşünceleri kesinlikle boş değil. Okuduğunuz zaman içi boş kelimelerle karşılaşmayacağınıza emin olabilirsiniz.
Sadece şu cümle için bile okumaya değer diye düşünüyorum: "Önünüzde iki seçenek var: ya gözlerinizi yumup dünya gerçek değilmiş gibi yapabilirsiniz ya da elinizden geldiğince dik durmaya çalışırsınız, çünkü boğazınıza kadar boka battığınızın bilincindesinizdir."
gueneslipazartesiler
Bir göz gezdirin, pişman olmayacaksınız...
2 Ağustos 2010 Pazartesi
Stajyer Cenk ve futboldan anlamayan Mustafa
Fotoğrafa bakın ve alttaki diyaloğu okuyun. Yaklaşık yarım saatten bu yana buna gülüyorum çünkü. Olay gerçek ve yaşanmıştır, hatta az ötemde yaşandı. Futbolu çok iyi bildiğini iddia eden bir stajyer ve futbolu pek bilmeyen bir diğer kişi arasında yaşandı
- Mustafa Abi, bomba transfer var abi.
- Kimi almış bizimkiler? (Onunkiler Fenerbahçe)
- Abi yok. Sizinkiler değil. Barcelona almış.
- Yapma ya! Kimi almışlar ki?
- Abi Kore'li bir adam almışlar.
- Şu milli marşta ağlayan keli mi yoksa?
- Abi yok. Herifin ismini ben de ilk kez duydum.
- Eeee, neymiş ismi?
- Ajansta fotoğraflara bakarken gördüm. İsmi "Hola Seul"
- Nereden almışlar, var mıydı, konuşuluyor muydu böyle bir isim?
- Abi inan ilk kez duydum diyorum. Baktım gugıl'dan öyle bir adam da yok.
- Altyapıya filan mı aldılar acaba?
- Abi ben araştırıyorum, söyleyeceğim sana.
Aradan 3 bilemediniz 4 dakika geçer.
- Cenk kimmiş bulabilin mi?
- Abi yok, yok yok çıldıracağım. Barcelona altyapısında da bu isimde biri yok.
- Ya ne yazıyor fotoğrafın altında peki?
- Abi benim İngilizce yok be.
- Aaaaaa abi ben galiba yanlış anlamışım. MSN'den bir arkadaşa sordum. "Hola Seul" galiba "Merhaba Seul demekmiş. Elemanların elinde forma ile öyle sırtına yazılı görünce"
- Cenk, senin stajın bitmez. Babana söyle kaportaya çırak versin seni.
Hâlâ gülüyorum...
Siz gidip misket oynayın iyisi mi!
Sivillere büyük zarar veren misket bombalarının kullanımı dün yürürlüğe girerken, şimdiye kadar 37 ülke antlaşmayı onayladı. Antlaşma, misket bombası üretimini, kullanımını, depolanmasını veya transfer edilmesini yasaklıyor
ABD, Rusya ve İsrail gibi ülkeler ise antlaşmaya katılmıyor. Türkiye de antlaşmayı onaylamayan ülkeler arasında bulunuyor.
ERDOĞAN NE DEMİŞTİ?
"Sesin çok yüksek çıkıyor. Benden yaşlısın biliyorum ki sesinin benden çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. Benim sesim bu kadar çok yüksek çıkmayacak. Bunu böyle bilesin. Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüz, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum"
BÜLENT ARINÇ NE DEMİŞTİ?
Hükümet olarak İsrail'in sadece eylemlerini kınadıklarını ve lanetlediklerini vurgulayan Arınç, bu eylemleri yapanların insanlık önünde suçlu olacağını belirtti. Arınç, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Sadece kan dökerek, misket bombaları atarak, fosforlu bombalarla çocukları, kadınları öldürerek bir devlet, bir ülke ayakta kalamaz. Ambargo uygulayarak ayakta kalamazsınız. Nefretin odağı olursunuz. İsrail hükümeti için söylediklerimiz budur.
MİSKET BOMBASI NEDİR?
Salkım bombası olarak da adlandırılan misket bombası, “bomba içinde bomba” olarak biliniyor. Hedefe atıldığında ana bomba infilak edince içindeki misket büyüklüğündeki minik bombacıklar dağılarak çevreye saçılıyor ve arka arkaya patlıyor. Etki alanı geniş olduğundan verdiği zaiyat da büyük oluyor. Hem silaha hem insana hem de maddeye karşı etkili.
Her bombanın içinde 202 bombacık var. Patladığında her bombacıktan 2 bin şarapnel parçası çıkabiliyor ve 73 m. yarıçapındaki bir alana etki ediyor. Bombacıklar patlamadan kaldığında kara mayınları kadar tehlikeli olabiliyor. Bu yüzden de güdümlü değil, ‘aptal bomba’ kategorisinde sayılıyor.
