28 Şubat 2011 Pazartesi
Twitter'da dolanan asi ruhlara
Bir şey ararken denk geldim şu mesaja; "27 şubat 1972 Deniz Gezmiş ve arkadaşları için idam mecliste onaylandı.. imza atanlardan biri Erbakan...ve bugün Deniz'in doğumgünü..."
Twitter kullananlar muhtemelen hemen işi anlayacaktır. Çünkü dün twitter'da dolanmış da dolanmış. Aptalca yazım hatalarını es geçerek derdimi anlatayım.
Türkiye'de Deniz Gezmiş'in bu kadar çok 'sevildiğini' bilmek ve görmek tabii insanın gözlerini yaşartıyor.
Şimdi bu twit'leri sağa sola yollayan tiplerden 100'ünü seçsem ve desem ki, Deniz'in sansürlenin son sözleri;
"Yaşasın tam bağımsız Türkiye!
Yaşasın Marksizm Leninizmin yüce ideolojisi!
Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi!
Kahrolsun emperyalizm! Yaşasın işçiler, köylüler!" söylemlerini destekliyor musunuz? diye bir soru yöneltsem ne yanıt verirler acaba.
Marksiszmin ve Leninizmin yüce bir ideoloji olduğu konusunda hemfikirler mi?
Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesini destekliyorlar mı?
Hayatlarında hiç Adana'da pamuk, Ege'de tütün, Rize'de fındık topladılar mı?
Emperyalizmin kahrolması için ne düşünüyorlar?
Sosyalizmin yaşanması için bir mücadeleye girerler mi?
Sorular uzar gider...
Daha önce de bununla ilgili bir şeyler yazmıştım fakat bu kez yine dayanamadım.
Benim bu konudaki temel savunmam, şu twitter'da bu twit'leri bir bokmuş gibi yazan, paylaşan arkadaşlara "Yürüyün yarın Tandoğan'da eylem var", "Taksim Meydanı'nda gösteri düzenlenecek, katılım bekliyoruz" desem, 10 tane insan bulamam. Bundan adım gibi de eminim.
Böyle sanal asi ruh gösterileri, Deniz Gezmiş'i olabildiğince romantikleştirmiş ve tüm devrimci ruhundan arındırın biçimde üstelik de bir bok bilmeden yapmak hakikaten bende anlatılmaz bir mide bulantısı ve kusma hissine yol açıyor.
Özenti noktasındaki, sanal asi ruh gösterileri ile hiçbir noktaya varılamaz.
Eylem yeri sokaklardır,
asilik sokakta vücut bulur,
protesto bir eylem biçimidir ve sanal kalmamalı.
Sokağa çıkmaya kork, eyleme gitmeye çekin, hatta hatta ulu orta konuşurken bile tırs ama iş internete gelince devrimci ve aslan kesil. Yok öyle şey!
Her şeyi bir kenara bıraktım. Şu twit'lerden yollayan varsa, kaç kişi "Türk ve Kürt halkının bağımsızlığını" savunuyor merak ediyorum.
Bu ülke cidden aptallar ve daha büyük oranda kendini akıllı sanan aptallarla kaynıyor, insan buna üzülüyor.
Ayrıca Yusuf ve Hüseyin'in de idam edildiğini bir ara hatırlamak lazım. 'Deniz ve arkadaşları' değil, "Deniz, Hüseyin, Yusuf" şeklinde anmak gerekir.
Baltaların sapını sokmak için 'baltalar elimizde'
Minik Ogün, Çocuk Mahkemeleri'nde yargılanmaya başlandı.
Kendisine istirahat mekânı Kandıra Cezaevi'nde kum havuzu, kürek, kova temin edilmesi, odasına play station3, Wi, Xbox gibi cihazların getirilmesi, öğlenleri külahta dondurma, elma şekeri, akşamları ise yemeklerden sonra sütlü tatlı seviyorsa sütlaç, keşkül, eğer seçimi şerbetli tatlıysa şekerpare, vezir parmağı, baklama verilmesi konusunda hepimizin üstüne düşenler var.
Adalet Bakanlığı'nı elektronik postalara boğmamız gerekiyor, bunların gerçekleştirilmesi için.
Bir minik evladımızın, cezaevlerinde boynu bükük durmasına daha ne kadar müsamaha göstereceğiz?
Lan milletin gözüne baka baka dalga geçiyor pezevenkler. İkimiz yan yana gelsek yemin ediyorum, abim gibi görünür. Kemikleri iri yavrucağızın muhtemelen.
Türkiye dışında kaç tane ülkede cinayet işleyip, içeride paşa paşa bakarlar adama acaba. Yavşak içeride semirdikçe semirdi. Girdiği kilo ile şimdiki kilosu arasında +20 fark vardır.
Devlet sahip çıkıyor, kullandıklarına, takdir etmek lazım. İşini gördürüp, sonra kaderine terk etmiyor (!)
Nasıl bir memlekette yaşıyoruz, anlam verebilmekte güçlük çekiyorum. Ne kadar katil varsa dışarıda, suçu ispat edilememiş ne kadar adam varsa da içeride.
Minik Ogün'ün istirahatgahında, 5 yıldan fazla kalacağını düşünen var mı?
Düşündükçe çıldırasım geliyor, bir kitlenin 'delikanlı' dediği, bir orospu çocuğu; sinsice, kallleşçe, arkadan ateş ederek cinayet işliyor.
Bu orospu çocuklarının 'delikanlılık' kavramı da ancak bu kadar oluyor.
Şimdi bildiğiniz tüm çocuk şarkılarını Minik Ogün için okuyalım.
Ben "Baltalar elimizde"yi tercih ediyorum. Baltanın sapını bu piçlerin götüne sokmak için...
Bu asalak çetesi ortadan kaldırılmalı
Yaşım 37'ye gelmek üzere, çocukluğumdan bu yana maçlara gelip giderim. Ama genel anlamda 'tribün kültürü'ne haiz değilim. Maça giderim, oturur bir köşede izlerim.
Bundan seneler önce nasıl kurulmuştur, kimler kurmuştur en ufak bir bilgim bile yok, umrumda da olmadı.
Ultraslan'dan söz ediyorum. Galatasaray'ın içinde bulunduğu durumun sorumlularından olan iğrenç, mide bulandırıcı gruptan yani.
Şu son İstanbul Büyükşehir Belediyespor maçında tribünlerden yükselen "Misimoviç, Keita" sesleri ile birlikte "4, 4" diye tempo tutulmaya başlayınca, kendi açımdan dayanılmaz bir noktaya getirdi beni.
Galatasaray'ın en temel sorunlarından biri haline geldikleri aşikâr. İş artık, kendini Galatasaray'dan büyük görme noktasına kadar geldi. İstemedikleri, benimsemedikleri herkese 'siktir' çekip, yönetimlerle birbirlerine göbekten bağlı bu grubun temel işlevi büyük bir rant üstüne kurulmuştur.
Son birkaç ayda yaşananlar aslında nasıl bir grup olduklarının ipuçlarını verir nitelikte. Ama tabii bundan önce de yaptıkları, söyledikleriyle ne denli boktan olduklarını kanıtladılar.
Tribünlerde gerizekâlı gibi sağa-sola sallanarak "Ultraslan, Ultraslan" diye bağırmalarını halen çözebilmiş değilim. Sadece bu beyinsizce hareket bile onlara karşı nefret beslememe neden olabilir.
Ama temel neden tabii ki bu değil. Bugün hemen herkes gayet iyi biliyor ki, bu tipler yönetimler tarafından biletle besleniyor. Üstelik sadece yönetimler de değil bu tipleri besleyenler. Örneğin; Nonda'nın attığı golle 1-0 Fenerbahçe'yi yendiğimiz maçta Ümit Karan bu arkadaşlara elden 5 bin bilet vermiştir, bedelsiz olarak. Karaborsada bu biletlerin satıldığı rakamları hatırlarsanız, ortada ne kadar büyük bir rantın döndüğünü anlayabilirsiniz.
Takım sevgisi adı altında, milyonlarla liralık bir rantın orta yerinde bulunan bu grup, her dönemin, her yönetimin uşaklığını yaparak, kendi çarklarını bir biçimde döndürüyor.
Çok eğip, bükmeden söyleyeyim; Ultraslan denen grup organize bir çetedir. Ciddi bir polis kovuşturması yapıldığı taktirde aslında sıvaları dökülecektir. Ancak herkes gayet iyi biliyor ki, polisin bu tip gruplarla işi olmaz, ta ki siyasal güce protestoda bulunulmadığı sürede.
Kamuoyunda tartışılmaya, koltukları sallanmaya başlandığı andan itibaren insanları ölümle tehdit etme noktasına kadar giden bu iğrenç tiplerden acilen kurtulmak gerekiyor.
Bunlar vücudun dışarıya atmaya çalıştığı iğrenç irinlerden başka bir şey değil çünkü. Geldiğimiz noktada kendilerini Galatasaray'ın dahi üstünde görmeye başlayan, Galatasaray üstünden para kazanan, Galatasaray ismi sayesinde hayatlarını sürdüren bu iğrenç yaratıkların, saha içi ve dışında her şeylerini borçlu oldukları kulübe karşı takındıkları tavır tahammül edilebilir bir noktada değil.
Kommensalist yapılı canlılar gibi yönetimler ve bu taraftar grubu birbirini beslemekte. Biri diğerini tetikçilik için beslerken, diğeri de beslendiği yönetim sayesinde para kazanmaktadır.
Ciddi anlamda işin boku çıkmaya başladı. Kendi takımı aleyhine "4, 4" diye bağırmanın, istemediği her kişi ya da kuruma saydırmanın taraftarlıkla ilgisi bile yoktur.
Bu parazitler sadece Galatasaray'dan değil, Türk futbolundan kurtarılmalıdır. Kendi bekalarının devamı için adam öldürmekten bile çekinmeyen, tribünlerde terör estiren, kendilerini Galatasaray'dan üstün gören, ne idüğü belirsiz tiplerden oluşan bu grubun temizlenme vakti gelmiştir.
Eğer Galatasaray kendisine kurtuluş yolu arıyorsa, bu yollardan biri de bu pisliklerin temizlenmesidir. Bu asalaklardan kurtulunmadığı sürece, Galatasaray'ın başarılı olmasının imkânı yoktur.
Şu yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz bayrakların hangisinde Galatasaray ismi var? Bunların Galatasaray sevgisi (!) ortadaki rantla doğru orantılı.
Bu çete dağıtılmalı ya da ortadan kaldırılmalı. Başlarında bulunanların sadece banka hesaplarına bakılsa, her şey kabak gibi ortaya çıkar.
27 Şubat 2011 Pazar
Adı konulmamış sonu olmayan hikâyeler -5-
Yağmur’un öldüğünü ilk kez biri yüzüme vurmuştu. Onu kaybettiğim 9 yılın ardından öldüğünü benden başka biri söylemişti. Ağır gelmişti, çok ağır hem de. Gözyaşlarım, adımlarıma eşlik edercesine hızla dökülüyordu. Engel olmaya çalıştıysam da beceremedim. Başımı öne eğip, Tarlabaşı’na doğru ilerledim. İlk ışıklardan karşıya geçip, taksiye atladım.
“Beyefendi ne tarafa?”
“Bakırköy’e kadar gidin lütfen.”
“Tabii.”
Ceplerimi yokladım, müzik çaları kulağıma taktım yine. İlhan İrem’den ‘Konuşamıyorum’ çalıyordu. Gözyaşlarım yerine hıçkırıklara bıraktı. Taksici dikiz aynasından bakıp, “İyi misiniz beyefendi?” dedi. Söylediğinden bir şey anlamadım ve kulaklığımı çıkarttım.
"İyi misiniz beyefendi?"
“Size ne!”
Efendi bir adamdı, kimbilir akşamın bu saatinde ne için direksiyon sallıyordu. Pişman oldum ama açıklama yapacak ya da özür dileyecek durumda değildim.
Taksinin içinde nefes alamamacasına ağlıyordum. Şarkının sözleri içime işliyordu, “Ve sen bir gök kuşağı kadar güzelsin, rengarenk ve az sonra gidecek, görüyorum. Ve ben yağmurlar altında, bir yolcu, ıslak yorgun, tutkulu, yürüyorum. Sensiz ben yolumu bulamam, haykırmak istiyorum. Konuşamıyorum...”
İncirli Köprüsü’nün üstüne geldiğimizde, “Abi sen sağdan git, E-5’e çıkıp, şu hastanenin yanından ilerle” dedim.
Hiç sesini çıkartmadı, sadece söylediğimi yaptı. Biraz daha toparlanmıştım, salya sümük ağladıktan sonra. Sadece komut veriyordum, “Sağa, düz gideceğiz, buradan sola.” Gelmiştik. 30 lira tuttu, 50 lirayı verip, “Üstü kalsın” dedim.
“Delikanlı, hiçbir şeye değmez”
Ağız dolusu, okkalı bir küfür savurmaya hazırlanmıştım ki, içimden bir ses 'yapma' diye seslendi.
Aparman kapısının tam önünde inmiştim. Anahtarlarımı bulmak için ceplerimi yokladım. Hiç adetim değildir, pantolon cebimden çıktı. Anahtarı çevirdim, kapıyı açtım. Merdivenleri yürüdüm iki kat boyunca. Anahtarlar elimde şıngır şıngır ötüyordu, adımlarımın hızından ötürü. Kapının deliğine anahtarı tam sokmaya çalışırken, çöktüm yere. Kapının önünde yeni bir ağlama krizi başlamıştı. Ayağa kalkıp, o anahtarı kapıdan geçirmek için dahi gücüm yoktu.
Gören olsa kafayı bulduğumu sanırdı. Bir gayretle ayağa kalkıp, anahtarı kapının deliğinden soktum. Kapıyı açtım ve koşar adımlarla yatak odasına daldım. Yatağa kapaklandım, yüzü koyun. Vücudumdaki bütün su, sanki yanaklarıma iniyordu.
