31 Aralık 2011 Cumartesi

2012 için umut etmek yetmez. Herkese mutlu yıllar


Boktan bir yıldı, hele hele son günleri daha boktan geçti. Her yıl tonla dileğimiz oluyor; güzel, iyi niyetli, temiz dilekler ama sadece ve sadece diliyoruz. Oturup düşünmek lazım, bunların gerçekleşmesi için neler yaptığımızı, mücadele edip etmediğimizi.

2012 yeni umutlarla başlayacak, en azından öyle başlatmak için gayret edin.

İnsanlara yardım edin, savunmasız canlılar için bir şeyler yapın, çevrenizdeki haksızlıklara karşı sesinizi yükseltin.

Öyle boş boş oturup, iyi yıllar demek yok.

Umarım ağzına sıçtığımız dünyamız ve ülkemiz için güzel bir yıl olur.

Sınırsız ve sınıfsız bir dünyada; eşit, özgür ve demokratik bir ülkede; barış içinde, kardeşçe yaşayacağımız günler çok uzakta olmasın.

Sevene, sevmeyene, sinirlenip küfredene kadar herkese mutlu yıllar...

29 Aralık 2011 Perşembe

Bu acıyı başka bir şey böylesine iyi anlatamaz


İnsan bir yakınının ölüsüne bakmaktan böyle sakınıyor, bakamıyor, bakmaya korkuyor. Bu acıya "İyi oldu" diyenler var.



Kelimeler biter, söylenecek söz kalmaz...

Ama onlar kaçakçı!


Aleviyse, haftalar öncesinden evlerini belirlersin, çoluk-çocuk-kadın-yaşlı demeden palalarla doğrarsın, kılıf olarak "Solcular birbirini öldürdü" dersin.

Öğrencileri evlerine girip boyunlarına tel geçirip, kurşuna dizersin, kılıf olarak "Bunlar zaten solcuydu" dersin

Muhalif gazeteciyse, işkence yaparak döve döve öldürürsün, kılıf olarak "Zaten Evrensel'de çalışıyordu" dersin.

Aydınsa, bir otelde hepsini cayır cayır yakarak öldürürsün, kılıf olarak "Provokasyon vardı zaten hiçbiri yanarak ölmedi" dersin.

Ermeniyse, sokağın ortasında herkesin gözü önünde kalleşçe arkasından vurup, kılıf olarak "Türkler hakkında ileri geri atıp tutuyordu" dersin.

12 yaşında çocuğu 13 kurşunla öldürürsün, kılıf olarak "Potansiyel teröristi, ileride dağa çıkardı" dersin.

Sokaklarda eylem yapan emekli bir öğretmeni öldürürsün, kılıf olarak "Gazdan ölmedi, kalp krizinden öldü" dersin.

Konsomatrisse işkence yaparsın, işkenceye kılıf olarak 'Orospuydu ondan dövdük' dersin.

Kürtse, uçaklarla üstüne bomba yağdırırsın, kılıf olarak "Kaçakçılardı ondan bomba yağdırdık" dersin.

Kendi vatandaşının üstüne tonlarca bombayı atarsın, kılıf olarak "O bölgede terörist faaliyet tespit edilmişti" dersin.

Daha ne kadar insan öldürüp; vicdanımızı rahatlatmak, haklılığımızı kanıtlamak için yeni yeni kılıflar bulacağız?

Kendi topraklarımızda yaşayan insanları öldürmeye, linç etmeye, katliam gerçekmeştirmeye devam edeceğiz?

Kaçakçıysa bomba atabiliriz, üstlerine kurşunlar yağdırabiliriz öyle ya!

Siz de bulun kendinizi rahatlatacak sebepleri. Belki o zaman daha güzel bir ülkede yaşadığınızı düşünüp, çığlık çığlığa bağıran vicdanlarınızı susturabilirsiniz.

Herkes aynı düşünse ne güzel olurdu değil mi? Kimse farklı olmasa, aynı şeyleri düşünse, devlete sonsuz biat etse ve devletin katliamlarını alkışlasa.

Nurtopu (!) gibi bir katliamımız var artık. Kutlamaya başlayalım çılgınca...

28 Aralık 2011 Çarşamba

Türbanın ekmeği ye ye bitmiyor


Yeni Şafak gazetesinin "Başörtülü binince BMW bozuluyor" manşeti, bugün herkes tarafından konuşuldu. Haberi söylemeye gerek yok ancak bilmeyenler için kısaca şudur: Ralli şampiyonu Burcu Çetinkaya ile sporsorluk anlaşması yapan firma, 1 yıllık kullanım hakkı aldığı BMW'yi, bir televizyonda türbanlı arkadaşı ile test edince, firma 'imajımız bozuldu' diyerek anlaşmayı iptal ediyor.

Hadise bundan sonra sosyal medyada yayılınca, vurun abalıya misali; başörtü düşmanlığından faşizme kadar uzanan suçlamalarla muhatap kaldı.

Borusan Otomotiv, öğlen saatlerinde bir açıklama yapmak zorunda kaldı ve olayın türbanla ilintili olmadığını, türbanlı Merve Sena Kılıç'a daha önce test edilmesi için 5 aylık sürede 8 araba tahsis edildiğini, Burcu Çetinkaya ile ortada bir sponsorluk anlaşması olmadığını ve bu yıl için kendisiyle anlaşmaya varılamadığını açıkladı.

Yazıyı "Vaayyyy göte bak, türbana karşı BMW'yi savunuyor" diye eleştireceklere, daha en başka siktiri çekmek lazım.

Bu tip ekonomi haberleri genelde manüplasyona açık olduğunu bir söyleyelim. Medyada böylesi haberlerin kullanımının temel birkaç amacı vardır. Birincisi, bok atılan firmayla reklam anlaşması yapmak içindir. Bunu bir genel yayın yönetmeninden birinci ağızdan duyduğum için rahat rahat söyleyebiliyorum. Çünkü süreç böyle işler, sen bindirirsin, bindirirsin, firma imajının daha fazla zedelenmemesi için, yayını yapan gazete, televizyon ya da internet sitesine, kendisini zerre sarsmayacak bir rakam karşılığı reklam anlaşması yapar ve hadise tatlıya bağlanır.

Gelelim diğer konuya. Yine herhangi bir medya kuruluşu bir firmaya bok atar sürekli. Bok atmasındaki amaç, kendisinin arkasında durduğu aynı ürünün farklı markasına insanları yönlendirmektir. Böylece bir taşla iki kuş vurulur.

Türban bu memlekette, hatırladığım kadarıyla ekmeği çok yenmiş bir konu. Yeni Şafak, Akit gibi siktiriboktan gazeteler, sayısı hatırlanmayacak kadar çok haber yaptı konuyla ilgili. Hastaneye giremeyen türbanlı, orduevine alınmayan türbanlı, okula gidemeyen türbanlı, yolda saldırıya uğrayan türbanlı vs. vs. Bunlar olmadı, yaşanmadı gibi bir şey de söylemiyorum, götünden anlamasın kimse.

Geldiğimiz noktada, türban konusunda ağlamanın yolları azalmıştır. Çünkü artık herkes istediği şekilde, istediği yere girip çıkabiliyor. Hâlâ bitip tükenmek bilmeyen bir biçimde, türban muhabbeti yapmak o yüzden pek geçerli bir durum değil.

Ulan memlekette cumhurbaşkanı eşi, başbakan eşi, onlarca bakanın eşi türbanlı, İngiltere'de Kraliyet Sarayı'ndan tut da, Çankaya Köşkü'ne kadar her yere girip çıkıyorlar. Daha ne diye ağlak pozisyonlara giriliyor. Yetti amına koyayım bu "biz mağduruz" edebiyatı.

Ülkenin zenginliği kimin elinde bakıversinler bir zahmet. Memlekette milyoner sayısı son 1 yılda 9 bin 755 kişi birden yükseldi. Bu milyonerler kim, bu şirketler kimlere ait herkes gayet iyi biliyor.

Yeni Şafak, eğer türbanlılara yardım etmek istiyorsa, eşleri tarafından aldatılan, eşlerinden şiddet gören kadınların sorunlarına eğilsin. Bu milyoner sayısıyla doğru orantılı biçimde artan, sağda solda açılan garsoniyerleri kimlerin kullandığıı sorgulasın.

Haa doğrudur yanlıştır ama özel bir şirket, bu yalan haberde konu edildiği gibi isterse, türbanlı diye anlaşmayı iptal da edebilir. Kimi ne ilgilendirir? Herif icabında "ben türbanlılara araba satmıyorum" deme hakkına da sahip. Bu cümleden de, savunduğum anlamını çıkartanın götüne koyayım ayrı mesele.

BMW aptal bir firma değildir. Kendilerinin en büyük müşterilerini bu konuda üzmez. Türkiye'de artan zenginlikten kimlerin faydalandığı, kimlerin şu an lüks içinde yaşadığını gözönüne alacak olursak, böylesi çokuluslu şirketler, bindikleri dalı kesecek kadar keriz değildir.

İnsanların faşizm eleştirilerine ancak götümle gülüyorum. Ülkede faşizmin daniskası yaşanıyor, gazeteciler cezaevlerinde, binlerce kişi tutukluluk süreleri 3 yılı aşan davalarda süründürülüyor.
Bunlar faşizm değil, demokrasi gereği ama türbana dolandırılan götten çıkma bir habere faşizm diye götler yırtılırcasına bağırılıyor.

Çünkü istiyorlar ki, bugün göz önündeki o zenginliği, sumenaltı etsinler. Ezilenden ezene geçen sistem saklansın, insanlar bunları hep mağdur olarak hatırlasın. Sürekli ağlayıp sızlayarak, halktan çaldıkları milyarlarca doların tartışılması yerine bu boktan konu tartışılsın istiyorlar.

Bu sosyal medyada peydahlanan, herkesin birbirini tetikleyerek yarattığı linç kültürü, ileride olabilecekler açısından, ne denli dehşet olduğunu da gösteriyor.

BMW'yi türban üstünden eleştirmek yerine, kriz bahanesiyle işten çıkarttığı emekçilerden söz edilerek yapmak mümkün ya da sömürü düzeninin payendesi olarak. Ama Yeni Şafak ve türevleri bu konulara girmez. Çünkü bu sömürü düzenini oluşturan parçalardan biri de bu fikrin sahipleridir.

Bu türban mavralarını; twitter'da, facebook'ta "Bu faşizmdir" diye ağlanmayı, sağa sola saldırmayı bırakın artık. Sömürenin kim olduğu apaçık ortada, faşizmin kimlerin elinden geldiği de. Siz orada salak salak, bir boku bilmeden BMW gibilerini eleştirirken, oy verdiğiniz adamlar BMW'leri ile ortalarda fink atıyor, TOKİ konutlarında açtıkları garsoniyerlerde çatır çatır sikişmek için BMW'lerini 5. vitese atıyorlar.

Ne çok mal, ne çok salak, ne çok gerizekâlıyla örülü etrafımız. Kendilerine verilen minicik oyuncaklarla oyalanıp, sömürü düzeninin daha da güçlenmesine sadece seyirci kalıyorlar.

Mal kitlesi, o BMW'lere ben mi biniyorum, siz biniyorsunuz. Götü yiyen protesto etmek için yaksın...

26 Aralık 2011 Pazartesi

Serpiştirilmiş mesaj mı, duruş mu ya da ne boksa...


Behzat Ç'ye ilişkin çok şey yazıldı, çizildi. Sanırım üstünde en fazla durulan konu, bir polisin, belli çevrelerce çok sevilmesi ve bir polisten kahraman olup olmayacağı. Hadisenin bu noktasına girmeyeceğim, velakin bir noktadan sonra kendi içinde açmazları ve çıkmazları olan, ayrıca da herkesin baktığı pencereden farklı görünebilir.

Tüm bu tartışmalar dışında asıl takıldığım konu, geçen haftaki bölümde, konu alınan kayıp anneleri oldu. Dizinin başından beri kimi zaman gecekondu yıkımlarına, sokak çocuklarına kimi zamansa sıcak gündeme dokundurmalar yapması hepimizin hoşuna gitti. Bugüne dek, çok fazla rastladığımız karşı duruşlardan değildi çünkü.

