31 Mart 2011 Perşembe
'Ayaklarıma pranga vurabilirsiniz fakat inancıma vuramazsınız'
Türkiye'nin nasıl bir ülke haline getirildiğini görmek açısından şu "Dokunan yanar" PDF'sinin dağıtılması aslında gayet iyi olmuştur.
Şu ana kadar 79 sayfasını okudum. Bu ülkede, şu kitaptan ötürü insanlar gözaltına alınıyorsa, tutuklanıyorsa, haklarında terör örgütüne yardım ve yataklıktan dava açılabiliyorsa, 12 Eylül günü referandumda "Darbecilerle hesaplaşacağız" diyerek, insanların gözüne içine baka baka yalan söyleyenlerin kendi darbelerini yaptıklarını söylemek mümkün.
Herkesin bildiği, herkesin pek çok yerde okuduğu bilgileri bir elden toplayan Ahmet Şık'ın tutuklanmasının nedeni, konjonktürün seçime rastlamasından ötürü gibi. Çünkü pek çok kitaptan derleme yapmış, pek çok gazetede çıkan röportajdan alıntılar var. Eğer bu kitabın yayımlanmamış baskısı suç unsuruysa, daha önce yayımlanmış kitaplar ve gazetelerde çıkmış röportajlar da suç unsuru olmalı.
Biraz ortalarda dolandım, insanların tepkilerine baktım. Görüyorum ki, özellikle savcılığın inceleme başlattığı haberinin çıkmasının ardından, insanlarda bir korku peydah olmuş.
Oysa ne kadar komik, binlerce insan bu PDF'yi indirdi. Hangi savcılık binlerce insanı sorgulayabilir, hangi hapishaneye bu kadar insanı sığdırabilirler? Buna rağmen insanlar korkuyor. "Korku İmparatorluğu" denen olgu tam da bu işte.
Bu ülkede insanlar artık korkuyor. Polisin bir gece yarısı, bir sabah şafağında evini basacağı korkusu bütün coğrafyaya yayıldı. 3 yıldır süren bu dava sürecinden hiçbir sonuç çıkmasa da, birkaç nesil korkuyla yaşayacak.
İşte bunun adı darbedir. Darbeyi yapan ister omzu yıldızlı bir general olsun, isterse de kravatlı bir siyasetçi. Hiç mi hiç fark etmiyor. Çünkü insanların içine sinsi bir korku duygusu saldılar.
İnsanlar bir PDF belgesini okumaktan korkar hale gelmişse, bu ülkede özgürlük masallarının bir gerekçesi kalmamıştır.
Gerçi, bunu kafası çalışan, şu anki sistemden nemalanmayan, bu sistem sayesinde köşe dönmeyen, kariyer sahibi olmayan herkes gayet iyi biliyor.
Kitap basmanın, yayımlamanın, okumanın suç sayıldığı, inceleme başlatıldığı, yazanların hapishaneye tıkıldığı bir ülke yaratılıyor.
Adım adım ilerleyen bir sistem var. Geçmişteki sistemin kokuşmuşluğundan yararlanarak, yerine daha da kokuşmuş ve pis bir sistem inşa ediliyor. Bu kokuşmuşluğu da özgürlük'le allayıp pulluyorlar.
Evet özgürlük ama sadece itaat edenlere özgürlük. İtaat etmeyenler için koskoca bir korku duygusu ve hapisaneler var.
12 Eylül'den daha iğrenç bir dönemden geçiyor Türkiye. O günlerde tezgaha konulmuş ama sözümona o günleri lanetleyerek.
Frigyalı bir köle olarak doğan Epiktetos'un dediği gibi, "Ayaklarıma pranga vurabilirsiniz, fakat inancıma vuramazsınız. Zeus bile beni mağlup edemez."
Korkmayın, korktukça daha içinden çıkılmaz halde saldıracaklar...
Alın size Ahmet Şık'ın kitabı
AHMET ŞIK'IN KİTABI
Hayat hiçbir şeyden korkmamaktır...