“Yağmur öldü, Yağmur öldü, Yağmur öldü” sesleri yankılanıyordu kulaklarımda. Mitinglerde atılan sloganlar gibi, bugüne kadar tanıdığım herkesin sesinden aynı cümleyi duyuyordum, “Yağmur öldü.”
Kulağımdaki müzik çaların sesini sonuna kadar açtım, bir türlü bitmek bilmiyordu.
Gözyaşlarım insafa gelmişti, kesildi. Kulaklıkları çıkartıp, komedinin üstüne bıraktım. Üstümü başımı çıkartıp, banyoya girdim. Musluğu çevirdim, sıcak suyun vücuduma şiddetlice çarpmasıyla biraz kendime geldim. Çoraplarım hâlâ ayağımdaydı, eğilip çıkarttım, musluğun üstüne bıraktım. Suyun altında hep kendimi iyi hissederdim. Denizde ya da duşta olmam fark etmiyordu. Su beni rahatlatan, kendime getiren nadir şeylerdendi. Musluğu kapattım, kapının arkasında asılı havluyu sardım belime.
Evin soğuk olduğunu şimdi hissetti vücudum. Mutfağa gidip, kombiyi açıp, salona girdim, Macun evinde yatıyordu. “Gel kızım.”
Patilerini uzattı ilkin, nazlana nazlana çıktı, orada öylece durmuş yüzüme bakıyordu. “Gel kızımmm” diye tekrarladım.
‘Mırrkk’, diye seyirte seyirte geldi. Pat diye kucağıma atladı. Kafamı geriye yaslayıp, okşamaya başladım. Ön patilerini havaya kaldırıp, göbeğini alabildiğince açtı, sevmem için.
‘Küstah karı!’ neye dayanarak, hayatımı böyle deşebiliyordu. Kimin söylemiş olabileceğini düşündüm. Rıza olamaz, Özgül ve Bülent de. Ya Kaan’dı ya Nihal. Nihal’in bütün akşam melek tavırları bunun bir göstergesiydi. Zaten bu tip bir patavatsız başka kimsenin tanıdığı olamazdı.
Ne kadar uyumuşum bilmiyorum. Saate bakmaya üşendim ama çok fazla olamaz diye düşündüm. Çünkü uyku gözlerimden akıyordu. Macun kucağımda kıvırıp yatmış. Bütün sıcaklığını bacaklarımın arasında hissediyorum.
Kafasından kuyruğuna kadar elimle bir yolculuk yaptı. Gözlerini aralayıp, o kendine has yuvarlak pozisyonunu alıp, uykusuna kaldığı yerden devam etti. Neyse ki, evde biri uyuyordu.
Sokakta bulmuştum, daha göbeğinde kordonu vardı, kardeşleri ile birlikte. Hayatımda bir çocuğa attığım ilk tokattı. Poşet içinde, benzine bulanmış bir vaziyette bulmuştum. Balkondan miyavlamalarını duydum ve aşağıya indim. Çocukların ellerinden almak istediğimde, kara kuru sıska, saçları 3 numaraya vurulmuş piç, “Siktir git lan!” deyince dayanamamış ve patlatıvermiştim suratının ortasına.
Elinden düşen poşeti kaptığım gibi yukarı çıkmıştım. Annemle birlikte nasıl besleriz diye düşündük uzun uzun. Her durumda soğukkanlılığını koruyan annem, şırınga almamı söyleyince, sokağın hemen başındaki eczaneye koşturmuştum. Annem içine suyla karıştırdığı sütleri koyup, her bir yavrunun ağızlarını bana açtırıp içirmişti.
Gece çalıştığım için gündüzleri sürekli birlikte vakit geçirmeye başlamıştık. Zamanımın çoğu sonradan sayıları 4’e inen bu 5 yavru ile geçiyordu. Koynuma hangisini alıp uyusam diye yanlarına gittiğimde Macun üstüme üstüme zıplıyordu.
O zamandan bu yana hiç ayrılmadık. Geceleri işten geldiğimde beni pencerede bekliyordu. Arabadan indiğimi görür görmez, kapının önünde dikilip, “Bu kadar saattir neredesin?” der gibi hesap soran bakışlarla sorgular gibiydi.
Tek başıma eve çıkmaya karar verdiğimde, aklımda Macun’dan başkası yoktu. Evdeki ilk gecemizi hatırlıyorum da, nasıl şaşkındık. Bütün odaları gezindik beraber, ben nereye gitsem mır’laya mır’laya arkamdan geliyordu, kimi zaman bacaklarıma sürtünerek. Koyun koyuna yatıp uyumuştuk. O gün bugün, birlikte uyumadığımız gece sayısı çok az. Bu bomboş evde tek dert ortağımdı üstelik.
Yağmur’u en az benim kadar iyi tanıyor. Gözlerini, gözlerimin ta içine dikip dinlerdi. Ne çok severdi Yağmur olsa. Sokakta her gördüğü kediyi okşamak için peşinden koştururdu.
Yokluğunu yine en derinde hissettim. Tüm hayallerim, umutlarım da onunla birlikte, o kahrolası tabutun içine girmişti. Hiçbir beklentim yoktu ve tek istediğim bir an once ona kavuşmaktı ama kendimi öldürmemek için hep bir bahane buluyordum. “Macun’un tuvaletini kim temizleyecek?”, “Ya annemle babama bir şey olursa?”, “Yağmur çok kızar.”
Hep bir sebebim vardı, sadece bir kez ucuna kadar gelmiştim. Evin girişinin hemen yanında salona açılan kapının üstündeki kalorifer borusuna, belimden çıkarttığım kemeri sıkıca bağlayıp boynuma geçirmiştim. Alabildiğine kadar sıkmıştım, kemeri. Kendi kendime bu kez başaracağıma dair söz vermiştim.
Sandalyeyi ayağımla itmeye çabalarken, Macun önümde dikilip, hiç duymadığım bir biçimde bağırmaya başladı.
“Git, gitt” diye bağırdıkça, o sesini daha fazla yükseltiyordu. Delirmiş gibi miyavlıyordu bana bakarak.
Salya sümük ağlamaya başlamıştım. Bana olan can borcunu ödüyor gibiydi. Kemeri boynumdan çıkartıp, yere çöktüm. Kucağıma atlayıp, kafasını yüzüme sürtüyordu. Yağmur diye ona sarılıp uyumuştum, halının üstünde.
ADI KONULMAMIŞ SONU OLMAYAN HİKAYELER
ADI KONULMAMIŞ SONU OLMAYAN HİKAYELER -2-
ADI KONULMAMIŞ SONU OLMAYAN HİKAYELER -3-
ADI KONULMAMIŞ SONU OLMAYAN HİKAYELER -4-
26 Şubat 2011 Cumartesi
Emeği geçenleri kutluyorum (!)
Bahaneleri üretmeye başlayalım.
Hava soğuk.
İkinci yarı rüzgara karşı oynadık.
İstanbul Büyükşehir Belediyespor zaten '3 büyüklere' bunu hep yapıyor.
Daha 6 aya ihtiyacı olan teknik direktörümüz var.
Lig zaten bizim için bitti. Hedef kupa.
Karla karışık yağmur yağınca etkilendik.
"Bu durumdan ben sorumlu değilim."
"İdmanda sakız çiğneyen futbolcularımız var."
"Bu takımı ben kurmadım."
"İstediğim oyuncuları almadılar."
"Bu formayı hak etmeyen bazı futbolcular var."
"Kiralık oyuncuları istemiyorum."
v.s. v.s.
Taraftarıyla, yöneticisiyle, futbolcusuyla herkes siktirsin gitsin.
Yekta'ya 3 milyon 750 bin Euro veren,
Zapata'yı kaleci yapan,
Sol beki varken, göt göbek bağlamış adamları oynatan,
Transfer diye ne kadar gereksiz adam varsa takıma getiren,
Başkanlık yaptığını sanarken, Galatasaray'ın ağzına sıçan,
Kendi aralarında bir yönetim birlikteliği bile sağlayamayan,
Küçük adamlardan, büyük futbolcu yaratacağını sanan,
Ne kadar adam varsa alayınız siktirin gidin.
23. haftaya gelmişsek averaj hâlâ eksiyse, konuşabileceğimiz bir şey yok demektir.
Hagi'den hoca, Zapata'dan kaleci, Cana'dan stoper, Mustafa Sarp'tan futbolcu, takım geriye düştüğü zaman olmayan futbolcunun ismini bağıran taraftardan da adam olmaz.
Kusura bakmayın unuttum, Kazım Galatasaray'ı kurtaracak.
Haydi hepimiz GS Bonus alıp götümüze sokalım....
Fotoğraf her şeyi anlatıyor. Galatasaray'ın işi duaya kalmıştır.
İnanın kızgın değilim. Sonuçtan çok da emindim. Sahadaki futbol adamı deli etmeye yetiyor.
Daha başaracak çok şey var. Fenerbahçe'den 7 yemek, Beşiktaş'ın galibiyet almasını sağlamak, kupadan elenmek v.s. v.s.
Özür dileyeceğine seyirciyi düdükle
Bütün sezon berbat bir futbol izletmişsin, daha ligin yarısı gelmeden bırak lig şampiyonluğu, lig dördüncüsü bile olamayacağın belli, Avrupa Kupası'nda şu an ismini hatırlamadığım bir takıma elenmişsin, Bucaspor karşısında bile sahanda eziliyorsun ama iş bilet fiyatına gelince, bütün sezon ızdırap çektirdiğin taraftarını sikmeye kalkışıyorsun.
Terbiyesizliğin bu kadarı olmaz, hakikaten olmaz. Bu soğukta, üstelik televizyondan yayınlanan bir maçta bilet fiyatlarını alabildiğince ucuzlatıp, seyirciyi tribüne çekeceğine, 45-80-150 gibi abuk subuk rakamlar koyuyorsunuz.
Galatasaray yönetimine bugüne kadar çok laf ettim, çok şey söyledim diye düşünüyordum. Ta ki, şu bilet fiyatlarına kadar. Hakikaten az bile söylemişim, bunlar şark kurnazı görünümlü yavşak güruhundan başka bir şey değil.
Ulan şerefsiz herifler, taraftardan özür mahiyetinde şu maçın biletlerini ucuzlatmak yerine, gelmeye kalkışan insanları sikmeye çalışmak da neyin nesi.
Ayrıca senin takımın kaç paralık futbol oynuyor da o parayı hak edeceğinizi düşünüyorsunuz.
Ciğeri beş para etmez adamlar önünde el pençe divan durup, bir güzel aşağılanmayı sineye çekersiniz ama şu soğukta, yağmurda, karda, çamurda daha sıvalarıyla duran bir stada taraftarını bu fiyatlarla mı davet ediyorsunuz?
Gören adam sanar da, Mevlana'nın dediği gibi, "Ne adamlar gördüm üstünde kıyafeti yok, ne kıyafetler gördüm içinde adam yok."
Saçı beyazlamış beyzademin. Bu gidişle milletin kıçının kılı ağıracak Galatasaray'ın adam gibi yönetildiğini görmek için. Senin saçın beyazlamış çok mu?
'Yuh' diyorum
25 Şubat 2011 Cuma
Onların katillerisiniz
Fotoğraftakiler Fadime Ünsal ve eşi Ahmet Ünsal. Bir de 3 yaşındaki çocukları Ahmet Ünsal var ama onun fotoğrafı yok.
Onlar, ekonominin harika (!) gittiği, yoksulluğun olmadığı Türkiye'de doğalgazlı evlerinde kömür sobası yaktılar.
Gece 3 yaşındaki çocukları üşümesin diye, sobayı söndürmediler. Gecenin yarısı gazdan zehirlenerek, öldüler.
Kimse sorumlu değil bu genç çiftin ve minik çocuklarının ölümlerinden. Çünkü onlara kömür dağıtılıyor bedava. Parayla doğalgaz yakmayacaklarına göre, bedava kömürü yakacaklar sobalarında.
Doğalgaz yakarlarsa ayın sonu nasıl gelecek belli değil, çünkü her ay ellerine 890 TL olan açlık sınırının altında bir para geçiyor. O parayla kira, elektrik, su, yiyecek, giyim, faturalar bile ödenemiyor.
Korkmayın, ölümlerinden sorumlu değilsiniz.
Sadece onların katillerisiniz...
24 Şubat 2011 Perşembe
Adı konulmamış sonu olmayan hikâyeler -4-
İnsanlar bana bakıyordu, sesli söylediğimi ben bile anlamamıştım. Balık pazarının içine girdim, manavın önünde duran saate baktım, 21.25 olmuştu. Kaan’ın dırdırlarını çekecektim. Beklememiştir bile, çoktan yemeye başlamıştır. Nihal’le bir tartışma içine girmemek için,kendi kendimi telkin ettim.
Nasıl bir kalabalık bu! Çekilir türden değil.
Kapının önünde durdum bir süre, açtım girdim içeriye. Üst katta olmalılardı, merdivenlere yöneldim. Kaan’ın kahkahaları buraya kadar geliyordu.
Geldiğimi ilk gören, masanın başına kurulmuş Bülent oldu.
“Aman efendim, kimleri kimleri görüyoruz. Siz teşrif eder miydiniz buralara?”
Zoraki gülümsedim. Bir an karşı saldırıya geçmek istedim ama durum benim aleyhimde olduğu için yapamadım. Kaç defa çağırdılar, hepsinde bir bahane buldum. Ya başım ağrıyordu, ya boynum tutulmuştu ya da başka bir yere sözüm vardı.
“Geliriz, mecbur kaldığımız durumlarda.”
Kaan hemen atladı, "Mecbur kaldın, o yüzden geldin yani. Yemin ediyorum çok büyük şerefsizsin oğlum sen. Bir de utanmadan söylüyor.”