Bu bombaların 10'da biri hiç patlamayabiliyor ve aylar, hatta yıllarca fark edilmeden düştükleri yerlerde üzerilerine basılmayı bekliyor ve siviller, için tehlike oluşturabiliyor. Konvansiyonel olmayan silahlar kategorisinde yer alan "misket bombaları"nın kullanımı yasak.
Yorum: Sizin siyasetinize, iyi niyetinize, söylem-eylem gerçekliğinize sokayım..
Etiketler:
bülent arınç,
misket bombası,
recep tayyip erdoğan
1 Ağustos 2010 Pazar
Fatma Nine'ye dert yanışlarım
Fatma Ninem, sen şimdi giymişsin ya şu sarı-kırmızı sahte formayı, bana o bile güzel geliyor senin üstünde.
Soğuttular be ninem, beni bu takımdan. Artık eskisi gibi benimsiyemiyorum bu takımı.
Geçen gün maçına gittim, tribünlere baktım. Değişmiş her şey. Futbolcusuna küfreden mi istersin, daha ilk hatasında anasına söven mi dersin, daha maç bitmeden tribünleri terk eden mi dersin? Ne kadar musibet ararsan vardı.
İn sahaya Fatma Ninem, sahada arkadaşına pas vermeyen, arkasından el kol hareketi yapan, küfür sallayan... Bir dolu musibet de saha ortasında.
Ben böyle sevmemiştim bu takımı. Futbolcusu gelen yabancıyı sahada asimile etmeye çalışmazdı. Didier Six vardı mesela, biz onu üç günde Dündar Siz yapmıştık. İlk maçında Beşiktaş'a golünü atmıştı, şahane de futbol oynamıştı. Ama o zaman Sabri yoktu sahada.
Ben çocukken Fatma Ninem, hiç şampiyonluk görmemiştim ama yine de çok seviyordum Galatasaray'ı. Galatasaray'ın renklerinden ötürü Vietnam'ı sevdim, Çin'i sevdim, Sovyetler Birliği'ni sevdim. Galatasaray bana, farkında bile olmadan çok şeyi sevdirdi Fatma Ninem.
Şimdi bakıyorum artık sevdiğim bir şey kalmamaya başladı. Taraftarı, o sevmediğimiz takımın taraftarı gibi olmaya başladı. Transferle yatıp kalkan, bu kulübün değerlerine aldırış etmeyen, bir forma aldığı için kendini her şeyin üstünde gören, maçlara ayık gelmeyen, futbolcusu gol attığında isminin duyulmaması için bambaşka tezahüratlar yapan insanlar oldular.
Adnan Polat diye biri başkan Fatma Ninem. Her hareketinden popülizm kokuyor. Yanında eskiden beri yine ismi Adnan olan biri var. Senelerdir niye bu takımda diye düşünüyorum. Kulübe aldırdığı adamlardan komisyon alıyor deniyor, hem 80 bin dolar maaşı varken bunu yapıyor diyorlar onun için. Hakkında şike dosyası bile vardı. Sen de benim gibi düşünüyorsun değil mi Fatma Nine, ne işi var bu adamın Galatasaray kulübünde.
Bir de bizim eski futbolcularımız var Fatma Nine. Galatasaray'ın ayağı her tökezlediğinde ortaya çıkıyorlar. "Biz söylemiştik, böyle olmaz" diye konuşuyorlar. Aslında konuşamıyorlar da, öyle safra gibiler. İstiyorlar ki, bugüne dek milyonlarca dolar kazandıkları ve bugün hâlâ Galatasaray sayesinde para kazandıkları yerde hep kendileri olsun, adım atılırken bile onlara sorulsun istiyorlar. Kendilerini Metin Oktay'dan Gündüz Kılıç'dan üstün tutacaklar neredeyse.
Çok dertliyim be Fatma Nine. Bu kadar sevdiğim bir kulüpten, bu denli soğumak, kendini sorgulamak insana acayip geliyor.
Biz şimdi ne yapacağız Fatma Nine? Başka Galatasaray yok ki? Kendimizi neyle teselli edeceğiz?
Şampiyon olmasak da, asil tavrımızı özledim, ota-boka konuşmayan Cüneyt Tanman gibi eski futbolcuları özledim. Şikeye, üç kâğıda karışmayan, üç kuruşluk futbolcular için bin takla atmayan yöneticileri özledim. Masaya yumruğunu vurdu mu, herkesi titreten başkanları özledim.
Aslında daha çok yazacak şeyim var ama seni daha fazla üzmek istemiyorum Fatma Ninem. Çünkü konuştukça daha fazla soğuyorum Galatasaray'dan.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)