Link sanırım kaldırıldı ama herkesin eline geçmiştir. Polisler şimdi, tüm IP adreslerini takibe alıp bütün Türkiye'yi "silahlı terör örgütü Ergenekon"a yardımdan gözaltına alabilir....
Şu an üstteki link çalışıyor
Hayat hiçbir şeyden korkmamaktır...
Link sanırım kaldırıldı ama herkesin eline geçmiştir. Polisler şimdi, tüm IP adreslerini takibe alıp bütün Türkiye'yi "silahlı terör örgütü Ergenekon"a yardımdan gözaltına alabilir....
Şu an üstteki link çalışıyor
Kolon-kiriş ne varsa girsin
Galatasaray'dan nefret ediyorlar. Çünkü Galatasaray her ne olursa olsun bu ülkenin Batı'ya açılan penceresi.
Defalarca kendi ağızlarından sevmediklerini ve sevilmediklerini itiraf ettiler.
Tüm bunlara, stat açılışında protestolar eklenince, Galatasaray'a dünyayı zindan etmeye çalışıyorlar, ellerindeki güçle.
"Bunların babaları belli değil" diye orospu çocuğu yaftasını yiyen biziz, "Kahpe, şerefsiz" diye aşağılanan biziz, "Sefiller, kuş beyinliler, nankör" diye her türden laf yapıştırılan biziz.
Şimdi stat sözleşmesi için binbir takla atıyorlar.
Şu kulüpte çıkıp bir tane adam, üslubuyla "Alın stadınızı götünüze sokun" diyemiyor, yazıklar olsun.
Stadın, şatafatın, peşinde olmadığımızı anlayamadılar hâlâ. Nasıl herkes önlerinde ceket ilikleyip, biat ediyorsa Galatasaray'ı da öyle diz çöktürmeye çalışıyorlar.
Ama adamlar da haklı. Kendilerine "orospu çocuğu" denilen birtakım adamlar çıkıp "Biz de ayıp ettik, misafire böyle yapılmaz" diye bildiriler yazdılar. O bildirinin anlamı "Evet biz orospu çocuğuyuz, kusura bakmayın. Evsahibiyiz götümüzü sikseniz sesimizi çıkartmamamız lazım"dı.
Taraftarın bu kadar götü başı oynarsa, o kadar lafı gayet güzel, rahat rahat içine sindirirse; karşındaki adam da alabildiğine sıkıştırır seni köşeye.
Devlet Bakanı Faruk Nafiz Özak çıkmış, "Galatasaray stadın açılışında bizi kimlerin protesto ettiğini bıraksın, sahaya rakı şişesi atanı bulsun" diye buyurmuş.
Salonlarda, statlarda protestocu avına çıkan sizsiniz. Ayrıca sen Trabzonspor başkanlığı yaparken, yüzlerce koltuğu söküp sahaya atanları buldun mu da, şimdi akıl veriyorsun. Kelin merhemi olsa, önce kendine sürer, tam o hesap bu da.
Sağa-sola dilleri kururcasına yalayan bildiriler yazanlar, siz de bu yola devam edin. Belki akanlardan size de damlar...
30 Mart 2011 Çarşamba
Kabile reisi oldu sana dost ve kardeş
Yıl 2007 Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, canlı yayında Barzani'yi kast ederek, "Bizim muhatabımız oradaki Kürt liderler değildir. Ben Merkezi Hükümetin Cumhurbaşkanıyla da Başbakanıyla da görüştüm. Bunun dışındaki bir kabile reisi ile görüşemem" der.
Aradan 4 yıl geçer, Başbakan Erdoğan Kuzey Irak'ı ziyaret eder ve Erbil Başkonsolosluğu açılışı sırasında "Değerli dostum ve kardeşim Sayın Başkan Barzani’ye, Mak-Yol Cengiz ortaklığına, mimarından mühendisinden işçisine herkese teşekkür ediyorum" diyerek, birlikte kurdele keser.
Siyaset tükürdüğünü yalama sanatıdır. Adamı kabile reisi ile aynı masaya oturturlar, üstüne "Kardeşim-dostum" dedirtirler.