“Bir senden utanmam kalmıştı.”
Masadakilerin hepsi gülüyordu, tanımadığım bir kız hariç hepsi üniversiteden arkadaşlardı. Nihal, Bülent, Özgül, Rıza, Elif ve Fatih. Beni gördüklerine sevinmişlerdi, hissettiriyorlardı. Nihal bile alışılageldik yapmacık hareketlerinden uzak sıcak ve içtendi. Hepsine sarıldım tek tek, Kaan’la uzun uzun sarıldık. Tanımadığım kız elini uzattı “Selam, ben Pınar” dedi, karşılık verdim, ”Ben de Barış, memnun oldum.”
Söze ilk atlayan Rıza’ydı, “Eee, Barış, neler yapıyorsun anlat bakalım? Biz zaten sürekli görüşüyoruz. Arayıp, soruyoruz ama telefonlarına bile bakmıyorsun çok kez. Uzaklaşıp gittin be abi. Hepimiz üzülüyoruz, biliyorsun işte.”
“Biliyorum Rıza, biliyorum. İnanın iş vaktimin büyük bölümünü alıyor. Ara ara çeviri işleri de alıyorum. Sizin anlayacağınız eve iş getiriyorum.”
Kaan dayanamadı, “Yuh be oğlum. Evin kira değil, bok gibi maaş da alıyorsundur, Allah gözünü doyursun e mi? Kefenin cebi yok. Vay arkadaş, üniversitenin en hızlı sosyalisti, kapitalist düzenin kapıkulu olmuş” deyince, sinirlendim.
“Kaan tadımızı kaçırma olur mu? Bak, ağır konuşurum, altından kalkamazsın. Bilip bilmeden laf sokuşturma.”
Herkes sustu, buz kesmişti masa. “Her boku yanlış anla olur mu? Hiç takılmayalım, hiç latife yapmayalım. Öyle mal gibi oturalım masada.”
Alttan almadım, “Böyle yapalım demedim Kaan. Ama bu ‘Eskinin bilmem kimi, şimdi göt oldu’ muhabbetini geçelim. Kaç kez görüşsek, aynı muhabbeti ısıtıp ısıtıp önüme koyma. Yok mu konuşacak bir şeyin başka. Hayır, birincide güldük, ikincide güldük ama her seferinde olunca, insanın tepesinin tası atıyor.”
Pınar’a döndüm, “Masadaki herkes beni tanır. Kusura bakma, biraz ağzım bozuktur.”
Son derece zarif bir biçimde, “Yok canım, hepimiz küfrediyoruz” dedi.
Gözlerimi teşekkür eder mahiyette hafifçe yumdum, anladı.
Sanki, birkaç saniye öne masada hiçbir şey yaşanmamış gibi Kaan atladı, “Pınar var ya, bakma bu herifin Karamürsel sepeti gibi ufak tefek göründüğüne. Üniversitedeyken, tek başına 15 faşistin arasına daldığına gözlerimle şahit oldum. O cesaretle biz de giriştik kavgaya. Gerçi temiz bir dayak yedik ama en azından bir daha o kadar cesur davranamadılar bize karşı. Mangal gibi yürek vardır mangal.”
“Bakma bu sulu herife, abartıyor.”
“Duymuştum, abarttığını sanmıyorum.”
Utandım, böyle söyleyince, biraz da şaşırdım. “Nereden duydun?”
“Rıza anlatmıştı. Biz sık sık görüşüyoruz, sen gelmediğin için bilmiyorsun ama seni az anlatmadılar.”
“Biri değil ki, hepsi zevzek bunların. İnanma anlattıklarına.”
Konuşurken, çatalıyla oynamasına takıldım. “Çoktan inandım bile” derken, oldukça ciddi görünüyordu.
Konunun ben olmasından sıkılmıştım, “Kaan önümdeki tabak boş duruyor. İçmeye değil, konuşmaya geldiysek çok durmam.”
Neredeyse cümlemi tamamlamadan, “Şefim, bir bakıver bize be! Bak burada alkolsüzlükten kuruyan biri var. Vallahi masadan kalkarsa, hepimizden çekersin, için bin dereden su getirttik, teşrif etsin diye.”
Üstünde beyaz gömleği, at kıçında kelebek misali papyonuyla az ötemizde duran garson, yanımıza geliverdi.
“Buyrun efendim ne isterdiniz?”
“Zeytinyağlı enginar diyeceğim ama sen konserve var, bu dönem olmaz diyeceksin, iyisi mi zeytiyağlı beyin varsa getir, bir de yoğurtlama.”
“Yoğurtlama!”
Anlamamıştı, oysa bilmesi gerekirdi, “Kızartma işte ama sadece biber olsun, başka bir şey istemem. Yoğurdu bol olursa çok sevinirim.”
“Tabii efendim, emriniz olur.”
“Yok gözünü seveyim, ne emri. Ricamız olur ancak.”
Herkesin emir verdiği bir adamın, ‘rica’ kelimesini duyması, belki garibine gitmişti ama sevindiği belliydi, bu cümleye.
Nihal’le göz göze geldik. İlk hamleyi o yapmıştı, “Nasılsın?”
“İyiyim Nihal, rutin gündelik sıkıntılarla boğuşuyoruz. Esas haberler sizde. Evlilik heyecanı sarmıştır ikinizi de.”
Kaan, Nihal’e bile fırsat vermeden atıldı, “Yok be oğlum ne heyecan yapacağız. Zaten iki yıldır birlikte yaşıyoruz. Bunun heyecanını mı yaşayacağız?”
“Allah Allah, sana sormadım be Kaan. Yırtık dondan çıkar gibi muhabbetin içine etme.”
“Aman iyi iyi siz ikiniz konuşun.”
Nihal çok sakindi, yaklaşık bir yıldan uzun zamandan beri görmemiştim ve konuşmamıştım, yine böyle bir masada, kavgalı ayrılmıştık. Birbirimize ağzımıza geleni söylemiştik. Birbirimize hiçbir zaman itiraf edemediğimiz her şeyi ortaya döküvermiştik.
“Ben hazırlıkları yapmaya başladım ama Kaan hâlâ işin dalgasında. Klasik Kaan işte, benden iyi biliyorsun. Yumurta kapıya dayanmadan kolunu bile kıpırdatmaz. Şimdilik en büyük sorunumuz ev.
Biraz ben biriktirmiştim, biraz Kaan. Babam da biraz yardımcı olacak, uygun bir ev arıyoruz. Kirada kalmak istemiyoruz. Onu halledersek çok rahatlarız. Zaten ikimiz de çalışıyoruz, birkaç yıl sıkıntı çektikten sonra her şeyi rayına sokarız diye düşünüyoruz.”
Bu kadar aklı başında ve sakin konuşması hoşuma gitmişti. Kaan’a baktım, Bülent ve Özgül’le muhabbeti çoktan kaynatıp, bizden uzaklaşmıştı.
“Nihal, bak birbirimizi kaç yıldır tanıyoruz. Eğer bir şeye ihtiyacınız olursa, dara düşerseniz, sakın çekinmeyin. Beni az-çok tanıyorsun, öyle işkembeden sallamadığımı bilirsin. Cidden, herhangi bir şey olursa, kimseye haber vermeden önce beni arayın.”
Başını haifiçe eğdi, önündeki tabaktan bir parça peynir alıp, rakısını yudumladı. Bana dönüp, “Biliyorum. İçtenliğine, samimiyetine inanıyorum. Belki tatsız zamanlar yaşadık ama ne kadar doğru bir adam olduğundanh hiç şüphe etmedim.
Böyle bir şey olursa Kaan’a bırakmam, ben ararım seni. Allah’a şükür, şu an bir sorunumuz yok. Yine de teşekkür ederim.”
“Saçmalama, rica ederim. Ne vakittir seninle kadeh tokuşturmadık, hatta dur.”
Boş rakı kadehine çatalımla vurdum. Diğer masada oturan insanlar bile bakışlarını bize çevirdiler. Boktan Amerikan filmlerindeki sahneler benzeriydi. Yaptığım hareketi sorgulamadım o an.
”Kaan rakı koy bana!”
“Koymaz mıyım? Suyu az, rakısı bol, dudak payı Arap usulü, değil mi?”
Bir şey söylemedim, olumlamak için sadece kafamı eğdim. Kaan, olanca hızıyla önce rakıyı, sonra suyu ve iki buzu içine koydu.
“Arkadaşlar, hayatımda hiç kadeh kaldırmadım ama her şeyin bir ilki vardır. Kadehimi Nihal ve Kaan için kaldırıyorum. Umuyorum bir ömür boyu onurlu ve mutlu bir yaşam sürdürürler.”
Herkes kadehlerini kaldırdı, bütün suratlara baktım, hepsi çok mutlu görünüyordu. Bir an Pınar’la göz göze geldik yine. Masaya oturduğum andan itibaren üçüncü kez oluyordu. Hemen gözlerimi kaçırdım, utangaç bir çocuk gibi.
Bakışlarındaki anlamı sezmeyecek kadar aptal değildim. Yine de sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi Rıza’ya döndüm, “Rıza, bankada işler ne alemde?”
“Sıkkın, yine bir sürü insanı işten çıkarttılar. Kalanlara da, ‘Bakın gidenin yerini siz dolduracaksınız, iki kişilik çalışmaya hazır olun’ mesajı verdiler. Bol bol mesai yapıyoruz ama beş kuruş verdikleri yok. En güzelini yaptın biliyor musun? Keşke gazeteci olsaymışım. Zamanında o yaptığın teklifi değerlendirmediğim için bin pişmanım.”
Rıza, Antalya’da bir kolejden mezundu. Harika İngilizcesi vardı, üstelik tanıdığım en iyi film izleyicisiydi. Daha önce çalıştığım gazete için önermiştim, kabul de etmişlerdi ama Rıza o dönem istememişti.
“Sağlık olsun Rıza, hayat bu kime neyi getireceği belli olmuyor. Bakarsın, böylesi senin için daha iyi olur.”
“Aman abi aman. Hakikaten böylesi benim için daha iyi filan olmadı. Şimdi mis gibi galadan galaya koşuyordum ve sevdiğim işi yapıyordum. Her sabah lise öğrencisi gibi kravat tak, kumaş pantolon giy. Sıkıldım yemin ediyorum sıkıldım.”
Sıkıntısını anlayabiliyordum, tüm ömrü boyunca reddettiği bir yaşamı sürüyordu. Bir nebze rahatlatabilmek için, “Pederin dükkânının başına geçmeyi düşünsen. Karışanın, edenin olmaz” dedim.
“Antalya’ya mı gideceğim bu yaştan sonra. Kumaş dükkânın içinde sabah 6’dan akşam 8’e kadar ne yaparım be Barış. Bari sen söyleme. Bizimkiler sürekli sıkıştırıyor. ‘Baban yaşlandı, gel işin ucundan tut’ diye ama yapamam artık, İstanbul’dan ayrılamam.”
Beyin ve bol yoğurtlu biber kızartmayı önüme koyuverdi garson.
Belli ki, Pınar bizi dinliyordu, hemen atladı söze, “Antalya mı? Deli misin hiç kaçırma derim. İnsanların emekliliklerinde hayallerini süslediği yere sen bu yaşta gideceksin, bir de ayak sürüyorsun. Fırsatım olsa, bir saniye bile düşünmeden giderim.”
Rıza memnuniyetsizliğini direkt belirtti, “Madem o kadar istiyorsun, pedere söyleyeyim, seni koltuğa oturtuversin. İkiniz de mutlu olursunuz, ne güzel.”
Bir süre masaya baktım. Fatih, Elif ve Özgül, kafa kafaya vermiş konuşuyorlardı tıpkı Kaan, Nihal ve Bülent gibi. Pınar’la tekrar göz göze geldik, “İnsanları sürekli gözlemler misin?” diye sordu.
“Çok sık yaptığım bir şey değil aslında.”
Yalan söylemiştim, hep yapardım, Yağmur’la oynadığımız o oyundan beri.
“Biliyor musun, senin için çok yabani diyorlar ama hiç kötü söz çıktığını duymadım ağızlarından. Seni anlatırken, hayranlıkla karışık bir saygı içindeler. Seni tanımak isterim yakından.”
Daha muhabbetin başı bile beni daraltmıştı, “Ne diyeyim, bilemedim. Ben de onları seviyorum ama sanırım bu kadar sevilmeyi sevmiyorum. Hak ediyor muyum? Etmiyorum.”
Gözlerini hiç kesmeden baka bakıyordu, tavırları hoşuma gitse de, yapmacık görünmüyor değildi. “Sevgi hak edilmez, verilir. Sen birini severken, karşılık almak için mi seversin yoksa?”
“Hayatımda sevdiğim kimseden karşılık beklemedim dersem, sorun yanıt bulmuş olur ve konu benden çıkar mı?”
“Çok ilginç, kim olduğumu bilmiyorsun bile. Belki ismimi duymuşsundur sadece…”
Sözünün bitmesini beklemeden kestim, “Duymadım.”
“Sertsin, çok sertsin. Kimsenin seni tanımasına izin vermiyorsun, sevmesine de.”
“Kimsenin sevgisine ihtiyacım yok çünkü. Etrafımda olmasını istediğim kafi sayıda insan var.”
Sanki hiç susmayacak gibiydi. Ben bezdirmeye çalıştıkça, o devam ediyordu, “Bak, yine aynı yere geldik. Belki ben seni çok seveceğim ve hiç karşılık beklemeyeceğim. Birinin seni sevmesi, senin inisiyatifinde mi?”
Gittikçe daha sert bir ifade takınıyordum, üstelik bunu bilinçli yapıyordum, “Pınar, ilk kez karşı karşıya oturup, konuşuyoruz değil mi? Evet öyle. Seni kırmak istemem ama sevmedim bu diyaloğu.”