Benim itirazım da tam bu noktada başlıyor. Direkt söyleyeceğim, bu tavırlar bana samimi gelmiyor. 80 dakikalık dizinin içine iliştirilmiş, birkaç dakikalık görüntüler, konuyu sadece değinme noktasıyla bitiriyor.

Bu tip durumlarda, kendi reflekslerimi harekete geçiririm ve "Ben olsam ne yapardım?" sorusunu sorarım. Eklemek gerekir ki, herkesin aynı şeyi düşünmesini de beklemiyorum.

Dizinin kısa sürede fenomen haline geldiğini söylemek yanlış olmaz. Dizi kısa sürede, büyük kitlelere ulaşınca filmi yapıldı mı? Yapıldı.

Açık açık konuşalım, filmin yapılma amacı, televizyonda görülen ilginin, sinemada banknota çevrilmesinden başka bir şey değildir. Televizyondan, sinemaya her geçişin amacı ne yazık ki bu oluyor.

Tam bu noktada, biraz önce yazdığım samimiyetsizlik olgusu devreye giriyor. Karşı duruşu olup aynı zamanda da sinemayla ilişkisi olan insanların, böylesi bir film çekmesini beklerim çünkü.

Dedim ya, "Ben olsam ne yapardım?" diye, işte ben olsaydım, yapacağım şey, bu ülkede acısı hiç bitmemiş, onlarca olayı projeksiyon aletine yansıtmak olurdu. İyi niyetli çabalara rağmen, bu ülkede gelişmiş bir siyasi-politik sinema yok. Üstelik sayısını hatırlayamayacağımız kadar kanlı olaylar, büyük acılar yaşınmasına rağmen.

Samimiyetsiz gelmesinin sebebinin çıkış noktası tamamen bu sebeptir. Televizyonda bok gibi para kazanıyorsun, bunu sinemaya harcarken, "1 koyar 3 alırım" düşüncesini hissettirmeye başladığın an, bazı şeyler sorgulanabilir hale geliyor.

Behzat Ç. ekibi Kahramanmaş'ta annesinin karnında öldürülen bebeği, 12 Eylül'de ülkenin pek çok cezaevinde işkencehanelerden geçirilmiş insanları, Sivas'ta yakılan aydınları, Bahçelievler katliamını, faili meçhul kalmış onlarca cinayeti v.s. v.s. konu alan bir filmi beyaz perdeye aktarmak, şu yapılan iki üç dakikalık görüntülerden daha farklı anlamda olacaktır.

Tabii şunu da söylemek mümkün, "Birader, hiç konu almasalar, hiç değenmeseler daha mı iyi?"
Elbette iyi değil ama şu an yapılan da öyle büyük övgülere mazhar olamaz. Eğer gerçekten bir şey yapılmak isteniyorsa, bir dizi içine serpiştirilmiş mesajlar yerine, başıyla-sonuyla bir olayı adamakıllı aksettirmek çok daha samimi ve ayrıca konuyu bilmeyen onbinlerce insanı aydınlatmak olacaktır.

Umarım, halkın üstünden deveyi hamuduyla götürenler, halka doğru düzgün karşılık verebilirler.

Başıma bir şey gelmeyecekse altın vuruş yapayım; iyiden iyiye bu konuların sömürüldüğünü ve üstünden para kazanıldığı hissine kapılıyorum.

Eklemeden geçemeyeceğim; zaten yapılması gerekenlerin, övgü almasına alıştırılmamıztır asıl ayıp olan. Bu ülkede yaşayıp da, bunlara gözünü kapatan, kulaklarını tıkayanlar zaten insan olamaz.

Not: İzlediğim tek dizi olduğunu da belirteyim.

22 Aralık 2011 Perşembe

Poşet Hayati -2-


İçerisi karanlık ama dışarıdan her şeyi duyuyorum. Zenginin evindeki karanlık oda bile başka oluyor. Bu odanın kendisi, Hacer Abla'nın evinden daha güzel. Sesler geliyor dışarıdan ama bir türlü anlam veremiyorum konuşulanlara. Bana 'pis' diyen kaltağın sesi olduğu belli. Aha kapı da açıldı.

- Berkecannnn. Kaç kere dedim sana şu yediğin çikolataların ambalajlarını bu odaya atma diye? Hacerrr bu odadaki kâğıtları da toparla. Bu odayı da iyice sil.

Berkecan nedir lan! Böyle isim mi olur. Ya Berke koyarsın, ya Can. İkisini birleştirince Voltran mı oluşuyor. Yemin ediyorum, Berkecan diye ismim olacağına bana 'naylon' denmesine razıyım. Ne naylonu lan, göt lalesi deyin, ağzımı açmam. Aranızda Berkecan yok değil mi? Varsa alınmayın oğlum, sizin hatanız değil, koyanın hatası. Hacer Abla da geldi, garibim daha geleli bir saat olmadı kan ter içinde kalmış.

- Suat, bu gömlekteki, saç kimin?
- Hangi gömlekteki hayatım?
- İş gezisinden getirdiğin beyaz gömlek.
- Aman be hayatım, birinden düşmüştür.
- Biliyorum o düşmeleri ben!
- Saçmamala Aydan. Şu paranoyak halin can sıkıcı hale gelmeye başladı.


Karı manyak lan. Önüne geleni azarlıyor, herkese emirler yağdırıyor. Görseniz bir boka da benzediği yok. Çakma sarışın, boyu 1.60 ya var ya yok. Sırf makyaj, başka da bir numarası yok. Gece o makyaj çıkınca sikime benzemiyorsa, granül poşet değilim.

- Suat otelde bastığımı unutuyorsun herhalde. Paranoyak demeyi kes artık.
- Oldu bir hata hayatımın aşkı, bir daha hiç yaptım mı?
- Bu ne diyorum!
- Hostesten filan gelmiştir belki. Ne bileyim ya.
- Hostesler ne zamandan beri gömleğinin iç cebine saç bırakıyor.
- Dünya hali, olur diyorum hayatım. Çocuklar duyacak, gece konuşuruz.


Hacer Abla'nın da keyfi yerine geldi. Baksanıza nasıl gülüyor.

- Hacer, çocukların kahvaltılarını hazırla çabuk. Oyalanma oralarda.
- Tamam hanımım.
- Üfffffffff! Bana hanımım demeyi kes. Aydan Hanım diyeceksin.
- Tamam hanımım. Ay, Aydan Hanım peki.


Hacer Ablam kapıyı aralık bıraktı, oley lan. Fakat karıya bok attım ama kase de iyiymiş. Tamam itiraf ediyorum, kadınlara karşı zaafım var. Gördüm mü dayanamıyorum. Ama harbiden oğlum, karının götü iyi, kıvamı yerinde. Bir punduna getirip, sürtünsem var ya. Offfff çok canım çekti.

Suat senin de erkekliğini sikeyim. Karı, köpek etmiş herifi, süklüm püklüm karşısında. Ben böylelerini ruhum gibi bilirim, çak ağzına iki tane, bak bakalım nasıl karşında muma dönüyor.

Veletler de aşağıya indi herkes kahvaltı masasında oturuyor. Fakat sağ tarafı tam göremiyorum. Kılıbık Suat o tarafta oturuyor olsa gerek, bir tek onu göremiyorum çünkü. Garibim Hacer Ablam, masayı kurdu, şimdi de etrafı siliyor.

- Berkecannn, çabuk masaya otur diyorum.
- Tamammmmmm.


Ağzını yayışına bak şunun. Elinde kaşıkla, bana doğru yaklaşıyor. Kaşığı tutmacımdan soktu, havalandırdı beni.

- Berkecan, oğlum masaya oturur musun lütfen?

Herif, oğluyla değil de, sanki Londra Büyükelçisi ile konuşuyor, ciddiyete bak. Boşuna mal olmamış bu çocuk. Eyvallah kibarlık iyi güzel de, insan oğluyla da böyle konuşmaz.
Piç, 3-4 kez düşürdü, her seferinde kaşığı deliğimden sokuyor. Deliğimden soktu dediğim için gülenin, ağzına sıçarım. Bak, cidden ağzınıza yüzünüze sıçarım.

- Hacer şu pis şeyi, çabuk al elinden.
- Emredersiniz Aydan Hanım.


Hacer Abla'nın ellerindeyim nihayet, huzur doldum, kuran çarpsın. Yalan yok, isterdim Hacer Abla ile kalayım ama bizim hayat da kelebek misali çarçabuk bitiyor. Seneleri geçtim, haftalarca hayatta kalanımız bile olmuyor. Genelde çöplük köşelerinde sonlana bir hayata sahibiz. En afilli olanımızdan, benim gibi en garibana kadar böyledir. Allah'ı var Hacer Abla iyi insan. Çöpe de gideceksem, o atsın isterdim. Beni usulca alıp, tam mutfağın ortasındaki tezgahın kenarına iliştiriverdi.

Mutfak diyorum ama sizin bildiğiniz mutfaklardan değil. Her taraf ihtişamla dolu. Bir tane poşet olmaz mı lan mutfakta. Oğlum her mutfakta bir poşet olur. Burada yok. Ya tamam şimdi doğruya doğru. Pek iyi değiliz, alayınızın sağlığı ile oynuyoruz filan da, Türkiye'de yaşıyoruz, poşetsiz olmaz.

Ev ahalisi gitti, kaldık Hacer Abla'yla başbaşa. O bütün evi köşe bucak temizledi, ben burada pinekledim. Zil çaldı, bir kadın geldi. Hacer Abla'yla konuştular, sonra bizimkisi gitti. Kaldık burada tek başımıza. İlkin çocuklar geldi eve, şoförleri de var. İsmi Narin'miş, Hacer Abla söyleyince duydum. Belli ki akşamları da ihtiyaçları bu karşılıyor. Gençten ismi gibi bir kız. Bu yaşta, elleri çatlamış kızcağızın. Adaletini sikeyim böyle dünyanın, 23-24 yaşında ya var ya yok. Aha da, Aydan orospusu geldi.

- Narin, Hacer kaçta gitti.
- 5 buçukta gitti Aydan Hanım.
- Tamam kızım, çocuklar geldi mi?
- Biraz önce geldiler, kıyafetlerini değiştiriyorlar.
- Sen onların yemeğini hazırla. Biz bu akşam Suat'la bir davete gideceğiz. Narin gelene kadar gitme sakın.


Karı beni kesti, "Bu pisliği çabuk at!" diye çıkıştı kıza. Kızcağız, beni eline aldı, elinin içinde yuvarladı, içime birkaç ekmek parçası koydu ve mutfak tezgâhının altındaki çöpe attı. Böyle şansın içine tüküreyim e mi?

- Şşşşt, dayıoğlu ismin ne?
- Napacan yarrağım ismi mi? Nüfusuna mı alacaksın? Dayıoğlu ne lan ayrıca, mal mal konuşma.
- Oğlum akıllı ol, içimize aldık seni, akşam gideceğimiz yer aynı. İki kelimenin belini kıralım.
- İçine mi aldın? Dur biraz daha salayım o zaman.


Başladık gülmeye, çöp poşeti Hakikat'la birlikte. İbneye başta çıkıştım ama esaslı oğlanmış. Sabahtan beri burada takılıyormuş, içine atmadık şey bırakmamışlar. İlk geldiğinde zengin evine kapağı attım diye sevindiyse de, hayatı benden daha kısa süreceği için dertli mi dertli.

Biz muhabbete devam ederken, lavuğun biri Hakikat'ın kenarlarından geçirdikleri iplerden bağlayıp, dışarı çıkarttılar. Evin önündeki çöp konteynerinin içine atıverdiler. Hakikat'ın ağzı bağlı olunca konuşamadı tabii, ne kadar konuşmaya çalıştıysam çıt çıkmadı. Sokaktan bir ışık sızıyor fakat göremiyorum çok fazla. Yarım saat geçmeden, sesler gelmeye başladı, çöpleri karıştıran iki genç Hakikat'ı parçalayıp, beni ellerine aldılar. Bir çırpıda içimi açtı, ekmekleri görünce, iki kollu koca sepetli arabasının ön tarafına koydu beni.

Çöp koyteynerini hafiye gibi araştırdılar. Plastikleri biri alıyor, kartonları diğeri. Arada birbirlerini "İyi bak, iyi bak" diye uyarıyorlar. Çöpteki işleri bitince başladık bunlarla gitmeye.