İçi boş delikanlılık da bir yere kadar!
Demek ki neymiş? Boş yere efelenmeyecekmişsin, koftiden açıklama yapmayacakmışsın, haybeye delikanlılık yapmayacaksın.
İmitasyon Emre
Ülkede mesaj vermek isteyen futbolcu, ya kolunu kaldırır "Bu da size girsin" diye hareket çeker ya da "İbne basın bunu da yazın" anlamını taşıyan el hareketi yapar.
Futbolcunun işi sahada futbol oynamaktır. Kiminle gezmiş, kiminle tozmuş ne beni ilgilendirir ne de başkasını ama basını ilgilendirir çünkü bu denli kitlelerin hayranlığını kazanmış, konuşulan isimler haber değeri taşır.
Arda'yı akşam görünce herkeste olduğu gibi Emre Belözoğlu aklıma geldi. Benzer bir kariyere sahip olacağını düşünüyorum.
Yeteneklerini kimse tartışmıyor tartışanın hem zekâsından hem de futbol bilgisinden şüphe ederim. Berbat bir sakatlık geçirdi, o yüzden uzun süre oynayamadı. Doğal olarak Arda'nın futbolculuğundan çok özel hayatı tartışılmaya başlandı.
Eyvallah, bu adamlar da etten ve kemikten. Sinirleniyorlar, kızıyorlar, tepki gösteriyorlar. Yapmalılar da zaten doğal olan bu.
Ama Arda kusura bakmasın eline, koluna sahip çıkacak. Yarın işler ters gittiğinde o el-kol hareketlerini adama tersten yedirirler. O yüzden biraz akıllı olmak lazım.
Arda önce medyayla ilişkilerini doğru düzgün bir hale getirecek. "Sen aslansın", "Böyle yetenek görülmedi" denirken, herkesle oturup konuşacaksın, muhabbet edeceksin, rüzgâr tersten esince el kol hareketi yapacaksın. Yemezler...
Arda'ya yapılan en büyük hata, gereğinden fazla değer verilmesidir. Hoş, bu Türkiye'de benzer tavır gösterilen herkeste görülen bir refleks.
Arda bir an önce çekip gitsin buradan. Çok fazla hata yaptı, gereğinden çok gereksiz konuşma yaptı ama hiçbiri Yılmaz Vural'a söylediği "Sen herkesi kurtarıyorsun hocam. Nasılsa çalıştığın hiçbir takımı küme düşürmedin. Bizi de kurtarırsın artık yap bir kıyak" şu cümle kadar boktan değildi.
Galatasaray kaptanlığı yapan bir adamın, takımın kötü gidişinden hiçbir biçimde yüksünmeyip, taşak geçmesi, medya malzemezi olması hoş değil. Cüneyt Tanman'ın, Bülent Korkmaz'ın, Tugay Kerimoğlu'nun ya da o pazubandı koluna takan bir başka adamın böylesi aşağılık bir biçimde medya kepazeliğine soyunup, içinde bulunulan durumdan kendini soyutladığını hatırlamıyorum.
Arda'nın çok sevdiği abisi Emre'ye benzer bir kariyeri olur mu olmaz mı bilemiyorum. Bildiğim tek şey var o da; kaptanlık bandını layıkıyla taşıyamadığıdır.
O bant koluna verildiğinden beri, 66 numaralı çocuğu bütün Galatasaraylılar özlüyor. Kimsenin imitasyon Emre Belözoğlu'na ihtiyacı yok. Bir tanesi yeter de artar bile.
Son olarak, Milli Takım'da nasıl oynadığı beni zerre kadar ilgilendirmiyor. Ben Galatasaraylı'yım. Çıkacak sarı-kırmızı forma altında oynayacak o futbolu. Oynamayacaksa da, ister sarının yanına başka renk koyar çekip gider, isterse de Avrupa'ya yol alır. Kendi keyfi bilir.
Arda sağa sola mesaj vermeye çalışacağına, biraz kendini geliştirmeye baksın. Paranın her şey olmadığını anlamak bu kadar zor olmamalı.