“Beni kırmanı istiyor olabilir miyim? Ya da belki camdan değilim.”
Zeki olduğu belliydi verdiği cevaplardan, yine de üstüme üstüme gelmesinden rahatsız olmuştum.
“Sanırım pes etmeyeceksin ve benim sabrımın taşmasına kadar devam edeceksin. Fakat ben bu anlamsız ve benim sabır taşımın çatlamasını izin verecek değilim. Konuşmak mı istiyorsun? Başka şeylerden konuşalım, pekala.”
“Her şey kontrolünde olsun istiyorsun. Sen yönlendir muhabbeti, senin istediğin şeyler konuşulsun, senin müsaade ettiğin biçimde sorular sorulsun. Yanlış mıyım?”
“Aklımın ucundan bile geçmedi, ki söylediklerinin hiçbirini de istemiyorum. Sadece kalabalık bir masada benden konuşulmasından rahatsızım.”
Tenis maçına benzer bu konuşma, tüm masadakilerin dikkatini çekmiş olmalı. Herkes bizi dinliyordu. Fark etmem zaman almadı, Pınar’sa devam ediyordu, “Bu kadar benmerkezci ve narsist olmayı başarkan kolay olmamalı.”
“Narsist? Evet narsist yönlerim vardır fakat yanılıyorsun. Dikkat edersen, masada benden konuşulması hoşuma gitmiyor dedim. Kaç narsist tanıyorsun böyle. Ayrıca narsist ve benmerkezci aynı şeyler. İkisini birarada kullanman gayet gereksizdi.”
“Kızmaya başladık demek. İyi, pekala kelimelerin efendisi! Sadece seni tanımak istemiştim, sense bir duvar ördün karşıma. Artı o duvarın aşılmasına da izin vermiyorsun. O zaman sen beni tanımaya çalış. Benim hakkımda sorular sor.”
“Bunu da istemiyorum. İstemiş olsam da, şu raddeden sonra çok istekli davranmayacağımı belirtmem gerek. Artı nedir? Matematik olimpiyatlarında mıyız?”
“Ne tanımak, ne de tanınmak istiyorsun. Bütün bir ömrünü ölü bir kadını sevmekle mi geçireceksin?”
Masaya yumruk attım, “Bak kızım! Kimsin, necisin bilmiyorum. Dua et erkek olmadığına...” Devamını getirmedim ama öfkem kabarmıştı bir kez.
Ayağa kalktım, “Kim anlattı lan bunu? Kim anlattı? Biriniz yanıt verin. Ben ve Yağmur hakkında, hiç tanımadığım bir karıya, hayatımı nasıl ayaklar altına serersiniz? Bu hakkı kim buldu kendinde? Kim, kim kim?”
Daha bir yudum aldığım rakıyı, dibine kadar içtim. Kesmedi, rakı şişesini alıp, bardağı doldurdum, yine sonuna kadar içtim. “Siktirin gidin lan! Sizi adam sanıp, masaya oturan da hata. İsterseniz gazetelere verin hikâyeyi, çok hoşlarına gider.”
Cüzdanımı cebimden çıkartıp, masaya 100 lira fırlattım. “Üstü dostluğumuzun bahşişi olarak kalsın, anlatan götverene.”
Kimse bir tepki vermedi. Sandalyenin arkasına koyduğum kabanımı elime alıp, hızla çıktım. Yürümüyor, koşuyordum sanki. Bu kalabalıktan kaçıp, yegâne sığınağım evime gitmek istiyordum sadece. İnsanlara çarpa çarpa, yürüyordum. Arkamdan seslenenler, yüzüme bakanlar, kimseyi umursamadan sadece yürüyordum.
ADI KONULMAMIŞ SONU OLMAYAN HİKAYELER
ADI KONULMAMIŞ SONU OLMAYAN HİKAYELER -2-
ADI KONULMAMIŞ SONU OLMAYAN HİKAYELER -3-
Başbakan yalan söyler mi birader!
Recep Tayyip Erdoğan: Seyrantepe Stadı’nın yapımında Galatasaray Kulübü’nün bir Allah kuruşu yoktur. Stadı TOKİ (toplu Konut İdaresi) yapmıştır. Sadece 310 trilyonluk (milyon) yatırımla kalmadık. Stada yaptığımız bu 310 trilyonun yanında gerek metro gerekse oradaki kavşak düzenlemesiyle birlikte oradaki yatırımın toplam bedeli 600 trilyon (milyon) lirayı bulmuştur.
Herhalde böyle bir yatırımın karşılığı bu olmamalıydı diye düşünüyorum. İyilik yap, at denize, balık bilmezse halik bilir.
Koskoca ülkenin Başbakanı yalan söyler mi? Ben yalan söylediğini iddia etmiyorum, hatta bunu ima bile etmiyorum (!) Ama kendi bakanı, Başbakanın yalan söylediğini rakamlarla anlatıyor.
Nasıl mı?
Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, MHP Aydın Milletvekili Ali Uzunırmak’ın soruları üzerine TBMM’ye gönderdiği yazıda, hangi kurumun ne kadar harcama yaptığını ve kazanç elde ettiğini bildirdi.
Cemil Çiçek’in verdiği bilgiler:
Ali Sami Yen Stadı’nın bulunduğu arsa, Torunlar- Aşçıoğlu-Kapıcıoğlu ortaklığına 1 milyar 25 milyon 555 bin liraya ihale edildi. TOKİ’nin buradan alacağı pay 475 milyon lira. Sözleşme şartlarından fazla gelir elde edilirse, 475 milyon liraya ek olarak bu gelirin de yüzde 46,3’ü TOKİ’ye aktarılacak.
Elde edilecek gelirden, maliyet düştükten sonra kalacak paranın yüzde 39’u TOKİ’ye, yüzde 61’i ise Gençlik Spor Genel Müdürlüğü hesaplarına aktarılacak. Para GSGM tarafından Türk sporunu geliştirmek için kullanılacak.
Galatasaray Spor Kulübü’nden idaremize herhangi bir menkul ve gayrimenkul devri söz konusu olmamıştır. Galatasaray imzalanan protokolle Ali Sami Yen alanını verdi, Seyrantepe alanını aldı. Takas protokolüne İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve GSGM de dahil oldu.
Türk Telekom Arena ruhsatsız değil. Stadın inşaat ruhsatını Şişli Belediyesi 12 Aralık 2007’de onayladı.
Haa, gel şimdi 40 gün önce yaşananlara, hatta Türkiye'de herkesin rüzgâr estirdiği "Madem devlet Galatasaray'a stat yaptırdı, o zaman bize de yaptırsın", "Galatasaray'a beleş stat yaptırıldı, biz de bilmem nereyi isteriz" diyen yavşaklar, yukarıda Başbakan Yardımcısı'nın verdiği rakamlara bir daha baksın bakalım.
1 milyar 25 milyon TL'ye arazi satılıyor sadece. Yani Ali Sami Yen'in arazisi 1 milyar 25 milyon TL'ye satılıyor.
Anlamayan gerizekâlılar varsa tekrar ediyorum: ALİ SAMİ YEN'İN ARAZİSİ 1 MİLYAR 25 MİLYON TL'YE SATILDI
Hâlâ anlamayan embesiller varsa, konuyu bir daha açmasın da, aptallığını alnına damga olarak koymasın.
Galatasaray hemen her projede olduğu gibi devlet tarafından aleni olarak kazıklanmıştır. Üstüne Başbakan tarafından "Daha imzaları atmadık haaa!" diye tehdit edilmiştir. Ve o tehdidi paşa paşa sindirip, üstüne Galatasaray Başkanı muhalefete efelenmiştir.
Bakın ben şu kadar eminim. Ali Sami Yen arazisi Fenerbahçe'nin olsaydı, emin olun stadı yaptırır, üstüne yanına basketbol salonu yaptırır, onun üstüne alışveriş merkezleri yaptırıp, bir de üste para alırdı.
Ama ne yazık ki, bizim yönetenlerimiz büyük becereksizlik örneği göstererek, 191 milyon TL'lik bir stata kanıp, üstünü bile kapattıramayıp, kendi üstlerine alıyorlar, yaptıkları stadın neredeyse yarı işi kulübe bırakılıyor.
Hakikaten salağın önde gideni Galatasaray yöneticileri. Millet Aziz Yıldırım'a kızıyor filan da, eleman çatır çatır hakkını alıyor, fazlasıyla birlikte.
Siz siz olun, Türkiye'de herhangi bir proje yapılmadan önce götünüzü yırtın ki, millet yırtılan kıçınızdan hadisenin gerçek olduğunu anlasın. Sonra projeye ufaktan başlandığında yırtılan kıçınızla birlikte, ebeniz sikilene kadar bağırın, ki o zaman da taraftar toplarsınız.
Devlet, sikindirik bir stat yaparak, Galatasaray'ın böbreklerine kadar yoklama çekmiştir. Üstelik bir de bütün ülke önünde rezil ederek.
Başkan diye geçinen saçlarına ak düşmüş arkadaş da, muhaliflere ayar vermek kaydıyla olayı kapatmaya çabalamıştır.
Hâlâ o koltukta oturuyorsunuz ya, helal olsun lan size. Gaza gelip, küfretmeyeceğim.
Küfretme, küfretme, küfretme, küfretme, küfretme.
10 soru 10 blogla haftanın değerlendirmesi
Giriş notu: Bugüne sarktığı için özür dilerim, iki gündür yorgan döşek durumdaydım, o yüzden hadiseye giremedim bile. Bundan sonra daha özenli olacağımdır. Tekrar kusura bakmasın, takip eden ve kafa patlatan herkes...
Fenerbahçe'nin derbide Beşiktaş'ı 4-2 yenmesinin başat faktörü senin için ne oldu?
Jesus Almeyda: Skora takılmamak lazım öncelikle. İlk devre Dia'nın direkten dönen topu, Ekrem'in oyundan atılmaması ve Rüştü'nün müthiş oyunu olmasa ilk devre 3 farkı bulabilirdi Fenerbahçe. Beşiktaş'ın Quaresma-Guti'den oluşan topsuz oyunda gözükmeyen ileri hattı müdafaya gelmeyince arkalarında Toraman ve Ekrem gibi iki vasat defans varsa -ki maçın sıradışılığı bu ikisinin de şu rezil oynadıkları maçta gol atmalarıdır- Fenerbahçe'nin Niang-Dia ikilisi ile ilk devre rakibi sürklase etmeleri çok normal.
30'dan sonra maç başındaki pres gücü kalmayan ve geriye yaslanan Fenerbahçe manzarası normaldi. O şekilde prese devam edemezlerdi. Lakin anormal olan Beşiktaş'a göre çok daha motive çok daha soğukkanlı ve çok daha "takım" olan Fenerbahçe'nin, Toraman'ın ikinci golünden sonra dağılmasıdır. Evet Beşiktaş ne kadar dağınık bir takım olursa olsun şu kadrosu ile en kötü ihtimal kontra hücumlarda rakibin darmadağın edebilir. Ekrem'in golünü de bir kontra golü sayabiliriz.
Almeida'nın kaçırdığı gol ciddi bir kırılma noktasıydı. Fenerbahçe öyle bir dağılma eşiğine gelmişti ki Almeida o golü atsaydı muhtemelen bu 4 gollü galibiyet Beşiktaş hanesine yazılmış olacaktı. Kaldı ki oyunun ilerleyişine baktığımızda Ferrari'nin saçma sapan kırmızı kartı ve penaltı olmasaydı da Fenerbahçe'nin gol atması ya da en azından gol yemeden bu golleri atması pek ihtimal dahilinde değildi. 2-2'den sonra ise Beşiktaş'nın berabere bile kalamayacağı aşikardı.
Hani bu durum Fenerbahçe'nin başına gelseydi 2-2'yi koruma ihtimalleri daha yüksekti. Ama Alex penaltıyı attığı an maçı Fenerbahçe'nin kazandığı da belli olmuştu. Fenerbahçe'nin önümüzdeki 3 hafta boyuna rakipleri şu dönemde üst üste yendikleri rakiplerine göre çok daha zayıflar. Bu 3 hafta sonunda Fenerbahçe TS'dan liderliği alıp puan farkını bile açmış olabilir.TT Arena'daki Galatasaray-Fenerbahçe derbisi çok enteresan sonuçlara yol açabilir diyeyim son olarak.
Son haftalarda alınan sonuçlar ve oyun görkemli Barcelona'yı aratır düzeyde. Barcelona'da bir düşüş mü var mı?
Eren Loğoğlu: Aslında yok.
Barça'nın kusursuzluk / başarı / kötü grafiğini belirleyen çok ince bir çizgi bulunuyor, ara pasının geçip geçmemesi, pasın şiddetinin her zamanki gibi ayarlanamaması, boşluklara sızan oyuncunun fark edilip, fark edilmemesi gibi eylemler üzerinden değerlendirme yapılabilecek. Bu liste uzar gider, gel gitleri olan bir anlayış onların oyununa bakış açısı, az gol attıkları zaman kötü oynuyor sanrısı yaratan.
Barça, aynı oranda topa sahip olmasına karşın 2. golü atamadığı iki maç yaşadı ve zorlanıyor gözüktü, pozisyonları değerlendirse muhtemelen bunlar konuşulmuyor olacaktı. Sadece Gijon maçında geriye düştüler, ona da geleceğim.
3 maçlık durumu maddeleyerek anlatacak olursam;
- Gijon maçında aşırıya kaçan rotasyon, Milito, Maxwell, Mascherano ve Afellay ile.
8 Dünya Kupası kazananı + Messi + Alves + sol bek = "Kusursuz Teorik Oyun" denklemi, kişisel tespit olarak söylüyorum ve eğer bu yapının herhangi bir parçası eksik olursa, kusursuzluk bozuluyor çünkü yerine konan ismin adaptasyonu sağlaması çok zor bir seviye var ortada.