- İbo, şu parka gidip biraz oturak mı?
- He ya, oturak amına koyayım.
- Bir şey diyeceğim ama kızarsın diye söylemeye çekiniyorum.
- Söyle, söyle.
- İki bira alak ya, bütün gün yorumdum.
- Alak amına koyayım, alak.


Giderken iki çöp konteynerini daha karıştırdılar. İbo benim yanıma, bir lavuk daha getirdi. Başta söyledim ya, naylon torba aleminin en itibarlı, en götü kalkık olanı takviyeli poşet koydular. İbnenin havalarını size anlatamam. Yüzüme bakmıyor, kafayı yana çevirdi, dışarıyı seyrediyor. Puşt! Sanki Eyfel'den Paris'e bakıyor, o derece yavşak tavırlar içinde.

Geldik bir parka, arabalarını bin bankın önüne koydular, muhabbete başladılar.

Acayip şeyler dönecek hissediyorum. Şu takviyeli lalenin de sülalesini sikeceğim. Bekleyin işte, harbiden manyak muhabbet var. Yarın görüşürüz canpareler. Takviyelinin ismi de Ersoy. Kıl olurum amına koyayım Ersoy ismine.

Poşet Hayati 1

21 Aralık 2011 Çarşamba

Futbola sokayım, size bir şey olmasın


Futbolun içine sıçılmış, izlediğimiz her şey Houdini ya da Copperfield numaraları gibi olan bir ligin ilk yarısı bitti.

Çok yormayın beni, kısaca maça değineyim. İlk yarı boyunca kanatsız kuş gibi çırpınıp durduk. Ne Emre Çolak kanat oyuncusu özellikleri taşıyor, ne de Kazım o yerin daimi adamı olur. Emre Çolak alternatif olarak düşünülebilecek bir isim ama sol kanadını teslim edemezsin. Zaten Terim'in de böyle bir niyeti olduğunu sanmıyorum, ilk yarıyı kurtarmak ve Riera'ya gözdağı vermek için blöf yaptı ve tuttu.

Kazım tipinde savruk adamlar hedefi olan takımlar için güvenilir oyuncular değil. İlk yarı kaptırdığı 3 top, kontra olarak döndü. Evet iyi niyetli ancak serseri mayın gibi yapacakları kestirilemiyor. Harika top çevrilen bir anda, insanı delirtebilen özelliklere sahip.

Bu iki noktaya baktığımızda ne görüyoruz? Galatasaray'ın hücumda ciddi anlamda kanat sorunu var. Devre arası bu konuya el atılacakmış gibi duruyor.

Orta oyunu şeklinde geçen ilk devrenin bitimiyle, Fatih Terim, herkesin gördüğünü, hepimizden daha iyi gördüğü için, orta sahada takıma baskı uygulatıp, oyunu kanatlara yıkınca, Manisaspor bocaladı. Bu güneşe kar dayanmaz misali, Selçuk da fantastik bir vuruşla maçı tayin etti.

Fenerbahçe maçında tepe noktası yapmış ve acayip motive olmuş takım, sik keyfine ve göt kurtarmaya yönelik play-off sisteminde sergilenen futbol açısından düşüş göstermiş olsa da, kayıpsız geçilen haftalar, büyük kârdır. Geçen yazıda da söz ettim, büyük takım olmak biraz da böyle zamanlarda belli oluyor. Üstü yapıştırılan bu hüviyet, belki bugün çok önemli olmasa da, ilerisi için ciddi bir ışık.

Sezon başına dönecek olursak gazete sayfalarında neredeyse Topkapı Sarayı maliyeti çıkartılan Selçuk ve Muslera'nın ne denli faydalı olduğunu herkes gördü. İyi futbol, iyi futbolcuyla oynanır. Ehh, bu sikindirik sistemde de bu tip adamlar büyük meblağlarla alınıyor. Muslera ligin açık ara en az gol yiyen kaleci, Selçuk attığı 5 gol ve 5 asistle takımın istatistiki açıdan en verimli oyuncusu. Ki, oynadığı oyuna şerh koymaktayım çünkü halen yeterli düzeyde değil. Ama kalite böyle bir şey işte.

Kim ne derse desin, Servet ve Gökhan Zan'dan kurtulup bu takıma o mevkide adam kazandırmak şart. Kimisi beğenir, kimisi beğenmeyebilir bu iki adamı ancak takımdan ellerini ayaklarını çekmesiyle, takımın bir üst seviyeye gelmesinin de bir olması, tesadüf gibi görünmüyor. İki tane adamla da sezon geçmeyeceğine göre, şimdiden harekete geçmekte fayda var.

Kim bu ligden zevk aldı bilmiyorum. Kendi adıma konuşmak gerekirse, öyle donuk ve soğuk gözlerle ekrana baktım. Tabii Fenerbahçe maçını ayrı bir tarafa koyarak söylüyorum.

Elmander, Melo, Ujfaluši ve Muslera senelerdir bu takımın, niçin istediğimiz noktada olmadığını gösteren adamlardı. Birkaç isim dışında ne kadar mal varsa kakaladılar. Misal halen Stancu'dan medet uman var. Yok usta işte olmaz, Galatasaray'da yedek bile olmaz çünkü herif yabancı. Ben de umutluydum ama olmadı.

Boktan ligin, boktan ilk yarısının, ne boka yaradığını bilmediğim lideriyiz. Oyun, skor, futbol, gol, sarı kart, hakem v.s. v.s. şu dosyaları, klasörleri okuduğumuzda hepsi hikâye geliyor.

"E hikâye geliyor da, ne sikime yazıyorsun?" diye soracak olursanız, ne bileyim a.k. yazıyorum işte.

Alakasız olacak ama şu takımda en sevdiğim adam da Elmander ve Ujfaluši. Fakat biraz sakin be Ujfa. Gördüğü sarı kartların hiçbiri faulden değil, itirazdan.

Futbola sokayım, size bir şey olmasın...

Yediğin bokların haddi hesabı yokmuş ulan!


Kendisi asker selamıyla nam salmış bir arkadaş. Sivasspor'da başarılı bir dönem geçirince, götü kalkıp, herkese akıl veren bir şahsiyet.

Galatasaray tribünleri kendisine küfredince (kesinlikle doğru olduğunu savunmuyorum), canlı yayına kızını alıp, ahlâktan dem vuran, gözyaşlarını oracıkta akıtan, Cuma günü oynanacak bir maç öncesinde, "Mübarek cuma gününün ruhuna uygun, centilmen, askerlerimizin dağlarda çarpıştığı şu günlerde onlara layık olmaya çalışarak, bir maç oynayacağız" diyecek kadar vatanına bağlı, "Bir takımın 3-4 futbolcusu solaryumda, 4-5 oyuncusu manita peşinde koşuyor. Herkes kendine bakacak. Türkiye'de değişmesi gereken gerçekler var. Futbol devrimi yapmalıyız." diyecek kadar futbol sevdalısı, "İstanbul'da Laila var Sivas'ta La ilahe illallah" diyecek kadar da dinine bağlı biri.

Tabii Eskişehirspor'da teknik direktörlük yaparken, "Oyuncularım ne zaman Nadide Sultan’a ne zaman da Eyüp Sultan’a gitmek gerektiğini bilecek" diyerek, akıl ve mantık da sunan bir arkadaş!

Ek deliller ortaya çıkınca gördük ki, bizim namus timsali, vatanperver, Müslüman Bülo'nun yerinde yeller esiyor. Kendisi, neredeyse çocuğu yaşındaki 18'lik kızlarla birlikte olan, pezevenklerle yoğun telefon trafiği yürüten, eşi için "Orospuyu dövmeye gidiyorum" diyecek kadar da delikanlı (!)

Bülent Uygun ayna niteliği taşıyor. Ağzından din-iman-namus-ahlâk-milliyetçilik gibi değerleri düşürmeyen, her konuşmanın içine bunları iteleyen tiplerin alayı böyledir işte.

Taşıdığı eksikliklerden, konuşa konuşa sıyrıldığını zanneder. Çünkü bu halk, böylesi ucuz, aşağılık çiğ şovenizm yapan adamları sever.

Eeee Bülo, 8 yemeyip 7 yerdin, 6 yemeden 5 yerdin ama yemediğin halt kalmamış. Aynaya bakınca miden kalkıyor mu acaba? Her gün aynaya o suratla karşılaşsam, suratımı parçalarım, bir daha o mide bulandırıcı şeyi görmemek için.

Cami yaptırdın, okul yaptırdın değil mi? Ulan o kadar aşağılıksın ki, o okuldan mezun olan kızları bile koynuna almaya çalışırsın.

Herkese ders vermek kolay siktiğimin memleketinde. Kendi kızın yaşındaki çocuklarla birlikte olmak hiç mi vicdan sızlatmaz ulan! Allah, kitap diye bağırırken, insan hiç mi rahatsız olmaz?

Küfür bile etmeyeceğim sana, Dibine kadar pisliğe bulaşmış, pezevenklere dilenen bir adama ne söylense azdır? Pedofilik yavşak!

20 Aralık 2011 Salı

Poşet Hayati -1-


Selam, benim adım Hayati. Öyle evden eve takılırım. Bizim hayat kısa ama bu ahir ömrümde acayip şeyler gördüm. Onlardan birkaçını anlatacağım. Beğenir misiniz beğenmez misiniz bilmiyorum. Haaa, baştan uyarayım, ağzım acayip bozuktur. Sonra "Vay efendim çok küfür var", "İbne amma da küfür ediyor" demeyin, harbiden bozulurum.

Hayati kim önce onu anlatayım. Ben basit bir granül naylon torbayım. Ne kötü geliyor kulağa değil mi lan? Naylonum amına koyayım var mı ötesi. Millet birbiriyle taşak geçiyor 'naylon' diye ya da 'naylon faturacı' pezevenkler var, milleti dolandırıyor. Gerçi baştaki granül, fiyakalı bir hava verse de, yine de naylonum lan ötesi yok.

Sizin aranızda olduğu gibi bizim aramızda da sınıf farkı vardır. Kimi, kilitli torbadır, üstten şahane kilitleri vardır hava geçirmez. Kimisi takviyeli poşettir, o ibneler en itibarlı olanlarımızdandır. Alışveriş merkezlerinde filan yarrak gibi para verip aldığınız malları koyarsınız içine. Kimi yumuşak saplı poşettir, onlar da genelde hatunların elinde olur. Hatun deyince garip oldum lan. Kimisi baskılı poşettir, onlar en götveren olanlardandır. Şirketler filan kullanıyor.

Ben ola ola granül naylon torbayım. En sikindirik bakkallarda, pazarcılarda olanlardan. Ama biz halkın arasındayız, diğerleri gibi öyle şirketmiş, alışverişmiş bilmeyiz. Benim içime patates, soğan, cips koyuyorlar. Bak yarraklık yapma 'koyuyorlar' dedim diye güldüysen sikerim belanı.

Fabrikadan çıktık, attılar bir kamyonun içine. Tıklım tıkış gidiyoruz, iç içe. Zaten mevsim yaz, benim naylon bünyem hafiften gevşemeye başladı. İbnelerin ikisi arasına almış, tost durumundayım. Gerçi, ben de birine dayıyordum ama yavşak leş gibi kokuyordu. Kamyon durdu Yenibosna'da bir poşet dükkânının içine bırakıldık piç gibi.

Hava sıcak, cimri pezevenk klima da taktırmamış, bildiğin yanıyorum cayır cayır. Rafın birine salladılar beni. Şansa en üstteyim, hepsini altıma almışım. Lan nasıl keyfim yerine geldi anlatamam. Dakika bir, gol bir oldu. İğrenç bıyıklı bir tip, koltuğunun altına aldı, bir bakkala götürdü beni.

Çivi takmışlar duvara, zonk diye astılar beni. Lan oğlum, o bakkal nasıl peynir kokuyor anlatamam. Ağustos ayında 20 gün ayağını yıkamayan birini düşün, o koku nasılsa bakkal da öyle kokuyor. Düşün benim bile hayatımı sikip attı, o derece iğrenç. 4-5 gün herifin dükkanda kaldım. Geceleri kapı da kapanıyor, nasıl bir ortam olduğunu anla. Sanki bakkalda değiliz de, Ayvalık'ta boktan bir diskoda apaçilerle dolu bir ortamdayız. Bak, anlatınca bile o kokuyu aldım.