Ölmediler, güneşe gömüldüler
Yüreğimizin derinliklerine kök salmış bir çınardır kavgamız,
ummana ulaşmak için coşkunca yatağına sığmadan akan ırmaktır sevdamız,
Deniz'in, Yusuf'un, Hüseyin'in bileklerine kelepçe düşmüş,
Mahir'in o dağ yüreğine tarifi imkansız sızılar,
bağrına saplanan hançerdir.
Boyunlarımıza yağlanan urgan,
ölüme sayılan günler özgürlüğe sayılsın diye düştü yola Mahir
ve bastı tetiğe...
Mahir Çayan
Hüdai Arıkan
Cihan Alptekin
Ömer Ayna
Ertan Saruhan
Saffet Alp
Sinan Kazım Özüdoğru
Sabahattin Kurt
Ahmet Atasoy
Nihat Yılmaz.
BİLMEYENLER OKUSUN
Kızıldere Katliamı, Türkiye devrimci sosyalist hareketinin tarihinde bir dönüm noktası. 12 Mart muhtırası sonrasında devlet şiddeti artarken, Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi (THKP-C) ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) militanı 11 kişi Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın idamını engellemeye çalışırken Tokat'ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde kıstırıldılar. Aşağıda o günlerin hikayesi...
İstanbul'da Ulaş Bardakçı'nın öldürülmesi ve Ziya Yılmaz'ın ağır yaralı olarak yakalanması, Orhan Savaşçı ve arkadaşlarının tutuklanması, ardından Koray Doğan'ın öldürülmesi ve Oğuzhan Müftüoğlu'nun da tutuklanması üzerine, tasarlanan birkaç umutsuzca çıkışın ve Ankara'da ya da başka bir büyük kentte barınma olanağının olmadığının görülmesi üzerine asıl örgütlenmeden geriye kalan iki kişi Mahir Çayan ve Ertuğrul Kürkçü, THKO üyeleri Cihan Alptekin ve Ömer Ayna ile birlikte, THKP-C'nin Doğu Karadeniz'deki kitle çalışmalarından edindiği ilişkiler alanına geçmek üzere yollarda yapılan sıkı aramalardan kurtulabilmek için makarna yüklü bir kamyonun yükleri arasına gizlenerek Fatsa'nın Yapraklı köyünde Ahmet Atasoy'un bir akrabasının evine yerleştirildiler.
Cezaevinden kaçıştan başlayarak yapılması mümkün ve gerekli ilk girişimin Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın idamlarının önlenmesi olduğu düşüncesinin aralarında sürekli olarak güçlendiği topluluğun eline Fatsa'ya yerleştikten sonra Ankara ve İstanbul'da sahip olmadıkları kadar elverişli bir imkan geçti: Varlığı daha önceden bilinen ve belirlenmiş olan NATO dinleme üssünde görevli İngiliz personeli.
Kısa bir durum muhasebesinin ardından CHP'nin üç THKO'lunun idam cezalarının yerine getirilmesine ilişkin TBMM kararına Anayasa Mahkemesi'nde yaptığı itirazın sonucunun beklenmesi ve idamları önleyecek başka hiçbir yasal yol kalmadığında İngiliz görevlilerin rehin alınarak idamların yerine getirilmesinin engellenmesine karar verildi.
Ancak, bu kararın yerine getirilebilmesi için gerekli bilgi, araç, barınma olanakları ve ilişkiler, kısacası yerel örgütlenme, ancak seyrek bir sempatizanlar çevresinin gevşek örgütlenmeleri içinde vardı.