Gijon maçında rotasyona giren oyuncuların hangi birine yetersiz denilebilir ki! Barça'nın felsefesine uyum sağlayıp verimli olmak bambaşka bir olgu ve Barça, kendisini altyapıya mahkum ediyor, yetişmek zorunda doğru, hatasız oynamak için ya da Arsenal, Villarreal gibi kendisine benzeyen takımlara yönelmek.
Onların en güzel özelliğiyse bizden farklı olarak, sabırlı olmaları, Afellay'ı da, Javier'i de zamanla çok daha iyi göreceğiz, felsefeyi kavramaları adına saatlerce Barça maçı seyrettiğinden bahseden oyuncular bunlar, pes etmeyen türden, yeryüzünün en güzel oyununu sergileyen takımının parçası olmak isteyenler.
- Gijon maçıyla ilintili, FIFA Virüsü, konsantrasyon kaybı ve erken yenilen gol ile yapılan soğuk duş.
- Puyol'un yokluğu. Savunmada rakibe, o ilk müdahaleleri yapan ve hücumları olgunlaşmadan bitiren savaşçı takımıyla sahaya çıkamıyor sakatlığından ötürü, Pique'nin üstün top tekniğine karşın, Puyol kadar savunma yönü güçlü bir oyuncu olmadığını Llorente karşısında gözlemledik.
- 2. golü bulamama hastalığı. Arsenal ve Bilbao maçları, cömertçe harcanan fırsatlar sonucunda, oyunu tehlikeye sokmak ve rakibe cesaret aşılamak.
- Guardiola'nın fanteziye kaçan bazı formasyon ve oyuncu denemeleri. Bilbao maçında 3 - 3 - 3 - 1 oynattı, Gijon maçında 65. dakikada yapılan değişikliklerle Xavi'nin daha geride oynatılması.
- Iniesta'nın bir süredir -hangi maçta olduğunu anımsayamadım- omzundan sakatlığı var ve maç sonlarında çıkmak zorunda kalıyor, Gijon maçında ona çok ihtiyaç varken oyundan çıkarılması. Sanırım atlattı, Bilbao maçında çok korkusuzdu.
- Ve belki de en önemlisi Messi'deki görece performans düşmesi. Pas hataları arttı, akıl almaz goller kaçırdı, driblingleri daha bir etkisizdi ancak onun da dün gece düzelme izlenimi uyandırdığını rahatlıkla belirtebilirim. Barça öyle zirvede duruyor ki, düşünün Messi'yi eleştirebiliyoruz, seviyeyi belirlediler çünkü.
- Arsenal maçı, ayrıca değerlendirilebilir. ŞL eleminasyon maçlarında hiç kazanamamak, Arsenal'in performansı gibi maçın kendine özel faktörleri de vardı.
- Pep'in sezon planlaması. Son 3 sezondaki puan kayıpları, aynı üç ay içersinde gerçekleşiyor. Sezonun başlangıcı Eylül, ortası Şubat ve sezon sonu,Mayıs. Barça, Hercules'e yenildiğinde ve Mallorca'ya puan kaybettiğinde de aynı endişeleri taşımıştı Barça sevdalıları, benzer argümanlar yine vardı ve Pep, Kasım sonunda zirve yapacağız söyleminde bulunuyordu, bir programı olduğunun işaretiydi bu açıklama.
Mayıs kayıpları, kesinleşen şampiyonluk sonrası gerçekleşti, ciddiye almamak gerekir. Şubat da bitmek üzre, tek maç kaldı, Mallorca, çok önemli.
Endişeye mahal yok! Tarihin en güzel futbolunu oynayanlar, bunun hazzını bizlere yaşatmaya ve futbolun adaleti için kazanmaya devam edecekler.
Futbolda haftanın en önemli gündem maddesi neydi?
Kayıp Zamanın Peşinde: Medyanın veyahut futbol ile ilgili olan mecraların yarattıkları gündemler vardır muhakkak. Ama benim gündemim farklı meselede takılıp kaldı geçen hafta itibariyle. O da dünya yıldızlarıyla bezeli ve başkanlarının ‘Dünya bizi konuşuyor’ dediği Beşiktaş’ın, bir hafta içerisinde kendi sahasında sekiz golü kalesinde görmesidir.
Beşiktaş’ın Fenerbahçe maçındaki skoru hak edip etmediği meselesi bir yana, ortada iki maçlık bir netice var. Bu bağlamda bana göre gündemi oluşturan en önemli şey, bazı hatalardan ders alamamak ve popülist adımların bir takımın kaderini olumsuz yönde çok etkilemesidir.
Siyah-beyazlıların en önemli rakiplerinden olan Sarı Kırmızılıların iki sezonda yıldızlarla neler yaşadığını dikkate almaması ve futbol yönetiminde söz sahibi olanların mantıklı atılımlardan ziyade koltuğu koruma derdinde olup popülist adımlar atması ilgi çekicidir.
Sarı-Kırmızılılar da zamanında bir çok yıldızı kadrosuna dahil etmiş ama kadronun bütünsel kalitesine önem vermeyip rotasyona yeterli kapasitedeki oyuncuları dahil etmediğinden asla bir takım olamamıştı.
Bu yüzden önü başka arkası başka telden çalıyordu. Bir futbol takımında ortak dilden konuşabilmek çok önemlidir. Bu dilin daha güzel, şiirsel ve sanat dokunuşlu olabilmesi için yeşil zeminde topun peşinde koşturanların aynı kalibrede yeterliliğe sahip olması gerektiği söylenebilir.
Galatasaray bunu başaramadığı için dengesiz ve başarısız bir takım olup çıkmıştı. Keza takım bile olamamıştı. Beşiktaş’ın bunlardan ders çıkarmayıp birkaç yıldız alarak kendisini dünya kulübü ilan etmesi, şampiyonluğun ve hatta UEFA Kupası’nın en büyük adaylarından biri olarak görmesi Türk futbolunun hayalperestliği olsa gerek. Ne de olsa hayal. Kurması bedava. Mantığa gerek bile duyulmaz.
Türk futbolunun yaşadığı büyük düşüş ortada. Bir çok insan nedenlerini sorgulasa da o kadar uzaklarda aramak gerekmiyor. Büyük takımların son yıllarda yaptıkları yanlış atılımlar ve dengesiz kadro kurmaları, onlarla özdeşleşmiş olan ‘kazanan takım’ olgusunu yerden yere vurmuş durumda. Artık peş peşe üç, dört maçını kazanan büyük takımlardan pek bahsedemiyoruz.
Bazen herhangi bir Anadolu takımından farksız top peşinde koştururken görüyoruz onları. Bazı Anadolu takımlarını da çok iyi atılımlar yaparken görüyoruz; Kayserispor ve Gaziantepspor gibi. Temelde, olayı sadece yabancı kalitesine bağlamak büyük bir yanlış.
Yerli kadro kalitesini sağlayan takımların daha dengeli olacağı su götürmez bir gerçek. Dinamo Kiev karşısında iki yerli oyuncuyla oynayan Beşiktaş’ın durumu ilginç bir anekdottur. Artık takımlar yıldızlara tomarla para harcayacaklarına, kendi öz kaynaklarından kaliteli oyuncular üretmenin peşini de bırakmamalıdır.
Nihayetinde gerçekler ortada. Dünya yıldızlarıyla bezeli olan ve dünyanın konuştuğu Beşiktaş, bu yıl yerden yere vurulan, bazen garibanları oynayan Galatasaray ile aynı puanda. Her iki takım da daha sağlıklı atılımlar yapan Kayserispor ve Gaziantepspor’un altındalar.
Ve an itibariyle iki büyük takımın durumu pek iç açıcı değil. Her ne kadar ileriki yıllara atılım yaptıklarını söyleseler de! Umalım ki sezon sonunda doğru adımları atarlar ve popülist kadro kurmanın peşine düşmezler. Sonrasında mı? Kendi düşen ağlamaz...
Trabzonspor 2 deplasman maçından sonra Kayseri ve Beşiktaş'la karşılaşacak. Bu iki maçta alınacak 6 puan Trabzonspor'un şampiyonluk şansını ne derece etkiler?
Ceza Sahası: Trabzonspor çok kritik bir dönemeçten geçiyor. İlk yarıda formu tavan yapmış Trabzonspor için geçerli değil elbette ve o Trabzonspor bu iki maçtan alınacak -en kötü- 4 puanla birlikte geri gelecektir. Ligin gidişatına baktığımızda zirvedeki iki takımdan biri en üst düzey formunu yakaladı.
Diğeriyse kendi formunun yarısında henüz. Trabzonspor ve Fenerbahçe'nin durumu bu. Fenerbahçe'nin bu tempoyu sürdürebilmesinin zor olduğunu tüm futbol tarihi istatistikleri söylüyor. Ve çok uzağa değil, ilk yarıya baktığımızda Trabzonspor'un formunu bulduğunda neler yapabileceğini de herkes görüyor.
Kısacası şu anda Fenerbahçe formuyla, Trabzonspor formsuzluğuyla şaşırtıyor ve her şey sezon normallerine döndüğünde -ki bu maçlar kritik bu normallere dönüşte- Trabzonspor'un ipi göğüsleyeceğine inanıyorum. Bu maçlarda kazanılacak 6 puan sadece Trabzonspor'u sezon normallerine döndürmeyecek, Fenerbahçe'nin de moralini bozacaktır mve dolayısıyla şampiyonluğa etkisi fazla olacaktır.
Beşiktaş taraftarı, hemen herkes tarafından maçın kaybedilmesinin sorumlusu Ferrari'yi çıkarken alkışladı. Benzer tavırlar diğer tribünlerde de oluyor. Rakibine vuran, tüküren, iten oyuncular neden baştacı yapılıyor. Taraftarın kötü anlamda bu denli baş aktör oyuncuyu alkışlarla uğurlaması için neler söylersin?
Evrensel Blok: Soruya, "taraftar" olmanın getirdiği psikolojiyi iyice anlayabilmek için okunması gerektiğini düşündüğüm ufak bir tavsiye ile başlayabilirim sanırım.
Sosyolog Roland Girtler'in Terbiyesizliğin Teorisi isimiyle türkçeye çevrilen kitabında, "futbol taraftarlarının terbiyesizliği" üzerine yerinde tespitler mevcuttur. Taraftar, esas itibariyle taşkın davranışlarda bulunan, terbiyesiz ve serseri toplulukların ismidir. Kendine özgü ritüelleri, alışkanlıkları söz konusudur.
Daha fazla klişe söz etmeden, çoğu taraftarın, maç saatleri dışındaki vakitlerinde gayet "normal" bireyler olduklarına dair hikayeleri de sıkça okuyoruz. Yani, taraftarlık, bir kısmi özgürlük alanı olarak, bireyin gündelik hayattaki sıkışıklığını küstahça sergileyebileceği bir mecra görevi görüyor. Bu yüzden, tükürmek, itmek, çekmek gibi "serserice" eylemler tabii ki taraftarlarca onay görecektir.
Bunun yanında, dizilişlerinin dahi basit savaş stratejilerine göndermede bulunduğu bir spor olan futbolda, tabii ki, diziliş veya takım tertibinin yanı sıra, oyun içi mücadele sırasında da sertlikler en hafif ifadeyle "gereklidir."
Çünkü az evvel bahsettiğimiz gibi, en başından, dizilişlerden itibaren, futbolda bir savaş atmosferi mevcut. Dolayısıyla, bir futbolcunun sırf rakibe zarar verdiği için alkışlanması, biraz da futbolun doğası gereğidir diyeyim daha fazla uzatmadan.
Beşiktaş ve Fenerbahçe arasında futbol açısından harika bir maç yaşadık. Neden sürekli başka şeyleri tartışıyoruz ve protokol tribününde yaşanan yumruklaşmalar için ne söyleyebilirsin?
Futbol Muhalifi: Bundan yaklaşık tam 20 sene önce yabancı takımlara karşı maç yaptığımızda şayet yağmur yağıp, saha çamura dönerse abimle söylediğimiz bir söz vardı: "Bizimkiler çamurda oynamaya alıştığı için bu maçı kaybetmeyebiliriz."
Günümüze bakınca da çamur yerini kaos ortamına bırakmış durumda. Nerede kaos orada biz. Gerek medya, gerek yöneticiler, gerekse biz izleyiciler bu kaos ortamından besleniyoruz. Yani bir futbol maçının olmazsa olmazı bizim için “kargaşa”dır. Maç oynandı bitti, ama hâlâ kartlardan bahsediyoruz. TRT tadında bir klip yapsa bir kanal inanın kimse izlemez. Ben bile izlemem arkadaş!
Yarım saat boyunca Lugano ve Ferrari’nin birbiriyle olan itişmesini izlemek daha keyifli. Şaka bir yana iyi maçlar oynandığı sürece işin kötü tarafı elbet azalacaktır.
Protokol tribününde yaşanan kargaşa için söyleyeceğim tek şey, o insanların egolarını başka yerlerde tatmin etmesidir. Sürekli sorun çıkartan bu tiplerden inanın nefret ediyorum.
Fenerbahçe derbiden 4-2 galibiyetle ve maç fazlasıyla liderliği olarak döndü. Bundan sonra ne olur?
Tribünsel Sevda: Derbinin ardından F.Bahçe'nin Kasımpaşa ve Konya'yla içerde, G.Birliği ile deplasmanda yapacağı 3 maçı var önünde. Sonrasında G.Saray deplasman ve Bursa'yla Kadıköyde karşılaşacak.
G.Saray maçına kadar yapılacak 3 maçtan kayıpsız çıkarsak eğer Arena'dan alacağımız beraberlik ve Bursa karşısında gelecek galibiyetle şampiyonluk yolunda çok büyük bir yol katetmiş oluruz.