Bir kadın girdi içeriye, iki ekmek, yüz gram zeytin, yanlış hatırlamıyorsam iki de çikolata altı. Bıyığını siktiğimin pezevenginin yüzünü son görüşüm oldu. Kadına nasıl baktığını tarif edemem. O an sikine bir göz attım, şantiye çadırı kurmuş pezevenk.

Hacer Abla, taktı koluna, mis gibi temiz hava eşliğinde yürümeye başladık. Hayata yeniden döndüm dersem siz daha iyi anlarsınız. Ufacık bir evden içeri girdik, beni masanın üstüne bırakıp, içimdekileri çıkardı. Böyle anlatınca erotik geliyor da, Hacer Abla'yla beni o anlamda düşünenin zibilliyetini sikerim, sonra uyarmadı olmasın.

Evde iki küçük velet var, aldılar beni havaya havaya atıyorlar. Biri çekiştiriyor, koptum kopacağım. Müzik olsa koparız eyvallah da, radyoda türkü var nesine kopayım! Hacer Abla, çocuklara "Bırakın oynamayı, masaya geçin" diye bağırınca, koltuğun üstüne koyuverdiler beni. Atletli bir sığır, gözlerini ovuştura ovuştura geldi.

Farkındayım, daha şu ana kadar hiçbir erkek hakkında iyi konuşmuş değilim ama bundan sonrakiler de dahil olmak üzere, aralarında en göt lalesi olan da bu çıktı. İsmi Sabri'ymiş, Hacer Abla'nın kocası. Kocalığını sikeyim ben onun. Herif bütün gün evde oturuyor, sonra Hacer Abla'nın temizlikten kazandıklarını da elinden alıyor. 10 gün kadar bu evde kaldım, mutfakta bir köşede ama sesleri duyuyorum. Arada çocuklara vuruyor puşt. Kadının bütün gün temizlikten imanı gevremiş, bu pezevenk üstüne çıkıyor. "Ah uh" demesi 10 saniye ya sürüyor, ya sürmüyor iktidarsız pezevengin.

Vücuda gelsem yavşağın ağzını yüzünü dağıtacağım ama granül poşetim. Dikkat ettiysen sıfatsız da yazmam çok fazla. Granülüm oğlum akıllı olacaksın, öyle naylon, poşet diye aşağılamayacaksın.

Hacer Abla, bir sabah erken, içime bir şeyler sokuşturdu çıktık dışarı. Sabahın körü afyonum patlamamış, otobüse bindik. Lan, sonra 'taktı' diyorlar lakin sabah sabah o nasıl koku lan. Hiç mi yıkanmıyorsunuz siz insanlar, hiç mi rahatsız olmuyorsunuz?

Otobüsten indik, yürüyoruz. Buralar Hacer Abla'nın evinin olduğu yere hiç mi hiç benzemiyor. Evler iki katlı, üç katlı, alayı bahçeli. Neredeyse tüm evlerin kapısında "Dikkat köpek var!" diye tabela asılmış. Lan oğlum, trenden korksak, demire binmeyiz! Kimi korkutuyorsa yavşaklar. Sonra 'Neden köpekten korkuyoruz?' diye sorarsınız. Bahçede köpek var işte, mübarek taşağından alev çıkartan ejderha sanki. Korkmayın oğlum köpekten, korkmayın.

Hacer Abla bir evin dış kapısındaki zile bastı, "Kim o?" diye bir ses geldi. "Yarrağım benim" dedim ama duymadılar, sadece "Hacer" sesini duydular.

Girdik içeriye, bir bahçe ki, ne sen sor ne ben anlatayım. Bahçe değil Wembley Stadı gibi. Kocaman bir havuz var, alabildiğine çimen her taraf. Bir Hacer Abla'mın yıkık dökük evine bak, bir şunlara. Bu evin parasıyla, 100 tane Hacer Abla evi alınır. Yavşaklar içeride at koşturacak sanki, ne boka bu kadar büyük ev yapılıyor, anlamış değilim. Siz insan olarak çözün, ben granül poşetim, aklım ermez. Aklım ermez dediysem, haksızlık olduğunun da farkındayım. Benim beynimi, hafife alanın beynini sikerim.

Kapı açıldı, kocaman bir hol var. Nasıl bir ihtişam kelimelere dökmem mümkün değil. Tepede öküz kadar bir ışıklı zamazingo var. Şeytan diyor, kır at, kafalarında patlat, ışıklarını da götlerine sok ama yapamıyorum işte. Kırıta kırıta bir karı geldi, "Hacer sen mi geldin?" dedi. Ulan, kadını görüyorsun hâlâ ne tatava yapıyorsun. Sanki ilk kez görmüş gibi hikâyeden soruyor.

- Hacer önce yukarıdaki gömlekleri ütüle. Sonra toparlarsın ortalığı.
- Tamam hanımım.
- Bak geçen seferki gibi olmasın. Jilet gibi istiyorum.
- Ne hata ettim ki, geçende de güzelce ütüledim.
- Hacer, dilin de pabuç kadar. Sözümü ikiletme.
- Tamam hanımım.


Kan beynime sıçradı amına koyayım. Sözünü ikiletmeyecekmiş, sanki Allah kelamı. Böyle durumlara dayanamam. 'Jilet' ne lan ayrıca?

- Şu elindeki pis poşeti de banyoya koy, ortalarda dolaştırma.
- Yemek getirmiştim kendime, onlar var içinde.
- Eve poşet sokmuyoruz, sağlığa zararlı. Banyoya da koyma, karanlık odaya koy.
- Tamam hanımım.


Ohh anam oh. Orospu karı "Pis" dedi. Sağlığa da zararlıymışım. Üretmeyin lan, üretmeyin. Zorla ben üretiyorum kendimi. 'Pis' sensin lan ayrıca, am zambağı, sen kime 'pis' diyorsun. Karı bana 'pis' diyor, 'Evi temizle' desem, elektrikli süpürgünen sapını götüne sokar. Karambolde, karanlık odaya da koyacaklar.

Hacer Abla, içimdekileri çıkarttı, beni karanlık odaya koydu. Ablamdır, laf etmiyorum, etmem de. Kadın benim için işinden mi olsun lan! Ben şimdi karanlık odadayım, bu evde neler olacak onu da yarın okursunuz. Unutmadan iki yer daha gezeceğiz, hepsi böyle eğlenceli değil. Bekleyin işte beynini siktiklerim. Hayatınızda bir poşetin konuştuğunu gördünüz mü? Hah işte o zaman efendi efendi bekleyin.

19 Aralık 2011 Pazartesi

Adana Demirspor Starbucks'ı işgal et!


"Biz Boğaziçili gençler geçen 5 aralık ta "Starbucks'ta şenlik var" adıyla bir hareket başlattık. Yerleşkemizde doğru düzgün ve uygun fiyatlı yemek bile bulamazken, öğrencilerin beraber zaman geçirebileceği, sözlerinin olabileceği mekân yokken tüm özgürlüklerin sadece sermayeye sağlandığı Boğaziçi Üniversitesi'nde,direnişe geçtik.

Starbucks'ın açılışı ile cisimleşen sermayenin işgaline sessiz kalmadık ve 'işgale işgalle' karşılık verdik.

Tam da bu sessiz kalmama noktasında Adana Demirspor'un Şimşeklerini yanımızda göreceğimizi umduk, biliyoruz. memleketin güneyinde tüm yokluklara rağmen özgürlük ve bağımsızlık marşları söyleyen böyle bir taraftar grubunu bir ağabey bir kardeş her şeyden öte bir yoldaş olarak görüyoruz.

Bu coşkunun verdiği itibar ile, Adana Demirspor'un Şimşeklerini bu işgale dayanışmaya ve üniversitemizde sermayeye karşı yükselen bu özgürlük hareketine desteğe davet ediyoruz.

Adana Demirspor Starbucks'ı işgal et!"


Adana Demirsporlular, hafta sonu oynayacakları maçta, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin, 'Starbucks'ı işgal et' eylemine destek verecek.

Adana'da bulunan, Adana yakınlarından geçecek herkes bu eyleme destek vermeli.

Daha önce Boğaziçi Üniversitesi'nde eylem gerçekleştiren tüm öğrencilere teşekkür etmek gerekir öncelikle.

Üniversiteler bu küresel şirketlerin pazarı değildir. Üniversitelerin içine truva atı gibi yerleştirilen bankalar, GSM şirketleri, kahve dükkanlarının amacı küresel tektipleşmeden başka bir şey değildir.

Bu arada şu bloğa da mutlaka bir uğrayın, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin neler yaptığına bakın.



Not: Hadiseden beni haberdar eden Sertaç'a teşekkür ederim.

İçeride dışarıda hücreleri parçala


Devletin operasyon görünümündeki, cezaevlerindeki devrimcilere yönelik katliama koyduğu isim dalga geçer gibi "Hayata Dönüş"tü.

İstanbul'daki askeri kışlalardan binlerce asker katıldı bu katliama. Saat 05.00'te başlatılan faşist katliamda, insanları hayata döndürmek için deliklerden bombalar bırakıldı, makineli tüfeklerle üzerlerine binlerce kurşun yağdırıldı, ülke sınırlarında o güne dek kullanılmamış her çeşit ve ebatta bombalar bırakıldı, alev makineleriyle insanlar cayır cayır yakıldı. O kadar aşağılık bir katliamdı ki, yanan insanlara, benzinle battaniyeler atıldı, yangın yerinin ortasında.

Gazeteler, televizyonlar, devletin insanları yaşatması için bu operasyonu başlattığı yönünde haberler yaparken, seneler sonra "Kullanıldık" itirafı geldi. Oysa 19 Aralık 2000'deki katliamı bilmeyen kimse yoktu ve bugün 'kullanıldık' diyenler, o günlerde yaptıkları aşağılık haberleri üstlerinden atmaya çalışıyorlar.

122 kişi öldü bu kanlı katliamda. Üstünden öyle çok uzun süre de geçmedi. Cezaevlerinin tümünde olması gereken güvenlik kameraları çalıştırılmadı, o günün tanıkları dışında kimse içeride yaşanan katliamı doğru düzgün bilmiyor. Ülkede estirilen rüzgâra bakıldığında, öldürülenler askere makineli tüfeklerle ateş ettiler, bombalar attılar.

19 Aralık, toplamda 122 kişinin ölümüne sebep olurken, bugün sayıları 500'e yaklaşan kişinin Wernicke Korsakoff hastası olmasının başlıca nedeniydi.

Bu katliam çok uzun süre saklandı. Bugün gazetelerde, televizyonlarda "Orada bir katliam yaşandı" diye yavşakça konuşanlar, 20 Aralık'ta gazetelerinin köşelerinde, devletin tek taraflı yayın organı gibi davranıp bu katliama alkış tuttular.

Cezaevindeki devrimci tutsakların, kendilerini yaktığından tutun da, ölüm orucuna girmediğine kadar her türden en iğrenç, en aşağılık haberleri yaptılar.

O gün F tipi cezaevlerine karşı çıktı bu insanlar. Devletse bu isteği katliamla bastırdı. Son 10 yılda bine yakın insan ölüme gönderildi F Tipi cezaevlerinde. Keyfi uygulamalarla tutukluların kitap, gazete okumasına izin verilmiyor, aylar süren görüş yasakları uygulanıyor ve sanki bunlar gayet olağan bir durummuş gibi algılanıyor.

Medya o gün sayfalarında 5 yıldızlı otel havası verdiği F Tipi cezaevlerinin iyiliklerinden, güzelliklerinden söz ederek, her zamanki görevini yerine getiriyordu. Bugün baktığımızda, sanki hiçbiri o manşetleri atmadılar, hiçbiri o haberleri yazmadılar, o köşe yazılarını kaleme almadılar.

İnsanlık onuru her şeyin üstündedir, kimsenin o onuru çiğnemesine izin verilemez. 19 Aralık 2000 tarihinde diri diri yakılanlar, üzerlerine binlerce kimyasal bomba fırlatılan, devrimci tutsaklar sadece kendi onurları için değil, kendilerinden sonra bu iğren insanlık dışı uygulamaların önüne geçmek için kendilerini feda ettiler.

Birileri bu insanlar için terörist diyebilir, birileri vatan haini diyebilir ama benim için bu insanlar, kendilerini ateşin önüne bir saniye bile düşünmeden, atmış yiğitlerdir.