Beri yandan bürokrasi içindeki mücadele, 12 Mart sonrasında devletin korunabilmiş kimi yasallıklarının askeri diktatörlüğü kalıcılaştırma yanlısı güçler tarafından sürekli olarak aşındırılması biçiminde sürüyordu. Bir yandan Anayasa Mahkemesi'nde davaya bakılırken öte yandan Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı infazlar için darağaçlarının hazırlanmakta olduğuna ilişkin bildiriler yayınlayarak Anayasa Mahkemesi'ni baskı altında tutmaya çalışıyordu. Devletin kurumları arasında idama mahkum üç devrimcinin hayatları üzerinde süren bu mücadelenin doğurduğu gerilimli ve belirsiz atmosfer içinde, henüz hazırlıkların tamamlanmadığı bir sırada grubun büyük kentle olan son bağlantısı da koptu.
Artık yerlerinin devlet güçlerinin bilgisi içine girip girmediğinden hiçbir zaman emin olmayarak, arkadaşlarının idamlarını engelleyemeden yakalanmak ya da her türlü riski göze alarak harekete geçmek kararıyla, 25 Mart 1972 gecesi saat 19.30'da Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ertuğrul Kürkçü, Hüdai Arıkan ve Ertan Saruhan ellerinde kendilerine ait herhangi bir araçları olmaksızın yöredeki bir tanıdıklarının aracıyla Ünye'de İngiliz teknisyenlerin kaldığı apartmana keşif yapmaya gittiler.
Evin önünde İngiliz görevlilere ait aracın durmakta olduğunu görünce, o gece İngilizleri kaçırmayı düşündülerse de çevrenin kalabalıklığından ötürü bundan vazgeçtiler. Geceyi Ünye'deki bir tanıdıklarının evinde geçirdiler.
26 Mart 1972 sabaha karşı devlet güçleri, kalabalık komando birliği, özel görevliler ve polis birlikleri ile Ankara'da elde ettikleri bilgileri değerlendirerek Ünye'deki bağlantı noktalarını ele geçirmek ve ardından aranmakta olan THKP-C ve THKO üyelerini yakalamak üzere Fatsa'yı abluka altına aldılar.
Daha sonra 1979'da Fatsa Belediye Başkanı olan terzi Fikri Sönmez ve çırağını gözaltına alan devlet güçlerinin kendi yerlerini öğrenmek üzere onları işkence altında sorgulamakta olduğunu öğrenen grup iki seçenekle karşı karşıya kaldı; ya İngiliz görevlileri de yanlarına alarak Ünye'den ayrılacak ve arkadaşları Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Saffet Alp ve Ömer Ayna'nın bulunduğu Kızıldere köyüne ulaşacaklardı ya da etkili herhangi bir eylemde bulunma olasılığı bulunmayan bu köye kendi başlarına gitmenin yolunu bulacaklardı.
Aralarında yaptıkları tartışmada birinci seçeneğin uygulanması kararlaştırıldı. İngiliz görevlilerin araçları kaldıkları konutun önündeyse onları kaçıracak ve birlikte gideceklerdi. Değilse, yakalanmadan önceki son şansı kullanarak zorunlu olarak Ünye'den ayrılacaklardı. Yapılan keşifte İngilizlerin arabasının yerinde durduğu belirlendi ve eylem gerçekleştirildi. Üç İngiliz görevli alındı.
Geride kalanlar bağlanarak hareket edemez hale getirildi ve Mahir Cayan, Cihan Alptekin, Ertuğrul Kürkçü, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy ve Nihat Yılmaz, Kızıldere köyüne doğru İngilizlerin aracıyla yola çıktılar. Kızıldere köyüne tırmanan toprak yolun başında Ertan Saruhan ve Nihat Yılmaz'dan ayrılan grup, rehinelerle birlikte arkadaşlarıyla birleşmeye giderlerken Ertan Saruhan ve Nihat Yılmaz da aracı uygun bulacakları uzak bir yerde terkederek Ankara ya da İstanbul'a gitmekle görevlendirildiler.
EKMEK ALIRKEN...
Soğuk ve rüzgarlı bir havada yokuş yukarı tırmanarak ancak gün ağarırken köy civarındaki ağıllara ulaşabilen grup, görünmemek için ağıllarda saklandı. 27 Mart 1972 gecesi yanlarında rehineleriyle birlikte, arkadaşlarının da kalmakta olduğu Kızıldere köyü muhtarının evine ulaştılar.