Fikstüre baktığımızda tablo bu şekilde gözüküyor. Futbol olarak değerlendirdiğimizde şuan şampiyonluk mücadelesi veren takımların içerisinde birlik beraberlik bakımından en iddialısı F.Bahçe gözüküyor. Bu hava kaybedilmezse sene sonunda şampiyon olamamamız için hiçbir neden yok.
Schuster'in Sivok ve Bobo kararı derbinin sonucunu direkt olarak etkiledi mi?
Rakamla10: Bobo ve Sivok'un ilk on sekizde bile olmadığını vapurla Beşiktaş'a geçerken telefonuma gelen smsten öğrendim. Schuster'in oyuncu tercihlerine şaşırmıyoruz artık ama anlamak için de bayağı bir kafa yoruyoruz açıkcası.
Balık Pazarı'nda demlenirken eldeki mevcut kadro, ligdeki konum, üç gün önceki Avrupa hüsranı vesaire konuşulduktan sonra hepsi bir kenara bırakılıp maça dair umutlar tazelendi her maç öncesinde olduğu gibi. Kimileri kafasındaki "Yener miyiz?" sorusuna cevap ararken, ben nedense epey bir umutsuzdum. Nedense demek yersiz aslında nedenleri belliydi. Üç gün önceki oyun, ligin ikinci yarısındaki düşüş, Fener'in çıkışı, son yıllardaki bize karşı olan üstünlüğü ve Alex.
Fenerbahçe bir yana Alex bir yana bence. Bu adamın heykelini dikmezlerse ben üzülürüm. Neyse konu dağılmasın bize dönelim. Maç dün akşam iki kere gitti geldi.Uzun uzadıya maçın kritiğini yapmadan sorunun cevabına gelirsek ben tartışmasız olarak 'Evet' derim.
Maç 2-1 iken bariz bir üçüncü gol şansını kaçıran Almeida ve yok yere hem penaltıya sebebiyet verip hem de kırmızı kart görerek hüsranla bitecek olan gecenin fitilini ateşleyense Ferrari olunca bu soruya hayır demenin imkanı yok zaten. Ha tutup da denilirse "Canım hoca nerden bilsin Ferrari'nin böyle bir kart göreceğini?" buna bir şey diyemeyebiliriz belki ama Almeida tercihinde aynı durum söz konusu değil.
Altı senedir Türkiye'de oynayan, Fenerbahçe maçlarının atmosferini iyi bilen, bu takıma karşı bir çok kez gol bulan bir Bobo en azından kadroda olmalıydı. isim olarak bakıldığında belki yüz kere Almeida tercih edilir ama Fener maçı olunca iş farklı. Beşiktaş dün maçı iki değişik golle çevirdi, ilkinde Ekrem hayatı boyunca bir daha atamayacağı güzellikte bir gol bularak soyunma odasına daha az stresli gidilmesini sağladı.
Toraman da şanslı bir golle öne geçirdi Beşiktaş'ı. Bu dakikadan sonra öyle bir döndü ki oyun, eğer üçüncü gol gelse Beşiktaş farka koşacaktı, olmadı. Genele bakıldığında sağ kanadı koridor gibi kullanan Fenerbahçe Alex'in önderliğinde on kişi kalan rakibini rahat geçmiş oldu. Eksik kalınmasa ne olurduyu bilememenin gerçekliğiyle herhalde çoğunluk Beşiktaş'ın kazanacağında hem fikirdir.
Hakem de es geçtiği penaltı dışında kartlarında hep bize karşı bonkördü, UEFA hakemi ya (!) gördüğünü verdi, görmediklerini konuşmak da bize kaldı.
23 Şubat 2011 Çarşamba
Bu insanların hakkı için de ödül almanız yerinde olur
21 Şubat 2011 Pazartesi
Türk anasına küfredilmez, Gineli anaya geniş geniş sövülebilir
Bak şimdi kimse alınmasın, darılmasın.
Yıl 2008, aylardan yanılmıyorsam Şubat Galatasaray, Ümit Karan'ın son dakika golüyle Fenerbahçe'yi yener ve Türkiye Kupası'nda üst tura çıkar. Gol atıldıktan sonra saha karışır ve Volkan Demirel, Lincoln'ü saha ortasında döver, kovalar, tekme atar, yumruk sallar.
Maçın sonunda Volkan şu açıklamayı yapar: "Maçı fazla konuşmamak gerek, sonuçta kupa maçıydı Galatasaraylı arkadaşları tebrik ederim. Burda önemsenmesi gereken bir Brezilyalı'nın bana ana, avrat, kız kardeş, kız arkadaş hiçbirşey kalmadan küfür etmesidir.
Ben bunu Türk Halkı duysun diye söylüyorum, hangi Türk insanına birisi gelip küfür ederse, tepki koyar. Ben belli bir yere profesyonel bir futbolcuyum, benim annem, kız kardeşim girerse bu olayın içine tepki gösteririm ve tepkimi de koydum.
Lincoln'e bu olaydan sonra bakış açım çok farklı. Lincoln'den o küfürleri dışarıda da yüzüme tekrarlamasını istiyorum. Sahada birşey yapamayacağımı bilip bu harektleri yaptı, saha dışında da aynı küfürleri yüzüme söylemesini istiyorum.
Galatasaraylı arkadaşları, taraftarları tebrik ediyorum. 8 kişi kaldık, turu geçmek istiyorduk ama olmadı. Maçtan önemlisi Lincoln'ün bana küfür etmesiydi. Zaten turu geçmişsin, niye küfür ediyorsun.
Lincoln İngilizce küfür etti, bu kelimeleri kullanması yakışmadı. Ama dediğim gibi azcık yüreği varsa bu küfürleri gelir bana dışarıda söyler. Hakemin kırmızı kart göstermesi normal, hangi Türk insanına bu küfürleri etseniz bu adam öldürme sebebidir."
Yıl 2011, aylardan Şubat, Fenerbahçe deplasmanda Beşiktaş'ı 4-2 yener. Maçın dönüm noktası Ferrari'nin kırmızı kartıdır.
Ferrari'nin açıklamaları; "Lugano maç boyunca İtalyanca küfür etti. Bunu Emre de duydu ve Lugano'yu birkaç kez uyardı. Lugano, Emre'nin uyarılarına göz kırparak karşılık verdi. Hakem Lugano'nun yaptığı hiçbir hareketi görmedi.
Lugano tüm aileme küfür etti, sadece İtalyanca değil İspanyolca, Portekizce hatta İngilizce bile sürekli küfür etti. Kışkırtmak için her yolu denedi.
Lugano tarafından sürekli yumruk ve çimdik darbeleri aldım. Kollarımın ve vücudunun üst kısmı bu darbeler sonucu mosmor oldu."
İki olayı şöyle bir tartın, üstünden geçin, yaşananları hatırlayın.
Fenerbahçe'nin başarısı budur. Neyin konuşulup, neyin konuşulmayacağını, hakemin tartışılıp, tartışılmayacağını, soyunma odasının basılıp basılmayacağını, yürütülen sinir harbinin kimin tarafından kazanılacağını onlar belirler.
Volkan'ın anasına küfredildi mi, bütün Türkiye ayağa kalkar, "Nasıl olur da milli kalecimizin anasına küfredilir?" diye feveran edilir.
Ama Ferrari'nin anasına küfredildi mi umrumuzda bile olmaz. Neden, öncelikle Ferrari İtalyan, anası da Gineli, o yüzden ana-avrat sövebiliriz.
Maçı izledim, Lugano'nun Ferrari'yi arkadan kafasını okşamasını, kolunu çimdiklemesini net biçimde gördüm.
Tabii Ferrari de akıllı olacak ve bu oyunlara gelmeyecek. Sinirlerine hakim olamıyorsan sahada kalamazsın. Ki daha 10 dakika önce yine sinirden Lugano'yu kündelemişsin ve hakem görmesine karşın verememiş.
Fenerbahçe'nin son yıllarda derbilerdeki net üstünlüğünün altında yürütülen sinir harbini çok başarılı geçmeleri yatıyor. Ya maç başında futbolcular birbirine giriyor ya da maçın ortasında birileri yumruklaşmaya başlıyor.
Hatırlayın Emre Aşık ile Lugano arasındaki olayı ve sonuçlarını.
Fenerbahçe'yi oyun dışında da alt etmek istiyorsanız, kesinlikle sinir harbinden başarılı geçmeniz gerekiyor. Yoksa zaten maça 1-0 yenik başlıyorsunuz.
Lugano hakkında hâlâ aynı şeyleri düşünüyorum. Çok büyük bir piç ama yetenekli bir futbolcu. Gerçi yeteneğinin yarısı o sinir harbinden kaynaklanıyor.
Şimdi buraya yazsam, Alex Beşiktaş 10 kişi kalana kadar sahada görünmedi bile, gücü ancak rakip eksildikten ve risk aldıktan sonra ortaya çıktı, çünkü gücü ancak bu kadar, Alex ile Guti'yi karşılaştırmak gerizekâlılıktır diye, Fenerbahçeli dostlar alınacak.
Her galibiyet bir biçimde örtülüyor. Her konuda dediğim gibi, "Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner"
Zaman mutlaka değişecek ve bu olaylar Fenerbahçe'nin başına gelecek. O zaman kimse ağlamayacak çünkü fil hafızam her daim hazırolda bekliyor.
Bak konu nereye sarktı. 'Ahlaksız' diye Keita'yı yolladık, Lugano kaç sezondur Fenerbahçe'de. Olmuyor böyle.
Neyse çok şey yazasım var ama yazmayacağım...
20 Şubat 2011 Pazar
Acaba onlara ne anlatırdı?
Erdoğan yakınları ile görüşür ve nasıl işkence gördüğünü anlatır;
"Bizi de dizimize kadar suyun içinde bıraktılar. 6 kişiyiz, bu kadar bir yer (uçağın röportaj yaptığımız küçük bölmesini işaret ederek) bir tane bank var. Üç kişi ancak sığabiliyor oraya. Bir müddet üç arkadaş oturuyor, sonra yer değiştiriyoruz. Biz oturuyoruz, onlar suyun içine giriyor. Onlar oturuyor biz suyun içine giriyoruz. Bu şekilde gece geçiyor. 'Tuvalete gideceğim' diyorsunuz. Tuvalete bile izin vermiyorlar!.. Gece geçtikten sonra, bizi yan odaya aldılar. Orada esrarkeşler filan var. Ama o oda sımsıcaktı. Soğuk, kış"
Başbakan Erdoğan hayvan hakları savunucuları ile görüşür ve hayvanlara karşı nasıl duyarlı olduğunu anlatır;
"Eskiden köpeklere dokunamazdım bile ama sonra oğlum bir köpek aldı. Şu anda çok iyi anlaşıyoruz."
Minik Not: Metin Özülkü'yü görünce "Ercan Saatçi'yi mi besliyor?" diye içimden geçirdim.
Başbakan Erdoğan edebiyatçılarla buluşu. Faili meçhul cinayetlere kurban giden yazarların isimlerini tek tek sayar ve şiiri ne çok sevdiğini anlatır.
"Yazar, bir toplumun şuurudur. Yazar, tüm sanatçılarımız gibi görülemeyeni gören, duyulamayanı duyandır. Söz uçar, yazı kalır. Bugün bizi hep birlikte biz yapan, o eşsiz sanat eserleridir."
Başbakan Erdoğan eski sporcularla ve spor adamlarıyla buluşur. Tabii ki futbolun ne kadar önemli olduğunu ve futbolculuk anılarını anlatır.
"Çok seviyordum futbolu. Fakat ilk dönemlerde babam futbol oynamama asla müsaade etmedi. Uzun bir süre futbolu babamdan gizli oynadım. Mesela top ayakkabılarımı hiç eve getirmezdim. Evimizin dışında kömürlüğümüz vardı. Babam görmesin diye kramponlarımı kömürlükte saklardım."
Başbakan Erdoğan, acaba bir gün fuhuş sektöründen birileri ile buluşsa, onlara ne anlatırdı?
Adı konulmamış sonu olmayan hikâyeler -3-
Orhan Abi’nin arkamda durmasını bile fark etmemişim. "Anlaşıldı, bugün sen çalışmayacaksın. Oğlum, haber ver bari, idare edelim."
"Yok be abi dalmışım."
"Nereye daldıysan çıkmak bilmedin. Üçüncü kez geliyorum yanına kadar, görmüyorsun bile."
"Kusura bakma Orhan Abi cümlesini tamamlamadan, sol eliyle omzumu okşadı.
"Olur, olur, Yürü kahveye inip, birer cigara tüttürelim."
"Bu kez affet, şu elimdeki haberi bitireyim, öğleden sonraya borcum olsun."
"İyi madem öyle olsun bakalım" dedi. Adanalı’ydı Orhan Abi, hep gurur duyarak anlatırdı. Yaklaşık 7 yıldır birlikte mesai veriyorduk.
Bilirdi, ne kadar derdim, sıkıntım varsa. Kendi anlatmazdı ama rakı masasına oturduk mu, karşısındakini tanısın tanımasın bülbül gibi öttürürdü. Hoş, ben hep bilinçli anlatırdım. Dertleştiğimde, rahatladığım birkaç kişiden biriydi. Hiçbir şey söylemese bile, bakışlarındaki içtenlik, bana iyi geliyordu.
İlhan Abi, bana doğru geliyordu, "Barış hadi çıkalım. Var mı işin?"
Aslında yoktu ama olsa bile ağzından dökülenler, "Hadi çıkalım" anlamına geliyordu.
"Yok İlhan Abi, sen tamamsan çıkalım."
Koridorda yürürken, "Nereye gidelim? Kafanda bir yer varsa söyle. Yoksa Sarıyer’e inelim, iki tek atıp, geri dönelim. Uyar mı sana?"
"Valla patron sensin. İki tek de olur, bir büyük de olur. Sana kalmış" dedim.