Fotoğraftaki Fırat Tavuk. Bu insanların nasıl öldürüldüğünü daha rahat anlayabilirsiniz.

Onlar ölüme yattılar, onurları için...

Devrimci tutsaklar esir alınamaz...

Şu şarkıyı da dinleyin, yazarken dinledim, siz de okurken dinleyin.

Hayat bazen...


Uzun zamandır yazamıyorum oysa çok şey oldu, yazacak pek çok şey vardı, elim gitmedi. Bazen oluyor, oturuyorum bilgisayarın başına, bir kelime yazıyorum, sonrası gelmiyor. Öyle kalıyorum olduğum yerde.

Bilgisayar başındaki adamım buraya arada sırada gelen insanlar için. Neler yaşanıyor, neler bitiyor bilmiyorsunuz. Ehh ben de takip ettiğim insanları bilmiyorum tabii ki. Yaşanan bir hadiseden sonra, 'şevkim kırılmadı' desem yalan olur. Binlerce yazı var şurada, bin 800 üstünde, tek bir yazıyla ağzına geleni söyledi herkes.

Bir arkadaş söylemişti, "Saatleri sayıyorum" diye. O an, kendisine söylemedim ama biraz o durum oluşmuştu bende de. İşe geliyorum, işten çıkıyorum, eve geliyorum, uyuyorum. Ne dışarı çıkmak istiyorum, ne de birileriyle görüşmek istiyorum. Kendime bir kabuk yaptım, içine girdikçe girdim. Hatta gereğinden fazla girdim içine.

Bir arkadaş, "Yaz artık" dedi. Ne çok istiyorum bilemezsin. Küfür etmeyi özledim, sinirlenmeyi, kahkahalarla gülmeyi, sinemaya gitmeyi, dolu dolu kitap okumayı, öyle boş boş yürümeyi.

Hafta sonu bir adam geldi İngiltere'den. Herif ilkin "Senin için Türkiye'ye geliyorum" dediğinde, yalan yok inanmadım. 10 günlüğüne filan geliyor, bir gün de bana uğrayacak sandım. Ulan baktım, hakikaten herif ta oradan beni görmeye gelmiş sadece.

İşte insan hayata umutla bakıyor böyle zamanlarda. "Bu dünyada adam gibi adamlar da, candost kıvamında güzel insanlar da var diyorsun."

İnsanlara olan güvenim zamanla azalıyor, kendimi iyiden iyiye dışarıya kapatıyordum. Doğrusunun bu olup olmadığından halen emin değilim çünkü insanlara hep şüpheyle yaklaşıyorum. Ama Ahmet'le oturup rakıya katık ettiğimiz sohbet, karşındaki insanın sana adamakıllı değer vermesini görmek, hiçbir çıkar gütmeden karşında insanlık sergilemesi çok ama çok acayip bir şey.

Sonra sabah sabah şu fotoğrafı gördüm. Dersim'deki bu çift olduğu söylenen köpekler, bu yavru kediyi sahiplenmiş ve yanlarında ayırmıyorlarmış.

Hayatı yaşanılır kılan, nefes alıp verdiğin için mutlu eden bazı şeyler oluyor. Onları yakalamak hakikaten çok önemli.

Yazmak istemiyor muyum? Tabii ki istiyorum. Hopa'dan Cihan Kırmızıgül'e, Hayata Dönüş'ten KCK tutuklamalarına kadar tonla hadise var. Ama işte, garip bir biçimde üç-beş yavşak şevkimi kırdı.

Takip edenler kusura bakmasın, onlara da haksızlık oluyor farkındayım ama çok zaman bilgisayar karşısına geçsem de elim gitmiyor bir türlü. Düzelir diye umut etmekten başka bir şey yapamıyorum şu anda.

Ahmet lan, ne desem, ne söylesem, az kalır. Kelimeleri birleştirip, bir cümle haline getirdiğimde teşekkür ederim. Yine gel, birkaç güne sıkıştırmayalım...

16 Aralık 2011 Cuma

Galatasaray'ın kazandığı şey önemli

Maç yazısı gibi yazı yazmadığımdan ötürü, artık herke alışmıştır diye tahmin ediyorum, hadiseye kıçındın, başından girdiğimi. Şimdiden söyleyeyim, uzun boylular alınmasın, biraz sonra altta yazılacaklar..

İlkokulda ve ortaokulda, sınıfın en uzunları genelde en arka sıraya yollanır. Bana mı öyle denk geldi bilmiyorum ama bu elemanlar yüzde 99 ihtimal, mal olurlar. Çok uzun boylu bir toplum olmadığımız için doğal liderdir bu adamlar. Bunlardan biri de Recep Tayyip'tir bak. Sınıfta, ona atar çeker, diğerine lavukluk yapıp durur bu mallar. Boy uzun ya, hafiften korku salmaktır amaç.
İlkokul 5. sınıfta, Korhan diye bir tip vardı. Lan herif herkese kan kusturur, milleti bezdirmişti. Bir gün top oynuyoruz, arkadan çelmeyi taktı bana. Nasıl sinirlendiysem "Yavaş lan" dedim. Bu bana doğru geldi geldi "Bak oğlum boyuna posuna bakmam, tokadı basarım" dedi. Gözüm nasıl döndüyse, hayatımın ilk kafasını atmıştım bu göt lalesine. Hayatta kafa atmak gibi bir hadiseyi bilmiyorum bile ama çatadanak ağzında patladı benim kafa. Ağlamaya başladı, o upuzun herif. Bu arada dipnot belirteyim, okulun en kısasıyım, hatta İstanbul'un en kısası olabilirim.
Niye anlattım bunu değil mi? Maçla ne alakası var? Bu Yalçın Ayhan denen yavşak, sınıfın en uzun, en gerizekalı ve en salağı da ondan. Daha maçın başında milletle kapışmaya başladı. Lan, lale sanki herkesle kapışınca madalya takıyorlar adama. Ya adam gibi top oyna, oynayamıyorsan da siktir git, şu sahaları terk et. Ne sevimsiz, ne iğrenç bir tipsin, anlamıyorum.

Neyse maça geçelim...

Kabul etmek gerekir, Fenerbahçe ve Trabzonspor maçlarındaki şaaşalı oyundan sonra Orduspor karşılaşmasındaki oyun biraz sönük kaldı. Sönük kaldı kalmasına ama benim bu maçta gördüğüm temel hadise Galatasaray'ın o 'büyüklük' kavramını yeniden kazanmış olmasıydı. Kavram yerine hüviyet diyecektim, daha fiyakalı olurdu, hem eski futbolcu ağzı olurdu.

Galatasaray birkaç yıldır, Orduspor maçındaki oyunlardan çok oynadı. Pas yapamayan, rakipten baskı yiyen, doğru düzgün atağa çıkamayan. Boktan bir oyun işte anlayın. İşte biz böyle maçlarda, çatır çatır gol yiyorduk.
Neden? Çünkü kalede Leo Franco ya da Zapata türünde çuvaldan bozma, haldeki karpuz tutucusundan hallice kaleciler vardı. Şimdi kalede gerçekten bir kalecimiz var. Öyle gelen giden her top gol olmuyor.

20. dakikaya kadar süper boktan bir oyundan sonra Eboue'nin bir ortası, Fevzi'nin hatası, Baros'un bitirimliğiyle golü bulduk. Golden hemen sonra ardarda iki pozisyon daha bulduk ama olmadı.

Baros'a bu maç genelinde bir parantez açmak lazım, velhasıl herif hak ediyor. Bugün bir Iniesta, bir Messi tadındaydı verdiği paslarla. Yavaş yavaş kendisini buluyor eleman. Herkes bok attı, laf söyledi ama istatistikler yalan söylemiyor. Herif her sezon çatır çatır 15 golü buluyor. Az buz değil bu rakam. Garibimin bütün psikolojsini sikip attılar sezon başı. Ben şimdi kendimi düşünüyorum. İşyerinde herkes beni duyacağım şekilde, "Ozan'ın yerine biri alınacak. Ozan kalır mı kalmaz mı belli değil" diye konuşmaya başlasa. 1 gün, 2 gün hadi bilemedin 10 gün sonra "Sikerim lan işinizi" der ve randımanım düşmeye başlar. Sene başı bir Drogba muhabbeti çıktı, asır devireceğiz halen bitmiyor. Takımın yıldızıyken, bir anda O pozisyona düşmek, haliyle Baros'un da oyununu bozdu. Ama oynadıkça, ritm tutuyor ve futbol oynuyor. Haaa, sürekli böyle oynayabilir mi, sürekli bu pasları verebilir mi? Elbet olmayabilir ancak Baros evdeki bulgurdur. Dimyat'a pirince giderken, Baros'tan da olmak var. Tabii ki golcüye ihtiyacımız var ama eğer gidip Zlatan'ı almayacaksak, bu adamı küstürmenin de anlamı yok.

Ne diyordum? Hah, Galatasaray ufak ufak o kaybettiği büyüklüğüne kavuşmaya başladı. Ligin en az gol yiyen takımı olması -ki, Gaziantep maçındaki rezil hakem yönetimindeki 4 gol olmasa tek haneli sayılara ineceğiz-, böyle önüne geleni devirmesi, kötü oynarken de kazanması, bir süre sonra rakiplere ciddi bunalım yaşatacaktır.

Halen takımda sırıtan şeyler var. Kazım ve Emre yerine daha iki şık adam sahada, orta sahada alternatif daha bol ve stoper yedeklerinde el bombası kıvamında olmayan adamlar olabilir. Bu yıl zaten gazozuna, seneye oluşacak takımı şimdiden oluşturalım deniyorsa devre arasından bitir işi, sezon sonu süslemesini yap. Ama yok bu yıl eksiği gediği kapatırız, asıl seneye düğmeye basalım deniyorsa, devre arası elli tane adam almanın anlamı yok.

Bu oyun kimseyi aldatmasın, üstüne koya koya gidiyor Galatasaray. Katettiği mesafe takdire şayan. İsteyen halen kendini "Bu yıl biz başka işlerle ilgileniyorduk" diye avutadursun. Adama sorarlar, "Mal mısın evladım, bok işin mi vardı senin başka işlerle uğraşacak?" diye. Girmeseyden katekulliye, ayak oyunlarına, bu sezon topla ilgilenirdin ama bak bir anda topa döndün.

Yeneriz, yeniliriz, umrumda bile değil. Sezon sonu şampiyon da olmayalım ama sahada Galatasaray gibi duralım. Maçın başında gardı düşmeyen, 75 metreden kalecisi yumurtlamayan, sahada savaşan, ter akıtan adamlarla oynayalım. Zaten başarı dediğin şey, kendiliğinden gelir bunları yaptıktan sonra.

Elmander'i çok seviyorum lan, öyle böyle değil. Bak Kewell'da da olmuştu bu, şimdi aynı kuş yüreğim Elmander için çırpınıyor. Kimse bilmez ama kuzene söylemiştim bu herifin sezonun en iyi transferi olduğunu. Kuzeyli olsun taştan olsun diye biterelim.

Daha Terim konusuna girmedim. Birkaç mail geldi "Ne ayak hocam, Terim'e bok attın, lafını bile açmıyorsun" diye. Yeri gelir açılır, bir süre daha izlemedeyim ama şu anlık gidişatı iyi.

Ben şimdi Aşk ve Devrim'i izlemeye sinemaya kaçıyorum. Yarın üstüne iki üç kelime ederim muhtemelen. Bolivya ya da Beyrut sokaklarında yürümek ne güzel olurdu? O da olacak ama...

15 Aralık 2011 Perşembe

14 Aralık 2011 Çarşamba

Öyle işte

12 Aralık 2011 Pazartesi

Direnç


Gündüzleri başka, geceleri bambaşka bir hayatın içinde yaşıyorde. Her gün takım elbisesini giyerek gittiği, manyetik kartını okuttuğu koscaman plazadan çıkıp da servisi bindiğinde, bütün gün kafasında neler yaptığı dönüp dolaşıyordu.

Anahtarını delikten sokup, çevirmesiyle, sığınağından içeri girmiş gibi oluyor. Etraf dağınık, haftalardır temizlenmediğinden kirli ama işte o bildik, tanıdık koku, onu her tehlikeden koruyordu.