27 Mart 1972 sabahı İngiliz görevlilerin evine gelen hizmetlinin durumu polise bildirmesi üzerine, bütün bölgede topçu keşif uçakları ve helikopterlerle keşif uçuşlarına başlayan askeri birlikler aramalarını sürdürürken Kızıldere köyüne ilk giden grubun bağlantılarını kuranların ele geçmesi ve Niksar'daki bağlantı unsurunu açıklaması üzerine bu kişi 29 Mart 1972 günü yakalandı ve çok geçmeden güvenlik güçlerine muhtarın evini değilse de köy civarını tarif etti.
Bu arada topçu keşif uçakları kar üzerinde Kızıldere köyüne çıkan yolun başında İngilizlerin aracının tekerlek izlerini tesbit ettiler. Nihayet aynı gün Niksar ilçesi girişinde Ertan Saruhan ve Nihat Yılmaz'ın bıraktıkları araba bulunduğu gibi, İstanbul ya da Ankara'ya gitmek yerine geriye Kızıldere'ye dönmeyi daha güvenlikli bulan Ertan Saruhan ve Nihat Yılmaz dönüş yolu üzerinde çevre köylerden ekmek alırlarken kuşku uyandırdılar.
Bütün belirtilerin Kızıldere köyü dolayını işaret etmesi üzerine 30 Mart 1972 sabah 05.00'de bilgi edinmek için köy muhtarının evine gelen jandarmalara muhtar önceden hazırladığı ihbar mektubunu vererek arananların evinde kaldığını bildirdi.
Evin ve köyün sarılması üzerine evde sıkışıp kalan THKP-C üyeleri Mahir Çayan, Ertuğrul Kürkçü, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz ve Ahmet Atasoy ile THKO üyeleri Cihan Alptekin ve Ömer Ayna teslim olmamayı, taleplerine olumlu karşılık verilmez ve üzerlerine ateş açılırsa İngiliz rehineleri, bıraktıkları ültimatomda belirtildiği biçimde öldürerek sonuna kadar çarpışmayı kararlaştırdılar.
Evin giriş ve çıkışlarını hububat ve un çuvalları, dolap, yastık ve yataklarla tahkim ederek, evin çatısında delikler açarak çevreyi gözetlemeye başladılar. "Teslim ol" çağrılarını reddettiler. Öğleden sonra saat 14.00 sularında İngilizlerin kendilerine çatıdan gösterilmesi ve kendileriyle konuşturulmasını isteyen çevreyi kuşatmış binlerce asker ve polisten oluşan birliklere İngilizleri gösterip konuşturdular.
Kısa bir süre sonra içlerinden birinin çatıya çıkması ve görüşme yapılması isteğine uyarak çatıya çıkan Ertuğrul Kürkçü, Mahir Çayan, Cihan Alptekin ve Saffet Alp görüşmek üzere beklerlerken, ansızın üzerlerine önce tek tek, daha sonra çevredeki makinalı tüfek yuvalarından yaylım ateşi açıldı. Bu ateşin kimin emriyle açıldığı ve neyi amaçlamış olduğu bugün de açıklığa kavuşmuş değildir. Teknisyenleri ve devrimcilerin tümünü uzun bir kuşatmadan sonra sağ olarak yakalamanın askeri olarak mümkün olduğunu konuyla ilgilenen hemen hemen her uzman belirtmiştir.
Ancak amacın birarada kıstırılmış geniş bir önderliğin bir an öce temizlenmesi olduğu tahmin edilebilir. Kendilerini çatıdaki delikten eve atmayı başarabilen üç kişiden geride kalan Mahir Çayan başından yediği kurşunla öldü. Ardından daha önce alman karar uyarınca İngilizler öldürüldü.
Kerpiçten yapılma evde kendi silahlarının atış menzili dışında kalan güvenlik kuvvetlerinin atışlarına karşı koyamayan, buna karşılık siper aldıkları duvarları delen makinalı tüfek mermileriyle isabet alan devrimcilerden Ömer Ayna gözünden vuruldu. Cihan Alptekin karnından yaralandı. Bir süre sonra ateş kesilip çağrılar yapıldıysa da kendilerini fiilen kurşuna dizmiş olan güçlerle görüşme yapmayı reddeden devrimciler evin sahanlığında toplandılar.