Kendimden tiksindim. Sanki yalakalık yapar gibi hissettim ama niyetim o değildi.
"Patron oymuş. Ulan senelerce gerçek patronun, onlar değil biz olduğunu savundun, şimdi söylediğin lafa bak" diye söylendim.
"Pekala o vakit Sarıyer’e inelim. Sen ön kapıya çık istersen, ben arabayı garajdan alayım."
Ağzımdan onun bile fark edebileceği isteksizlikte "Peki" kelimesi dökülüverdi. Bir sigara çıkarttım gömleğin cebinden. Hava alabildiğine soğumuştu. İliklerime kadar hissettim, üşüdüğümü. İlhan Abi siyah jipiyle köşeden kornaya bastı. Arabanın terse giremeyeceğini düşünmemiştim, bir an için. Hızlı hızlı yürümeye başladım. Kapının kolunu çekip, koltuğa oturduğumda yüzüme vuran sıcaklıktan rahatsız oldum.
"Abi ne yaptın sen ya? Cehennem olmuş içerisi, biraz kapatabilir misin?"
"Kapatırım tabii ama sen dışarıdan geldiğin için böyle güçlü hissettin, yolumuz uzun olsa ‘Abi biraz açabilir misin’ derdin." Ters yöne gitmemiz gerekiyordu, o yüzden yolu uzatıp, epeyce uzak bir mesafeden dönerek, şirketin oradan geçerken, ışıklara takıldık.
Polis otosu her zamanki gibi ışıklarda mevzilenmiş, bekliyordu.
"Yavşaklar, pusuya yatmış yine."
"Açtırma benim ağzımı abi. Küfür etmek istemiyorum."
"Ne kadar etsen az kalır. Yorma hiç kendini. İbnelerde ne gurur, ne haysiyet var. Doldurdular cemaatperverleri."
Benden yanıt bekliyordu oysa sustum, böylesi bir muhabbete girebilecek durumda değildim çünkü. Dün atıştıran kar, izlerini sadece kırmızı kiremitlerin üstünde ve kaldırım kenarlarında belli ediyordu. 'Ne konuşacağız acaba' diye düşünürken, geldiğimizi fark etmedim.
"Barış, dalgınsın. Hayrola?"
Ne diyecektim ki şimdi?
"Yok be İlhan Abi. Klasik hafta sonu yorgunluğu."
"Haa, iyi o zaman. Rakıyı içelim bir şeyin kalmaz." Gevrek gevrek sırıttı, yine sinirlendim.
Arabadan indik, anahtarları kapıda bekleyen görevliye verdi. Yürümeye başladık, o kısacık yol bitmek bilmeyen bir çileye dönüşmüştü.
"Nasılsınız İlhan Bey?" İçeriye girdiğimizde bizi karşılayan şefin sesiyle kendime geldim. ^
"Şöyle alayım sizi, deniz manzarası da gözünüze hitap etsin."
Sanki içerisi tıklım tıklım da, en iyi yeri bize ayarlamış havasından hoşlanmadım. Zaten bizden başka kimse yoktu. Oturduk.
Bir an önce bitsin, ne söyleyeceğini merak bile etmiyordum. Üstelik hiçbir fikrim bile yoktu.
Mezelerin içinde sıralandığı tepsiyle birlikte gençten bir çocuk geldi. "Ne yeriz Barış?" dedi fakat benden bir yanıt gelmeden sıralamaya başladı.
"Pilaki alalım, börülce, fava, acılı ezme, patlıcan salatası. Kavunumuz var mı?"
"Tabii İlhan Bey."
"Beyaz peynir de alalım. Barış, sen bir şey söylemedin."
"Enginar var mı?"
"Konserve enginarımız var. Arzu ederseniz getireyim."
Oldu bitti, sevmem konserve yiyecekleri. "Kalsın" dedim sadece.
İlhan Abi’nin gözü doymamış olacak ki, "Paçanga getir. Başka ara sıcak olarak ne getirirsin. Haa, senin şu mezgitten yapılan balık böreği vardı. Ondan da getir. Balıkları söyleriz."
"Hemen efendim" diyerek, uzaklaştı.
"Eeee, Barış, ‘Ne konuşacağız’ diye geçiyordur içinden şimdi."
Umrumda bile değildi. Bambaşka şeyler düşünüyordum. Yağmur’la gelmek isterdim buraya. Öğrencilik yıllarında elimize geçen üç kuruşla, Beyoğlu’nda en ucuz bira nerede, oraya damlardık. Bunun hayalini kurmuştuk hep. Para kazanacaktık ileride.
Öyle çok lüks yerleri istemezdik ama mükellef bir rakı masası da fena olmazdı hani.
Ne çok hayalimiz vardı. O gittikten sonra en kötüsü, hayallerimi rafa kaldırmak oldu. Ne bir hayalim, ne de hayata dair ümidim kalmıştı. Hayatı eskilerin deyimiyle insiyaki yaşamaya başlamıştım.
"Elbet anlatırsın, diye bekliyorum."
"Tahmin etmiştim merak ettiğini. Barış, biliyorsun İbrahim ayrılmayı düşünüyor. Burada ne kadar yol kat ettiğini, işini ne kadar iyi yaptığını gayet iyi biliyorum. Yönetimden Cemil Bey’le de konuştuk. Seni İbrahim’in yerine haber müdürlüğüne getirmek gibi bir fikrimiz var."
"Abi olmaz. Orhan Abi varken, bana düşmez. Eyvallah, teklif için ama olmaz."
Şaşırdı ilkin, "Oğlum dur, hemen celallenme. Bir düşün, taşın önce. Hem biz Orhan’ı değil, seni uygun gördük."
Uygun görmüşler, siktirin! Kimsiniz lan siz, neyin doğru olduğu hakkında fikir yürütüyorsunuz. Orhan Abi’den daha iyisini bulacaklardı sanki. Buradaki en tecrübeli gazeteci oydu. Ne İbrahim, ne ben, ne de bir başkası hak ediyordu.
"Bak abi; Orhan Abi’yle 7 yılım geçti. Üstümdeki emeğini yok saymam, birlikte çalışırken onun üstünde bir pozisyonda çalışmam mümkün değil. İnsan olarak da, benden daha sağlıklı ve mantıklı biri. Bence siz tekrar düşünün derim."
Suratındaki memnuniyetsizlik, sözlerine de yansıyordu, "Barış, Orhan yaş itibariyle internet haberciliği için çok uygun değil. Tamam, kabul ediyorum. İşini iyi yapıyor fakat bize daha enerjik, daha genç bir beyin lazım."
Beni tanımadığı, hakkımda doğru düzgün bir fikri olmadığı nasıl belliydi. Enerjik ve genç beyinmiş! Bir odadan, diğerine geçmeye üşenen ben, enerjik insan izlenimi vermiş insanlara.
"Çabuk karar verme, bir düşün etraflıca. Zaten İbrahim’in gitmesine 20 gün var. O zamana dek, iyice ölçüp biçip tartarsın. Kariyerin için önemli bir adım olacak. Hem maaşın da hatırı sayılır derecede artacak."
"Ben yanıtımı vermiş gibi oldum aslında. Yine de hatırını kırmayayım hafta sonu düşüneyim. Pazartesi günü sana cevap veririm."
Mezeler gelmişti, garson rakıları tam doldurmaya çalışırken, "Mümkünse rakımı kendim koymak istiyorum." Birilerinin benim için hizmet etmesi çok rahatsız ediciydi. Üstelik benim ne kadar rakı, ne kadar su koyacağımı nereden bilecek.
İlhan Abi dalmıştı şimdi. Denize doğru uzandı gözleri. Masanın üstüne bıraktığım sigara paketine uzandı ellerim. Dudaklarımın arasına aldığım sigarayı yakıverdim. Çok derin bir nefes çektim, ciğerlerime kadar yolladım dumanı. Söz vermiştim Yağmur’a, 'Bu mereti bırakacağım' diye. Olmadı, bırakamadım. Verdiğim hiçbir sözü tutamamıştım zaten.
Dalgalar, kaldırıma kadar çarpıp, daha kuvvetlice geri dönüyordu. Hava, gri mi giri, iç bunaltıcıydı. Nasıl da sıkıldım, bir an önce eve gitmek istiyordum, telefon çaldı..
"Alo!"
"Barış, oğlum nerelerdesin sen?"
"Kaan sen misin?"
"Yok ebenin amı! Lan oğlum sesimizi de mi unuttun?"
"Bakmadım numaraya, direkt tuşa bastım."
"Özrün kahabatinden beter. Sesimi unuttun mu diyorum? Herif bakmadım kimin aradığına diyor."
"Kaan, küfredemiyorum şimdi, bilahare görüştüğümüzde, en iyi dileklerimi sunacağım."
Patlattı kahkahayı, "Ben de onu diyecektim. Akşam var mı işin? Eğer yoksa üniversite tayfasıyla buluşacağız Nevizade’de. Senin yerine ‘Barış gelir’ dedim."
"Şu patavatsızlığından hiç kurtulamayacaksın. Rakıdayım şimdi. Akşam da içersem, üstümden kamyon geçmişe dönerim."
"İçersin, içersin. İtiraz yok, geliyorsun. Madam Eleni’nin yerindeyiz. 10 kişilik masa ayarladım."
"Kim var kim yok?"
"Bizim tayfa işte."
"Nihal de geliyor olmalı!"
"Oğlum manyak mısın 5 ay sonra evleniyoruz. Tabii ki gelecek. Hem ‘Barış mutlaka gelsin’ dedi."
Yıllarca Yağmur’un hatrına katlanmıştım, yetmiyormuş gibi şimde de Kaan’ın hatrı için katlanacaktım.
"Gelmesem, olmaz mı?"
Sert bir ifadeyle, "Olmaz! Akşam saat 9’da oradasın. Kapattım" dedi ve kapatıverdi.
İlhan Abi telefon konuşmasından anlamıştı, "Akşama da rakı var demek. Bugün benden sana izin. Bitirelim rakılarımızı, gidersin eve, dinlenirsin. Hem biraz şu teklifi düşünmek için fırsatın olur" dedi.
Geri çevirecek durumda değildim. İçimden çalışmak gelmiyordu, sabahtan itibaren.
"Teşekkür ederim. Dinlenmeye ihtiyacım vardı epeydir. Gitmek istemiyorum ama üniversite bittikten bazılarını görmedim bile. Bir yanım gitmek istiyor."
Kadehten bir yudum daha aldım. Tabağın ucunda duran çatalı elime alıp, bir parça patlıcan alıp, ağzıma attım. Yoğurdun tadı ekşi miydi ne? Daha yutar yutmaz midemde bir acıma hissettim.
"Barış, balık ne yeriz?" sesiyle İlhan Abi’yi döndüm, "Lüfer."
Eliyle, şefi çağırdı.
"Lüferimiz var mı?"
"Olmaz mı efendim. Nasıl alırsınız?"
Kızdım. Her şeye o kadar çok kızıyordum ki, kendime de kızdım.
"Izgara olsun benimkisi."
"Yılmaz, bana da aynısından ver o zaman. Bak salatayı unuttuk, şöyle rokası teresi bol bir salata yaptır bize ortaya. Seversin değil mi Barış?"
"Hı hı!"
Yılmaz uzaklaşırken İlhan Abi daha önce beyninde kurup, tasarladığı cümleyi döküverdi ortaya, "Barış, ‘istemiyorum’ dedin ama enikonu düşün, bu müdürlük meselesini. Senin kaygılarını da anlıyorum.
Orhan’la ne kadar yakın olduğunuzu, senelerdir birlikte çalıştığınızı, ona nasıl saygı duyduğunu filan. Hepsini biliyorum, bilmediğimi, bilmediğimizi sanma sakın. Ama senin yaşın itibariyle de, ileriye dönük bir adım atmanın zamanı geldi. Hem sen ‘Orhan Abi varken ben olamam’ diyorsun ama onun ne çok sevineceğini hiç tahmin etmiyor musun? Senden çok mutlu olacak."
Haklıydı, şimdi gidip Orhan Abi’ye anlatsam "Barışım, deli misin sen? Biz unumuzu eleyip, eleğimizi asmaya başladık. Zaten ben buradan çıkınca kardeşimin kitapçısına takılıyorum. Zamanım da yok. Bak kabul etmezsen hakkımı helal etmem" derdi.
Elimdeki rakı kadehiyle oynarken, yüzüne bile bakmadan cevapladım, "Yok, düşüneceğim ama kafamın içindekini soruyorsan, çok niyetli olduğumu söyleyemem."
"Ama düşünürken, sadece bugünü değil, bu meslekteki geleceğini de düşün. Bak İbrahim’i görüyorsun. Yalan yok, senin yarın kadar değil. Üstündeki haber müdürü etiketiyle gittiği yere bak şimdi."
'Etiketinizi sikeyim!'
Çok önemli sanki ya da çok önemsiyorum. Herkesi kendileri gibi görüp, ona gore değer biçmek, tam da size gore davranış. Kalabalığı buldu mu, "Adana Cezaevi'nde şöyle işkenceden geçtik, böyle baskılara karşı koyduk" diye mangalda kül bırakmaz. Şimdi altında siyah jipi, Ulus’taki milyon dolarlık evi, her ay oturtuğu yerden aldığı onbinlerce dolarlık maaşla bana akıl vermeye çalışıyor.
"Eyvallah abi, düşüneceğim merak etme."
Elinde koskoca bir tepsiyle yanımızda beliriverdi garson çocuk. Kayık tabaktaki balıkları büyük bir özenle önümüze koydu. Balıklar fırından yeni çıkmış olmalı ki, üstünden dumanları tütüyordu. Bir anlık da olsa içimi rahatlatmıştı, duyduğum koku.
"Teşekkür ederim."
"Rica ederim efendim."
"Of! Balıklar müthiş leziz görünüyor Barış. Soğutmadan yiyelim, yazık etmeyelim."