Üstündekileri çıkartmadan ilkin kendini yatağa bırakıyor. Gözlerini kapatıp öylece dakikalarda yatıyor. Yemek yemesi, biraz da uyuması lazım. Altına o eski püskü pijamalarını geçiriyor, dolaptan iki yumurta alıyor. Yine yumurta yiyecek, iki dilim ekmekle. Ayın başı olsa, belki birkaç dilim salamla zenginleştirecek ama faturaları düşünmesi gerekli.

Yıllar geçse de beceremiyor, yumurtanın sarısını dağıtmadan bakır sahana bırakıvermeyi. Mutlaka biri dağılacak. "Şansımı sikeyim" diye sesli sesli söyleniyor. Yumurtaların cızırdamaya başlamasıyla beraber, önce kırmızı biber, sonra kara biberi bocalıyor üstlerine. Ne sarılar görünüyor, ne beyazlar. Her şey kırmızı ve siyah oluyor.

Alıyor bakır sahanı, koyuyor nihalenin üstüne, altta eski bir bez. Televizyon karşısına geçiyor, ufak masanın üstüne koyuveriyor. Ekmeğin tepesinden kopartıp, bandırıyor sarısı dağılmamış yumurtaya. Acı bir tat ağzında, bir daha daldırıyor ekmeği.

Sokaktan köpek sesleri geliyor. Yumurtaların üstüne biberleri döktüğü için kızıyor kendisine. Ekmeğin içiyle temizlemeye başlıyor. Yumurtanın sarısına ekmeği yeniden bandırıp, pencereyi aralıyor. Kafasını kaldırmış ona bakan köpeğe atıyor ekmeği. Köpek kokluyor, sonra ağzından homurtular çıkartarak, yemeye başlıyor. Bir kerede yiyiveriyor, kafasını kaldırıp, gözlerini dikiyor.

"Oğlum sana versem, ben aç kalacağım. Ne yapsak, bilemedim" diye konuşmaya başlıyor.

-Hav!
Pezevenge bak, bir de konuşuyor benimle.
- Hav hav
- Lan sus bağırma, milleti çıkartacaksın dışarı. Dur bekle, bekle veriyorum.

Öylece bakıyor gözlerine. İçten, sıcacık, beklenti dolu. Pencereyi kapatmadan, tepsinin başına geliyor. Ekmeğin yarısını kopartıyor. Onları iki parçaya daha ayırıyor. Yumurtalara yeniden bandırıyor. Elleri yapış yapış oluyor. Önce ilk parçayı, sonra ikinci parçayı atıyor, köpeğin önüne.

- Oldu mu lan, tamam mı? Sana verdim hepsini, ben aç kaldım.
- Hav, hav, hav.

Teşekkür ediyor, ayaklarını kıvırıp, olduğu yere oturuyor, kaldırımın dibine. Pencereyi kapatıyor, büsbütün soğuyor evin içi. Yatak odasına gidip, hırkasını geçiriyor sırtına. Gözü saate ilişiyor, 9'u geçmiş. Ayaklarını uzatıp, koltuğa uzanıyor. Üstünde bir yorgan çekiyor, televizyona bakıyor. Elindeki kumandaya, tek tek basıyor. Ne olduğuna bile bakmıyor. Sonra bir yerde kalıyor. Boş boş bakıyor ekrana.

"Uyusam iyiydi" diye geçiriyor içinden. Saatini ayarlıyor 12'ye, gözleri yavaş yavaş kapanıyor, televizyonun sesini kısıyor, arkasını dönüyor.

Kulakları çınlarcasına doğruluyor yerinden. Saat 12 olmuş bile. Üstüne eski püskü bir pantolon, her yanı aşınmış bir kazak ve hırkasını geçiriyor. Montunu, duvara çakılmış çividen çıkartıyor. Kapıyı usulca kapatıp, dışarı çıkıyor. Kapıda, köpek bekliyor. Onu görmekten memnun haldeymişcesine, bir ses çıkartıyor. Ellerini ceplerinden çıkartıp, kafasını okşuyor.

- Sen bekle burada, çok ses çıkartma sakın.
- Hav.
- Sus ulan, pezevenk, sus. Mahalleyi ayağa kaldıracaksın.

İki eliyle kafasını okşuyor, ikisi de sıcacık oluyor. Yürümeye başlıyor. Bir-iki sokak sonra sola dönüyor, ışıkları açık atölyeden içeri giriyor.

İçerisi sıcak, insanlar yüzüne gülümsüyor. Atölyenin tam ortasında gürül gürül soba yanıyor. Ellerini sobanın üstünde tutuyor, daha birkaç saniyede iliklerine kadar ısınıyor. Sobanın üstünde demlenen çayla mutlu oluyor. 16-17 yaşlarında bir genç, elinde bardaklarla bitiyor.

- Memur abi, çay içersin değil mi?
- Hakkı abi de bana, öyle deme.
- Herkes öyle diyor ama.
- Olsun onlar da öyle demesin.
- Dur ben dökeyim, Hakkı abi.

11-12 makineli bir tekstil atölyesi burası. Gece oldu mu, en fazla 5 kişi çalışır. Makineleri çalıştıramıyorlar, çünkü üstleri apartman. Birkaç denediler ama hemen polis bitti. Gündüzden işleri bitirip, gece ütü yapıyorlar, bazı angarya işlerle birlikte.

Hakkı, geceliği 40 TL'ye çalışıyor. Usta başı haftalık veriyor parasını. Taşıma işlerine yardım ediyor, overlok iplerini temizliyor. Bütün atölye saygı duyuyor ona. O, buranın adamı değil çünkü. Ustabaşı ona "Memur Abi" diye sesleniyor. Herkese bağırır, çağırır ama ona yapmaz.

Gündüz çalıştığı plazada, kimsenin dikkatini çekmiyor, sıradan bir memur. Burada ise saygı duyulan, "Memur Abi."

Oturuyor yığınla gömlek olan bir masanın başına. Çayını yanına alıyor, bir yudum içip, işe koyuluyor. Elinde, ortasında tuttuğu çift değişik bir makas. Gömlekleri tek tek kontrol ediyor, tüm ipleri temizliyor. Bitince, yanındaki ütü masasına bırakıyor. Bütün gece aynı işi yapıyor.

Arada insanlar ona bakıyor, önceleri rahatsız oluyordu ama artık alıştı. Bazen ayağa kalkıyor, "Kim çay içer?" diye soracak oluyor, ustabaşı "Aman Memur Abi, bırak Rıfat koyar" diye elinden almaya çalışıyorsa da, herkesin masasına tek tek çayları koyuyor. İşler yavaş yavaş bitiyor.

Sabah ezanı okunuyor. Bu ses, onun bir ya da iki saat uyumasının müjdecisi. Herkese 'iyi sabahlar' diliyor ve ayrılıyor. Mahallenin bakkalı, kepenkleri açıyor.

- Günaydın Mustafa.
- Günaydın abi.
- Bana oradan 10 liralık salam versene.
- Hemen.
- En ucuzundan olsun ama.
- Nasıl istersen.

Bakkal daha kapıdaki gazeteleri bile almadan, dilim dilim salamları kesiyor. Bakkalı şeyle çepeçevre gözlüyor. Her şey aynı.

- Buyur.
- Sağolasın Mustafa. Senden bir şey istesem.
- Ne demek abi söyle.
- Bana bir koli verir misin?
- Kapıda iki tane var, al istersen.
- Tekrar teşekkür ederim.
- Ziyanı yok, lafı bile olmaz.

Bakkaldan çıkıp, hızlı hızlı eve doğru yürüyor. Kapıda yine onu bekliyor köpek. "Beni mi bekledin lan! Pezevengin evladı" diye kulaklarını okşuyor. Hava sabah ayazı, tir tir titriyor.

Apartmana soksa, havladığında tekleyerek dışarı çıkartır, girişte oturan suratsız yavşak. "Gel ulan benimle."

Apartman kapısını açıyor, "Gel" diye sessizce çağırıyor. Köpek suratına bakıyor, bir adım atıyor, olduğu yerde kalıyor.

Kızıyor, "Yürü şerefsiz yürü." Köpek söyleneni anlamış gibi usulca adım atıyor içeriye. Köpeğin kulağına doğru sesleniyor; "Ses çıkartmak yok, 17 tane merdiven çıkacağız sadece."

Hırsız ustalığında merdivenleri çıkıyorlar, hiç ses çıkartmadan. Elindeki kartonlar düşecek diye ödü kopuyor. Sadece köpeğin hırıltısı var. Anahtarı cebinden çıkartıp, kapıyı açıyor. Fısıldıyor, "Yürü oğlum, gir hadi içeri."

Köpek şaşkın bakışlarla etrafa bakıyor, arkasına geçiyor köpeğin ve daireye doğru ittiriyor. İkisi de içerideler şimdi. "Sana isimde bulmak lazım, ne koysak ki?"

Öyle birbirlerinin suratlarına bakıyorlar. "Sana bir isim bulmak lazım ama aklıma gelmiyor. Dur bakalım, içerideki odaya, bir şeyler serelim, orada yat." Sanki anlayacakmış gibi konuşuyor köpekle.

Yeniden ev haline geçiyor. Köpek öyle holün ortasında, çakılmış gibi duruyor. Montun cebine koyduğu salamları çıkartıyor, bir gazetenin üstüne koyup, önüne bırakıyor.

- Ye lan hadi ye.
- Hav
- Puştun evladı, bağırma lan bağırma!

Köpek sanki anlıyor ve susuyor. Gazetenin üstündeki salamları yemeye koyuluyor. İçeri geçiyor Hakkı, kocaman bir çarşaf buluyor. Bakkaldan aldığı kartonları, makasla kesip yere koyuyor, üstüne de evdeki tüm gazeteleri seriyor. En sona çarşaf kalıyor, iki kat yapıp, onu da yayıyor.

- Gel bak gel. Sana şahane yatak yaptım, yayıl dilediğince.

Boynundan tutuyor ve boş odaya getiriyor. Her yanı kokluyor, tüm kokuları tek tek ezberine alırcasına. Odanın içinde bir-iki kez dönüyor ve kendini pat diye, çarşafın üstüne bırakıyor.

- Vay! Seni sefa pezevengi seni. Nasıl da biliyorsun. Karnın da doydu, uyu şimdi. Bak ses çıkartmak yok ama.

Kafasını okşuyor, sırtında gezdiriyor ellerini. Tüyleri yumuşak değil, keçe gibi olmuş, minicik yaşta elleri nasır tutmuş sokak çocukları gibi.

Işığı kapatıyor, çıkıyor odadan. Saat 7 olmuş, sekiz buçukta kalkacak, saatini ayarlıyor. Doğalgazı açıp, aceleyle duşa giriyor. Banyo en soğuk yer, beter bir titreme sarıyor içini. Salondaki yorganı alıp getiriyor yatak odasına. Üstüne çekiyor, oda buz gibi soğuk. Gözlerini kapatıyor...

Alarm çalıyor, sıcak yataktan çıkmak için doğruluyor, köpek yatakta. Tam kızacakken, gülümsüyor, köpek yatakta geriniyor. Huyunu suyunu bilmediği için karnından okşayamıyor. Elleri korka korka göbeğine geliyor, üstünde gezdiriyor ellerini.

"Sana isim buldum" diyor, gözleri parlayarak. "Yakıştı, hem de çok yakıştı. Direnç olsun ismin. Beğendin mi lan keraneci?"

"Terk etme lan beni, terk etme. Bari sen gitme olur mu? Namus olsun ben, seni hiç bırakmayacağım."

Direnç'in boynuna sarılıyor, öpüyor alnından. Direnç kafasını kaldırıyor, havlayacakmış gibi...

11 Aralık 2011 Pazar

Ço güzel, ço güzel


Galatasaray en önemli virajları olan Beşiktaş, Fenerbahçe ve Trabzonspor maçlarından 7 puan toplayarak ve daha da önemlisi iyi futbol sergileyerek çıkmış oldu. Her ne kadar son yıllarda derbiler şampiyonluk belirleyicisi olmasa da, bu tip maçlardan iyi futbol ve sonuçla ayrılmak, ligin geri kalanları için, sahaya ezik çıkmayı sağlıyor.

Fatih Terim, "kazanan takım bozulmaz" dedi ve Fenerbahçe maçı 11'ini bozmadı. Belki ülkenin en zor deplasmanına Baros-Engin değişikliğiyle çıkması beklenebilirdi ancak doğru olanı yaptı.