Eve yapılacak yeni saldırıyı topluca karşılamak üzere el bombalarını hazırlayarak beklemeye başladılar. Ancak doğrudan değil, uzaktan tüfek bombaları ve roketatarlarla yapılan yeni saldırıda, topluca bulunulan sahanlığın bir bölümü isabet aldı. Bu isabetle tahrip olan bölümde el bombası taşıyanlardan birinin pimi çekilmiş bombası elinden fırlayınca ötekilerin de ortasında patlayan bomba bir dizi patlamaya yol açtı.
Evin arkasından sahanlığa girilen ikinci girişi tutmakta olan Ertuğrul Kürkçü dışındakilerin önemli bir bölümü ölürken Ertuğrul Kürkçü evin bitişiğindeki samanlığa geçerek saklandı. Evden gelen silah atışlarının kesilmesi üzerine tarama atışları yaparak eve girenler can çekişmekte olan Saffet Alp'i kurşuna dizdiler. Evdekilerin tam sayısını bilmemeleri ve muhtar Emrullah Arslan'ın verdiği sayıyla ölülerin sayısının uyması üzerine hava kararırken cesetleri de alarak köyden ayrıldılar. Ertuğrul Kürkçü saklandığı yerden çıkamadı.
Ertesi gün ölülerini almak üzere gelen yakınlarının teşhisleri sırasında Ertuğrul Kürkçü'nün babasının ölenler arasında oğlunun bulunmadığını söylemesi üzerine yeniden yapılan arama sırasında Ertuğrul Kürkçü de yakalandı.
Türkiye sosyalist ve devrimci hareketinin tarihinde "Kızıldere Katliamı" olarak bilinen olay, gerçekleşmesi ve gelişmesi sürecinde Türkiye'de ve Türkiye dışında büyük tepkilere yol açtı. Ancak yapılan bütün yanlış bilgilendirme, saptırma ve spekülasyonlara karşın devletin bu "katliam"ı savunması ve meşrulaştırabilmesi mümkün olmadı. Halkın vicdanı Kızıldere'de öldürülenlerin yanında yer aldı.
Ancak, devletin özgül amaçları bakımından "Kızıldere Katliamı" hedeflerine ulaştı. Öncelikle THKP-C'nin önderliğine vurulan ağır darbe, yalnızca bu örgütün değil, sosyalist hareketin 1968'lilerin içinden çıkan önemli bir grup önderinin yokolmasına yol açarken özellikle THKP-C'nin atomize olmasına ve örgütsel olarak dağılmasına neden oldu. Sürekli ve güvenilir bir önderlik yoksunluğu sosyalist hareketin "devrimci" kanadında sonraki on yıl boyunca da esaslı olarak giderilemeyen bir önderlik bunalımına yol açtı.
Kaynak: Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi
28 Mart 2011 Pazartesi
"Allah'la ortağım, Muhammed'in yancısıyım"
Jet-Pa'nın patronu Akgündüz 2000’li yılların hemen başında mağdurların şirketten ayrılmaması için kendi el yazısıyla Cenevre’de kaleme aldığı dört sayfalık yazıda, "Ben, Allahü Teala’nın ortağımız olduğuna inanmasaydım, bu mücadeleyi çoktan bırakmış olurdum" diye yazmış.
Deniz Feneri'nde 150 milyon Euro hortumlandı. Almanya'da medya, davayı ve gelişmeleri "Yüzyılın en büyük hortumculuğu" diye duyurdu. Orada ne yapıldı? Dünyadaki Müslüman kardeşlerimize yardım edeceğiz diye gurbetçi diye tabir edilen (Outlaw banko kıl olacak) insanları söğüşlediler. Hadisenin ekseninde yine din var.