Nasıl yeneceğini bilmiyorum ya, bana öğretiyor aklı sıra. Çatalı bırakıp, elimle yemeye başladım. Annemin, "Balık ve tavuk elle yenir oğlum. İleride çatalla yemen gereken yerler olduğu için pek tabii öğreneceksin, nasıl yenmesi gerektiğini. Yine de samimi yerlerde ellerinle ye. Lezzetini daha iyi alırsın hem." sözünü hatırladım.
Samimi bir ortam değildi, hatta tavırlarım ve davranışlarım gayet soğuktu. Fakat çatalle balığın mundar olmasına izin veremezdim. İki elimin parmakları arasına aldığım balığı büyük bir iştahla yiyordum. Ne vakit böylesi tat almamıştım, yediğim, içtiğim şeylerden. Ağzıma büyük bir balık parçasını attıktan sonra tabaktaki soğanın üstüne biraz limon, biraz tuz ekleyerek ısırdım.
"Bakıyorum neşen yerine geldi Barış."
Hah! Ben balığı limon sıkmayarak, tadını kaçırmamıştım, İlhan Abi sağolsun, masanın tadını kaçırmayı başarmıştı. Cevap bile vermeden, yemeye devam ettim. Ellerim yağ içinde kalmıştı, neredeyse nefes bile almadan, balığın soğumasına fırsat vermeden bitiriverdim.
"Abi, izninle bir ellerimi yıkayıp geliyorum."
"Yiyeceksen bir tane daha söyleyelim."
"Bu kadarı bile fazla bana. Çok yedim, tıka basa doldum."
Yerimden kalkıp, restoranın diğer ucunda, daha girişte dikkat ettiğim tuvalete doğru yöneldim. Niye böyle küçücük yapılır, tuvaletlerdeki bu el yıkama yerleri hiç bilmem. Mimari açıdan bir açıklaması olmalı. Sıvı sabunun akmasını sağlayacak düğmeye 7-8 kez bastım. Ellerimden akmaya başlamıştı. Musluğu yukarı kaldırıp, suyun olanca gücüyle ellerime çarpmasını sağladım. Beğenmedim. Yeniden sabunladım, tekrar suya tuttum. Tamamdı bu kez.
Yüzüme de çarptım suyu, buz gibi su tüylerimi diken diken etti. Kağıt peçete koparttım çokça. Ellerimi iyice kuruladım. Masaya baktım, İlhan Abi telefonla konuşuyordu. Muhtemelen sevgilisi ile konuşuyor. Eşiyle konuşsa bu kadar yayılmaz suratı. Beni fark etmesiyle, telefonu kapatması bir oldu. Masaya oturdum.
"Tatlı yeriz değil mi? Bak buranın helvası enfes olur. Sonra uyarmadı deme."
"Tatlıya yerim kalmadı ama bir kahve içerim."
"Yılmaz, bir bakıversene bize."
"Buyurun İlhan Bey."
"Bize birer kahve. Sen helva da yap. Barış’a paket yap. Evde yesin. Söz ettim, nasıl güzel olduğundan. Yeri kalmamış ama evde yer."
"Sağol abi."
Kahvelerin gelmesini bekliyorduk. Bir an once eve gidip, uzanmak istiyordum. Kaan’ı arayıp, gelmeyeceğimi söylesem, kabul etmezdi. Bin tane küfür işit, sonra naz yapsın. Yok, akıl kârı değildi. İyisi mi, olabildiğince geç gidip, erken kalkmak olurdu.
Kahveler geldi, yanında nane likörü vardı. Ne severim. Küçüklüğümde evsahibimiz Agop Amca ile annesi Madam Teyze, annemden kaçıp, ne zaman onlara sığınsam, o minicik bardaklara koyup verirlerdi. Ne güzel insanlardı. Ne zaman nane likörü içsem ya da görsem aklıma ilk onlar düşerdi. Bayramlarda ilk onlara çıkardım, nane likörü ve çikolata için. Mendil arasında verdikleri yüklü harçlık da cabası.
Çok sonraları, Müslümanların bayramlarını neden kutladıklarını sorguladım hep. Sıcacık bir gülümseme yerleşti içime. Bir dikişte içtim likörü, ardından sanki su içermiş gibi kahveyi bitirdim.
"Hesabı alalım biz Yılmaz."
Abi, birlikte ödesek?
"Yok oğlum olmaz. Ben davet ettim. Ne hesabı?"
"Ne diyeyim, kesene bereket."
"Afiyet olsun. Hadi kalkalım o zaman. Seni şirkete götüreyim. Atla arabaya evine git. Akşam için enerji toplarsın, söylediklerimi de düşünürsün."
"Tamam düşüneceğim."
Yılmaz, deri kaplı bir defter arasında hesabı getirdi. İlhan Abi şöyle bir baktı, cebinden cüzdanını çıkarttı. İki tane 100’lük koyup, "Üstü kalsın Yılmaz" dedi. Yılmaz’ın memnuniyeti gözlerinden okunuyordu. Belli ki, gelen hesap ile İlhan Abi’nin verdiği hesap arasında epey fark vardı.
"Teşekkür ederim efendim. Yine bekleriz. Sizi de beyefendi."
Çıktık restorandan, kapının hemen önünde duran arabaya ilk binen İlhan Abi oldu. Bir süre duraksadıktan sonra atladım arabaya. Sessizdik ikimiz de. Şirketten çıktığımızdan beri konuşma isteklisi olmadığını fark edinde, suskunluğa razı olmak zorunda kaldı.
Her şeye karşın, kötü bir adam değildi, hatta iyi bile sayılabilirdi. Değişen insanları sevmediğimden, istediğim türden bir yakınlık kurmadım. Geldik bile, derin bir ‘oh’ çektim. Eve gidecek olmamın verdiği huzur vardı içimde.
Arabayı garaja bıraktı, birlikte yukarı çıktık. Orhan Abi gitmişti bile Kahve sözümü tutamadığım için üzüldüm. Kimseye bir şey söylemeden, çantamı aldım. İlhan Abi odasından bana bakıyordu, elimi havaya kaldırıp, selam mahiyetinde bir hareket yaptım. Kafasını eğdi, kendince onayladı.
Kaç saat olmuş kimbilir uyuyalı? Vücudumda hissettiğim ağırlık yanlızca yorgunlukla ilintili değil. Evet, kabul ediyorum iki yıldan bu yana hiç tatile çıkmamış olmamın payı yok değildi ancak bu bambaşka bir şeydi.
Omuzlarım ve boynum uyarı yolluyordu bana, hiçbirini umursamıyordum. Yanı başımdaki telefonun saatine baktım, 8’e geliyordu. Aslında çoktan çıkmam gerekirdi, hele ki cuma trafiğini düşününce. 'Tıraş olsam mı olmasam mı?', 'Üstüme ne giysem?', 'Arabayla mı yoksa dolmuşa atlayıp mı gitsem?' diye aklımdan bir dolu soru geçti.
Tıraş olmayı atladım, sanki büyük davete gidiyorum, 'Giyin işte her zamanki gibi.' Arabayı da bırakmak en akıllıcası. Alkolü çok yüklenirsem, arabayı oralarda bırakmak istemedim. Kot pantolonumu geçirdim üstüme, bir de kazak, tamamdı işte.
Evden çıkmam gerekiyordu, bense hâlâ oyalanıyordum. Çabucak giyinmeye başladım, aynaya baktım, gayet iyi görünüyordum. 35 yaşında bir adamdan çok, 25-26 yaşlarındaki bir genç gibiydim. Yağmur hep "Bodur tavuk her daim piliçtir" derdi. Bir biçimde tebessüm etmemi başırırdı. Bazen bir söz, bazen bir bakış, bazen de avuçlarının içindeki elleri…
Duvarda asılı anahtarları aldım, kapıyı çekip, kilitledim. Bu saatte işin gücün yoksa taksi ara. Yürümeye başladım, bir yandan boş taksi bakınıyordum. Hava kararmaya başlamıştı, taksilerin içinde birilerinin olup olmadığını sezemiyordum. Dolmuşların olduğu durağa kadar yürümek en akıllıca şeydi, zaten az bir mesafeydi.
Adımlarımı hızlandırdım, geç kalacaktım, tam istediğim gibi. Labirent gibi bir yol seçmişim, bir sağa, bir sola, tekrar sola döndüm, sonra yeniden sağa. Sarı dolmuşların önündeki kuyruk neredeyse sokağın başına kadar geliyordu. Cuma akşamı ya, herkes dışarı çıkmasa olmaz.
Ertesi gün anlatacak hikâyeleri olacak. Kimi sevgilisinin koluna sarılmış, kimi tek başına bekliyor. Dolmuşçuları idare eden kahyanın yanına gittim.
"Hani şu taksilerden yok mu?"
"Abim iki kişi bekliyorlar, bak hemen şu sokağın içinde bekliyor."
"Eyvallah, sağolasın."
Karşı sokağa girdim, taksi bekliyordu. Hemen ardımdan biri daha yürüyordu. İkimiz de aynı anda karşılıklı kapılardan bindik taksiye. Belli ki, Taksim’e kadar ortada oturmak istemiyordu benim gibi.
"Ne kadar?"
"6 TL, ablacığım."
"Neredeyse iki katıymış."
"Beklerdin ama en az yarım saat" diye sert bir ses tonuyla, hemen yanındaki koltukta outran kadına çıkışınca dayanamadım.
"Birader, ne zaman taksiye binsem, müşteri azarlıyorsunuz. Her önünüze geleni azarlama hakkını kimden alıyorsunuz?"
Suratı kızardı, beklemiyordu.
"Yok be güzel abim. Kötü anlamda söylemedim. Biz de bütün gün direksiyon sallıyoruz. Haliyle sinirlerimiz harap oluyor."
"İyi o zaman, demek bana öyle geldi."
Cüzdanımı çıkarttım cebimden. En büyük paraya baktım, 200 lira vardı. 'Bokunu çıkartmayayım bari' deyip, 100 lirayı uzattım. Tam piç tipli biriydi.
"Yok mu bozuğun be abi?"
Vardı ama bir kez sinir olmuştum, "Yok" dedim sertçe. Sesini çıkartmadı. Bozuk parası vardı, biliyordum. Neredeyse hepsi aynı şeyi yapıyordu.
Berbat bir şarkı çalıyordu radyoda. Kabanımın iç cebindeki müzik çaları çıkarttım, kulaklıkları taktım, çalan The Doors’tan The Crystal Ship’ti. O iğrenç şarkıdan sonra bir nevi rehabilitasyon olmuştu, zihnime. Tahmin ettiğim gibi Cuma trafiği, insanı canından bezdirmeye yetiyordu.
Ağır ağır ilerliyorduk, üstelik şoför, ara sokaklara dalıp, yolu kısaltıyordu. Sahil yoluna çıktık, balık tutanlara takıldı gözlerim. Üstünden ne çok geçmişti, balığa çıkmayalı. 'Mutlaka yapılmalı' listesine eklenen bir şey daha olmuştu. Yenikapı’ya kadar sorunsuz gelmiştik ama ard arda dizilmiş trafik lambaları yüzünden sürekli duruyorduk. Ağır ağır ilerleyerek, Unkapanı Köprüsü’ne gelmiştik. 'En iyisi Tepebaşı’nda inip, yürümek' diye düşündüm. Beklediğimden hızlı gelmiştik.
"Uygun bir yerde inebilir miyim?"
"Tabii ki!"
İçinden ana-avrat-sülale geçen kelimelerle bezenmiş, küfürleri yağdırdığını o kadar iyi biliyordum ki.
"Buyrun! Müsait yer."
Tepebaşı’na gelmeden merdivenlerin başında indim. Genelde yavaş tempoyla yürüyemezdim ama bu kez istemli bir biçimde hem adımlarımı kısalttım hem de ağırlaştırdım. Umarım, gereksiz konuların öznesi olmazdım akşam boyunca. Üstelik sulu, yılık muhabbetleri de çekemezdim. Kalabalık ara sokaklardan itibaren başlamıştı.
İnsanlar birbirine çarpa çarpa, kimse kimseye yol vermeden, karşıdan gelen var mı, yok mu düşünmeden yürüyordu. Böylesi anlarda, üzerime üzerime yüreyen birinin suratının ortasına patlatmayı, istemiştim hep. En azından biri için ders olurdu. Hoş, dayak yeme ihtimalim de vardı, fena olmazdı, sağlam bir dayak yemek. İkisi de aynı yola çıkıyor benim için.
Nevizade’ye yürürken, Yağmur’la İstiklal Caddesi’ni ne çok adımladığımızı, ne kadar vakit geçirdiğimizi düşündüm. Okuldan çıkıp, gelirdik. Bazı zamanlardaysa okula bile gitmeden, sabahtan akşama kadar sürterdik. Yağmur en çok karda yürümeyi severdi. Hele lapa lapa yağdığı zaman, tutmak mümkün değildi. Eldivenleri paylaşırdık, birini o takardı, diğeriniyse ben. Çıplak ellerimizi sıkıca kavuştururduk.
Hep solundan yürürdüm. En büyük takıntılarımdan biri bu. Birlikte yürüdüğüm insanların birinin bile solumda olmasına katlanamazdım. Yağmur yemyeşil gözlerini bana dikip, küçük bir kedi yavrusu bakarak, "Lütfennnn Barış, lütfen. Bir kez olsun ben oradan yürüyeyim" dediğinde, "Vallahi duvara çıkarım yine de solumdan yürümene izin vermem" yanıtını verirdim.
"Keşke yanımda olsaydın da, hep solumdan yürüseydin. Seni 5 dakikalığına görmek için ömrümün tamamını vermeye hazırım."
ADI KONULMAMIŞ SONU OLMAYAN HİKAYELER
ADI KONULMAMIŞ SONU OLMAYAN HİKAYELER -2-
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)