Harika geçebilecek bir maç 55. dakikada, Kuddusi Müftüoğlu'nun aptalca kırmızı kartıyla sona erdi. Gerçi o ana kadar Trabzonspor'un direnç gösteremeyeceği, oynanan oyun açısından belliydi.

Herkesin kafasındaki futbol değişkendir. Kimisi, defansif bir oyun ve futbolu lezzetli bulabilir, kimisi de sürekli hücum eden bir takımı. Bazıları için bunun dengesi mükemmel bir denge olabilir.

Bu maçtan sıyrılıp, geriye doğru bakalım. Geriye derken, 3-5 maç öncesine değil, son 4-5 yıla. Senelerdir tek forvetle çıkıyoruz sahaya. Sadece biz değil, pek çok takım bunu yapıyor. Barcelona, dünyada futbolu müthiş eğlenceli ve izlenebilir kılarken, bizim gibi ülkelerde ise çile haline döndürdü.

Sahaya çıkan her takım, Barcelona örneği gibi sahaya dizilerek, benzer bir oyun sergilemeye çalışıyor. Ama işte alışmadık götte don durmuyor. Biz sanıyoruz ki, sahaya Barcelona gibi dizilirsek, aynı kalibrede olmasa bile iki vites aşağıda aynı oyunu izleyeceğiz.

Barcelona sahaya tek forvetle, hatta bazen forvetsiz bile çıkıyor ama sen öyle yaptığında, yarrak gibi bir futbol izlemek zorunda kalıyoruz. Çünkü senin orta sahanda Barış, Mustafa Sarp, Ayhan (bunların da ağzına sıçtık, başka isim hatırlamıyorum lan) gibi adamlar vardı. Aynı efektifliği alamıyorsun, bunu anlamak ne kadar güç olabilirdi bilmiyorum.

Hangi maç hatırlamıyorum, çok isterseniz arar bulurum. Bu takım sahaya Elmander-Baros ikilisi ile çıksın her maç 3 gol atar diye iddia etmiştim. Bunu "Bak futbolu ne iyi biliyorum. Ben dedim oldu" demek için söylemiyorum. Ama birader, Bucaspor'la oynuyorsun tek forvet, Konyaspor'la oynuyorsun tek forvet, Gençlerbirliği ile oynuyorsun tek forvet, Beşiktaş'la oynuyorsun tek forvet. Bunu görmemek için embesil olmak lazımdı.

Orta sahandan, kanat oyuncularından yeterli destek alamayınca, o bölgede oynayan adamlar mal gibi oynayınca, biz forvette kim oynasa herife saydırdık. Herife bir top atıyorsun, bir stoper, ikinci stoper, ters kademeye giren bekiyle herif minimum 3 kişiyle uğraşıyor. Ehh, öyle olunca forvetteki adamın ismi Baros değil de, Drogba olsa ne fark eder. Drogba'nın 4 ayağı, 6 ciğeri mi var. Bir artı, bir eksi benzer oynuyor işte.

Galatasaray (sadece Galatasaray değil tüm takımlar) yıllarını, modern futbol ayağına çatır çatır yedi. Al sana modern futbol. Çıktın Fenerbahçe karşısına eze eze yendin. Çıktın ülkenin en zorlu deplasmanına eze eze yendin. Haa, her maçı kazanabilir misin? Elbet olmaz ama birader sahada öyle boktan bir futbol da izlemezsin. Pozisyon yaşarsın, gol atarsın, gol yersin. Korkanın oğlu olmaz lan! Çık sahaya 2 forvetle, yenil a.k. canın sağolsun.

Gelelim bugüne. Trabzonsporlu arkadaşlar ne düşünür bilmiyorum ama kadroları ne yazık ki, pek iyi değil. Canının içini yediğim güzel insan Şenol Güneş, Burak gibi bir hazineyi bulmuşken, kullandı da kullandı. Ama her oyuncunun iniş çıkışı olur, Burak teklemeye başladı, Trabzonspor, maç kazanmakta ve gol atmakta zorlandı. Biraz önce yazdığım her şey o açıdan Trabzonspor için de geçerli.

Ben futbolu, herkes kadar bilmiyorum ama Trabzonspor maçlarını izlediğimde, topu alan Burak'a derinlemesine pas atıyor. Ömür böyle geçer mi lan? Orta sahaya götü başı kıvrak adam lazım, kanatlarda Halil ve Henrique gibi o bölgenin adamı olmayan futbolcular yerine kanat oyuncusu lazım. Kısıtlı kadroyla ciddi bir direniş gösteriyorlardı ama harç bitti yapı paydos noktasına gelindi. Geçen yıldan bugüne çok ciddi kan kaybettiler. Şampiyonlar Ligi'nde son dakikaya kadar gelinmesinde Güneş hocamın katkısı büyüktür. Umarım daha iyi bir takım oluşturulur ikinci yarıya ve play-off'un finalini Trabzonspor'la yaparız.

İki forvete daldık, savunma hattını unutmayalım. Bu ülkede şampiyon olan takımların benim dikkat ettiğim en büyük özellikleri, göbekteki ikililerin uyumudur. Falco- Stumpf'dan başla Uche-Høgh, Zago-Rolando'dan Tomas-Song'a kadar hep böyle olmuştur.

Terim'in belki de, en önemli kıyağa Ujfaluši'nin yanına Semih denen havada uçanı avlayan, yerde kaçanı zımbalayan genç olmuştur. Semih ve Ujfaluši'nin yan yana oynamasından sonra Galatasaray ciddi anlamda defansif olarak çehre değiştirmeye başladı. Ebuoe'nin gerçek yerine kaydırılması ve küfürler saydırdığım Hakan Balta'nın kendine gelmesi de etkin elbet. Ama savunma göbeği dediğin yer, benim için futboldaki en önemli yerdir.

Ujfaluši acayip bir nimet. Rakiple karşı karşıya gelip de, daha durduramadığı adama rastlamadım. Eğer kanatta rakiple karşılaşıyorsa, İzmir'de denize Yunan döker gibi (şu cümleden faşizan bir anlam çıkartmayın mümkünse) taç çizgisine kadar sürüyor. Semih ise ilk topa çok iyi basıyor ve harika karşılıyor. Karşılaştığı tüm forvetlere üstünlük sağladı. Kumaşı iyi diyesim geldi lan, vallahi demek istedim ama demeyeceğim. Velakin bu ikili eğer bozulmazsa, yediğimiz gol sayısı çok ama çok düşük olacaktır, bunu da şimdiden iddia ediyorum.

Bu tadı tuzu olmayan boktan ligde, futbola benzer bir şey oynamaya başladık. Fatih Terim, sezon başındaki hatalarından arınıyor. Takım daha iyi futbol oynuyor. Baros halen keyifsiz ama takıma yararı fazla. Bakmayın öyle gol kaçırdığına, top ezdiğine. Sadece rakibi rahatsız etmesi bile, şu takımın daha baskılı futbol oynamasında etkili.

Fenerbahçe'yi yendik, Trabzonspor'u yendik, Real Madrid'i koyduk. Futbol açısından Nirvana'ya ulaşabileceğim noktaya geldim, hafta itibayle.

Haaaaaaaa ama iki maç kazandık diye de götümüz kalkmasın. Bekleyip, görmek lazım. Şimdiki görüntü iyi, hele hele şu üç maçtan kopartılan 7 puan harika. Biz top oynamaya devam edelim, şikecisi, teşvikçisi başka işlerle ilgilensin. İyiyiz, güzeliz, umarım devamı da gelir.

Trabzon seyircisine yakışmadı. İstediğin kadar ıslıkla, yuhala (Gerçi o da garip geliyor) ama gerek yok, sahaya onu bunu fırlatmaya. Gittin kalecini vurdun, o daha da büyük ayıp oldu. Selçuk dediğin adam sana senelerce şahane hizmet etti, gerek yoktu. Gerçi Sadri Şener'i eseridir, o sahaya atılanlar ve Tolga'ya gelen su şişesi. Çocuğu haftalarca hedef tahtası haline getirdi. Neyse onlar sahaya su şişesi attı, Selçuk 90'dan taktı. Cevap mahiyetinde...

8 Aralık 2011 Perşembe

Kazanan yok, kaybeden var


Basından, Galatasaray-Fenerbahçe maçının yorumları

Hasan Ali Atasoy: Kader de, konjonktür de, statüko da, medya da, hukuk da, iddianame de topyekün Galatasaray’dan yanaydı.

Gürcan Bilgiç: Kendisini bilmesek, "Bu maçı bir türlü Galatasaray'a kazandırmalıyım" kararlılığında olduğunu söylerdik. Net penaltı pozisyonunda Caner'e kart çıkartıyor, benzerlerinde düdüğünü çekinmeden çaldığı ikili mücadelede, Elmander'e devam emri veriyor, son adamdan Semih Kaya atılabilecekken, Semih Şentürk'e dönüp "faulü sen yaptın" diyor, yardımcının zamansız kaldırıp vazgeçtiği bayrağını, doğruya döndürdüğü F.Bahçe atağını, G.Saray defansından önce sonlandırıyor.

Ziya Şengül: Galatasaray takım adına bu maçı kazanmak için iyi hazırlanmış. Hem fiziksel, hem de ruhsal olarak maça çıkmadan maçı kazanmış gibi geldi bana. Fenerbahçe ise henüz kafalarındaki psikolojik baskı sendromundan kurtulamamış; ezik ve silik bir futbol sergileyerek Galatasaray takımının ekmeğine yağ sürmüştür.

Alaattin Metin: Futbolcular gibi Aykut Kocaman da formsuz olabilir. Herkes gibi o da hata yapabilir... Ama şu unutulmasın... 6 aydır F.Bahçe'nin bütün yükünü çeken Kocaman çok yıprandı... Kafası rahat değil... Bunu da göz ardı etmeyelim..

Ercan Saatçi: Şikenin gölgesinde ve bitmeyen gündeminde oynanan bu maçı, artık paranoyak olmuş son halimle izleyince Bilica şike mi yaptı diye düşündüm! İddalardaki şikeli maçlarda bu kadar rakip takıma çalışan bir oyuncu yokken (!) Bilica'nın bu hataları, sayın savcıları nasıl tetikler bilmiyorum... Aynı şekilde, yine paronayakça olacak ama Volkan'ın da teşvik primi almış gibi almış gibi oynuyor olması da, düşündürücüydü...
De... Volkan teşvik primini kimden aldı acaba... Yoksa yine Aziz Yıldırım mı...

Selçuk Yula: Fenerbahçeli taraftarların avunacağı nokta, rahat bir şekilde 6-0 rövanşını elde edebilirlerdi; bu olmadı.

Hepsi birbirinden sevimli. Genel kanı, şike davasının maçın sonucunu etkilediği. Bazıları hadiseyi fantastik boyutlara taşımış, utanmasalar "Şike davasını Galatasaray ayarladı" diyecekler.

Gürcan, insanlıktan çıkmış, muhteşem bir yönetim gösteren Fırat Aydınus'un maçı Galatasaray'a verdiğini ileri sürmüş. Hakikaten inanarak mı söylüyor bunları bilmiyorum. Yoksa kendisini okuyan kitlenin ne olduğunu biliyor ve ona göre mi yazıyor? Çünkü mantıklı bir insanın böyle bir yorum yapmasına imkân ihtimal yok.

Bizde nedense hep böyledir; Biri kazanmaz, diğeri kaybeder. Akşam, son 1.5 yıldır hiç yapmadığım bir şeyi yaptım ve Rıdvan'ı izledim. 35-40 dakikalık programda, Galatasaray'a dair yorumların toplamı 10 dakikayı bulmaz. Bütün yorumlarını Fenerbahçe'nin neden kaybettiğine dayandırdı. Arada "Galatasaray çok iyiydi, alkışlamak lazım" diyerek, ayıp olmasın izlenimi verdi.

Şike denen hadiseyi tamamen yok saymak, hiç yaşanmamış gibi davranmak, kendisine 'kurban' süsü vermek, herkesi çepeçevre sardı.
Herkesi ayakta sikip, sonra beni siktiler diye feryat figan etmenin boku çıkmaya başladı. Bir an önce ne olacaksa olsun, şu muhabbet de bitsin...

Özür dileriz, böylesine bir dönemde kaleleri boşaltıp, moraliniz yerinize gelsin diye yenilmemiz gerekirdi. Bu da bizim terbiyesizliğimiz olsun (!)

7 Aralık 2011 Çarşamba

Biraz ezdik, biraz beceriksizdik


Her sene rutine bağlanmış, o boktan şans faktörünü saymazsak, takımlar sahaya çıktığında futboldan anlayan herkes, bu maçı Galatasaray'ın kazanacağını biliyordu.

Muhtemelen tüm spor basını "Aykut Kocaman korkaklık yaptı. Fatih Terim cesurca oynadı. Maçın skorunu da bu belirledi" tadında yazılar yazacak. Şu an izlemesem de, televizyonlarda bu deli saçması yorumların yapıldığından da eminim.

Aslında ilk 20 dakika, Galatasaray'ın evsahipliğinde geçen maçların bir benzerini yaşadık. Galatasaray sürekli atak yapıyor ama hepsi de Fenerbahçe kalesinde bir biçimde eriyor. Götüyle top kurtarma üstadı Volkan, 3 tane harika top çıkarttı. Ehh hafıza tarıyor tüm bilgileri ve önümüze "Yine mi aynı şey olacak?" diye sunuyor.

Baros-Elmander ikilisinin sürekli yan yana oynamaları gerektiğini savunuyorum sezon başından beri. Elbet teknik direktör değilim ancak sahaya tek forvetle çıkmanın rakibi rahatlatacağını ve futbolu orta sahaya mahkûm edeceğini düşünüyorum. Elinde Xavi-Iniesta olur önlerine de koyarsın Messi'yle Villa'yı tamam ama eldeki malzeme izin vermiyor böyle oynamana. Hele hele Türkiye'de içeride ya da dışarıda hiç düşünmeden sahaya iki forvetle çıkarım.

Şimdi böyle deyince "Kanatlardaki adamlar ne ayak?" diye soran olacaktır. Yok işte efektif açıdan kanat oyuncuları o katkıyı sağlamıyor.

Baros ve Elmander ikilisi, Fenerbahçe'yi sahaya hapsetmede çok etkili oldu. Elmander'in maç boyunca orta sahaya katkılarını da düşündüğümüzde, hem orta alanı ciddi anlamda güçlendirdi hem de rakip savunmanın pas yapmasına bile izin vermedi.

Neyse işin taktik tekniğini başkaları daha iyi bilir. Karşılaşmanın 21. dakikasında Galatasaray'ın kullandığı bir korner atışında Emre ve Volkan'ı göz göze gelirken gördük. Emre kafasını iki yana salladı ve Volkan'a bir şey söyledi. Ne yazık ki, söylediği şeyi anlayamadım ama surat ifadeleri teslimiyetin golden çok önce geldiğini belgeler vaziyettiydi.

Benim yaşım 36, farklı biten pek çok derbi izledim ama hiçbirinde, rakibin bu denli edilgen hale getirildiği ve daha 20. dakikada skoru 5-0'a taşıyabilecek bir oyun görmedim. "Bu güneşe kar dayanmaz" derler ya, hah işte o hesap, güneş yüzünü gösterdikçe, kar biraz daha eridi, en nihayetinde Eboue ile noktalandı.

Elmander'in attığı ikinci gol, tipik Bilica hatasıydı. Bilica kalibresindeki bir adamın Fenerbahçe'da forma giyiyor olmasının elbet bir açıklaması vardır ama ben Elmander'e değineceğim.

Böyle adamlar vardır, sessiz sedasız gelir. Beklenti yüksek olmaz, bonservisi beleşe gelmiş, hatta sezon başında çok da istenmeye istenmeye alınmış. Sezon başında kime sorsan Baros'un yanına gelecek süper star bir adamla birlikte ancak 3. adam olabilirdi ama o 'adam'lığını gösterip, bir futbolcu sahada nasıl ter akıtmalı, her maç örnek sunuyor bizlere. Gol kaçırmıyor mu? Elbet kaçırıyor hatta saç-baş yolduruyor ama izlerken insana "Ulan her şeyini sahaya yansıttı" dedirtiyor.

Biz senelerdir, 'yıldız' alıp, sonra 3-5 maç sonra kıçına tekmeyi basıyoruz, çeşitli nedenlerden ötürü. Elmander o açıdan benim adıma, gelebilecek en büyük isimden daha büyük yıldızdır. Sanırım bizim unuttuğumuz, bize yıldız diye yutturulan adamların yanında formasından bir kilo ter akıtacak adamların bu takıma ihtiyacı olduğuydu. Galatasaray'ın Elmander gibi iş ahlâkı yüksek, sahaya varını yoğunu yansıtan adamlara ihtiyacı var. Yeni nesil sözlükçü, twitter'cı tayfanın anlamadığı şey bu. Elbet birkaç tane de fiyakalı adam alınsa fena olmaz ama bir takımda 3-5 yıldız oldu mu, orduevine dönüyor ortalık. Oysa orduevinin emekçileri bambaşka adamlardır, orayı işler hale getiren.

Emre Çolak şaşırttı, böylesi bir performans beklemiyordum, tekrarlanabilir ve sürekli olması durumunda kazanç olur aksi halde, bir maçla sezonu kurtarır ama bir gün kendini başka bir takımda bulur.

Sözün özü Galatasaray çok ciddi bir farkı kaçırdı. Üzüldüm mü? Hakikaten zerre üzülmedim. Böyle sahada eze eze yenmek, uzun zamandır özlediğimiz bir tabloydu. 5-1'lik kupa maçı bile böylesi ezici geçmemişti, izleyenler hatırlar.

Haaa, Volkan'ı unuttum mu? Yok unutmadım. Ali Sami Yen'de 90+3'de aklınca taşak geçtiği pozisyonu yıllar geçse de unutmazdım zaten. 30 bin kişiyle taşak geçmişti ya, kazandığı maçta, götüyle top durdurarak.

Bak işte hayat böyledir, götünle top kurtarırsın, gelir adamın biri sikiyle golü atıverir. Ki, herifin seninle dalga geçme gibi bir niyeti de yok. O gün de, söylemiştim, soyunma odasında arkadaşlarına makarasını anlatmıştır, gevrek gevrek sırıtarak.

Gördün mü? Sırıtma sırası başkasına da geliyor. Herifçioğlu daltaşak patlatıyor golü, sen de öyle bakıyorsun mal mal, filelere giden topa. Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner canım! Her hesap kapanır elbet, bu da kapandı. Çık sahaya, kimseye ana avrat sövmeden topunu oyna, götünle top durdurmadan. 3 de yesen 5 de kurtarsan, kaleciliğine saygı duyalım. Ama sen saygıyı zerre hak etmiyorsun, defalarca kanıtladın bunu.

Bize de; Fenerbahçe'yi, gönül verenleri aradan sıyırarak, "Götüyle top kurtarana, sikiyle gol atılır" diye taşak geçmek düşüyor.

Taraftar kendi arasında dalgasını geçer ama futbolcu bunu yaptı mı hoş durmuyor. Neyse ki, bizimkisi default bir biçimde yaptı bunu...

Son not: Baros'un çıkarılması büyük hataydı. Çok daha farklı bir maç olabilirdi. O değil de, antu'ya bakasım geldi, hükümet sayesinde kazanmışız ya la biz! Bu herifler toplanıp, bilim-kurgu romanı yazsın acilen. Bunlardaki beyin, kimsede yok çünkü...

Götüyle top kurtarana, sikiyle gol atılır


28 Mart 2010'da "O göt açılır elbet" demiştim.

Götüyle top kurtarana, sikiyle gol attı Melo. O gün bugün Volkancığım. O göte koyarlardı, koydular da...

Bekliyoruz

5 Aralık 2011 Pazartesi

Cahit Sıtkı yerine şair aranıyor


Murat Eliboz 21 yaşında, polis kurşunuyla (polis reddetti bu iddiayı, görgü tanıkları ise sakallı biri tarafından vurulduğunu söylüyor ancak başka görgü tanıkları ise polisin gerçek mermi kullandığı konusunda ısrarlı. Metin Göktepe'yi öldüren polislerin 'banktan düştü öldü' savunmasını hatırlayınca polisin bu açıklaması havada kalıyor) üstelik gerçek mermiyle, sırtından vurularak öldürüldü.

Hayata bir şeyler sığdırmak için 21 yaş çok erken. Yaşanamayan, yarım kalan, ne çok şey vardır. Söylenemeyen çok söz, gidilemeyen çok yer...

Van'da üniversite öğrencisi Murat. Okulu depremde yıkılıyor, Diyarbakır'a ailesinin yanına gidiyor. BDP'nin "Buradayım. İrademe sahip çıkıyorum" mitingine katılıyor, engellenen iradesine sahip çıkmak için.

Polis, gaz bombaları ve 'plastik' mermilerle eyleme müdahale ediyor. Yani sahip çıkmak istediği irade yine engelleniyor.

Medya, 21 yaşındaki gencecik bir çocuğun vurulmasını 'Muraz Eliboz korsan eylemde vurularak öldürüldü' diye veriyor. Ölüme meşruiyet kazandırılıyor. Sanki eylem 'korsan' olursa, Murat'ın ölümü haklılık kazanacak.
Öyle ya okuyanlar "Ne işi var korsan eylemde?" diye düşünecek.

"Buradayım" demek için gittiğiniz eylemde, orada olduğunuz için öldürülmek, hem de kalleş bir puşt gibi sırtından vurularak... Ne söylenebilir ki şu duruma.

Öldürüyorlar, sakat bırakıyorlar, hamile kızların karınlarını tekmeliyorlar ve tüm bunlara maruz kalırken, suçlu siz oluyorsunuz.

İstanbul Bahçelievler’de, 2007 yılında 'Yürüyüş' dergisi satarken polis kurşunuyla vurulup felç kalan 19 yaşındaki Ferhat Gerçek ve dört arkadaşına, Emniyet Genel Müdürlüğü, polis aracına verilen 2 bin 242 TL 47 kuruşluk 'hasar' nedeniyle tazminat davası açıldı.

O kadar aşağılık bir düzen ki, gencecik bir çocuğu, hayatı boyunca sakat bırakanlar, üste çıkıp, bir de para istiyor, kamu aracına zarar vermekten.
Öldürüyor, sakat bırakıyor, felç ediyor, çocuğunu düşürüyor ve utanmadan hesap soruyor, dava açıyor.

Ferhat'ı felç bırakan kurşun da, tıpkı Murat'ı öldüren kurşun gibi adressiz. Kimin silahından çıktığı tespit edilememiş!

Olaylar garip bir zincirleme halka içinde. Ferhat felç kaldığı için ona destek vermek üzere basın açıklaması yapan grupta bulunan Engin Çeber da, karakolda ve Metris Cezaevi’nde gördüğü işkenceyle yaşamını yitirdi.

Sokakta, karakolda, cezaevinde gencecik çocuklar öldürülüyor, sakat bırakılıyor. Hep bu gençler suçlu, hep bu gençler hatalı. Öldürülmelerine akla hayale gelmeyecek kılıflar uyduruluyor. Kimse çıkıp "Hangi sebep, ölümü haklı çıkartır?" diye soramıyor bile. Sormak isteyenler için cezaevlerinin kapıları ardına kadar açık.

Üstelik o kapı, saçlarını kazıtan, Lenin okuyan, olmayan örgütlere dahil edilen gençler için açık. Eli kanlı katillere, katliamcılara, dolandırıcılara ise giriş yasak (!)

Depremden bile kurtulabiliyor insanlar ama devletin yeni hizmeti 'ölüm'lerden kurtulamıyor.

Sokaklara çıktıkça; gazla, copla sizi korkutmaya çalışıyorlar. Üstünüze 'terörist' diye bir damga vuruyorlar. Geri adım atmayanları, plastik mermi diye gerçek mermiyle kalleş puştlar gibi sırtından vuruyorlar.

Erdal Eren için TBMM'de ağlamıştı günün başbakanı. Yarının başbakanları da bu gençleri, üç-beş oy için bu gençlerin adını, bir daha ağzına almamak üzere alabilir.

Cahit Sıtkı, "Yaş otuz beş! yolun yarısı eder. Dante gibi ortasındayız ömrün" demiş ya; bu ülkede artık 35 yaş yolun yarısı değil. Bir başka şair yazmalı, bu gençlerin ömürlerinin ortasına bile gelmeden öldürüldüklerini.

Socrates