Refah Partisi iktidarı döneminde Bosna'ya yardım paraları adı altında, Kadir Topbaş'ın ortağı olan Süleyman Mercümek üstünden cukka yapılan yardımlar vardı. Ki bildiğiniz kayıp trilyon davasıdır. Cumhurbaşkanı Gül'ün yargılandığı, "Her sakallının hesabını biz veremeyiz" diyerek işin içinden sıyrılmaya çalıştığı hadise.
Bu Din-İman-Müslüman üçgeninde sağlam para götürülüyor. Artık iş "Allah'la ortağım, Muhammed'in yancısıyım" noktasına kadar gelmiş.
Benim aklıma pek çok şey geliyor bu hortum hadiselerinde. Dernekler dünyanın birtakım ülkelerinde (kanuni ve hukuki boşlukları bulunan ülkeler) en şahane kara para aklama yöntemidir.
Misal X denen şahıs, Afganistan'dan birkaç ton uyuşturucu getirecek ve bunu da pazarlayacak. Ama herifin hesap bu paralarla inanılmaz derecede şişecek. Eh, peki ne yapacak bu şişik hesabı? Siktiri boktan bir vakıf ya da dernek kur ve bağış olarak göster hepsini. Sonra üçüncü bir şahıs üstünden parayı misler gibi akla.
Din tabii en kolay, söğüş yöntemi oluyor. Herifler aşmış, Allah'la ortaklığa kadar götürmüş bu işleri.
İlginç olansa, bu adamların hepsinin dışarıda elini kolunu sallaya sallaya dolanması. Birileri ülkeye hortum salmış, ne var ne yok vantuz gibi çekiyor. Bunların bir tanesini bile tartışmıyoruz.
Bir bakıyoruz, gazeteciler içeride.
Bir bakıyoruz, Hizbullahçılar dışarıda.
Bir bakıyoruz, arkadan değdiriyorlar bize.
Bir bakıyoruz, hoppp içimize kadar girivermiş.
Dünyanın en büyük illüzyonisti Tanrı. Ve onun adıyla da her kapı açılıyor.
Niye?
Cumhurbaşkanından sufle çalayım ama bir değişiklikle;
"Her salağın hesabını ben veremem."
Not: Dur bakalım bu ifadeye kaç kişi saldıracak...
Türkiye'ye rezil olduktan sonra yapılacaklar listesi
1- Başbakan Erdoğan'ın eli eteği öpülecek. Eğer Başbakan kendisini affetmezse, okyanus ötesi bir gezintiye çıkıp, 'özür' daha büyük bir yerden dilenecek.
2- Stat açılışındaki provokatörler, halen bulunmadı. Bu kadar boş vakit varken, önce Emniyet Genel Müdürü sonra İstanbul Emniyet Müdürü'ne gidilip, kamera görüntülerinden tespit edilecekler ve 'yıldızlı pekiyi' alınacak.
3- Senelerce beleş bilet verip beslenen TırtAslanlarla ortak hareket edilecek. Onları beslemeye devam edip, yeni gelen yönetime ortalık dar edilecek. Böylece onlardan sonra göreve gelmenin zemini hazırlanacak.
4- Adnan'ımı (Sezgin) çok kırdım. Kendisiyle uzun bir tatile çıkıp, başbaşa şarap içilecek. Tatil sırasında, Galatasaray'a ileride yeniden başkan olunduğu taktirde, yol haritası hazırlanacak.
5- Beyazlayan saçlar için bakım uygulanacak. Gerekirse saçlara boya seçeneği masaya yatırılacak.
İşin geyiği bir yana, iktidar hırsının ne menem bir şey olduğunu Adnan Polat da bir kez daha görmüş olduk. Bir camiaya rezil olmanın yanı sıra, koskoca Türkiye'ye rezil etti kendisini.
İnsanları okuyorum, dinliyorum ve halen Adnan Polat'ın başarılı olduğunu söyleyenleri görüyorum. "Neden aptal bir halkız?" burada bile ortaya çıkıyor.
Futbolda başarısız olmuş da, mali tablo iyiymiş! E be yavrum sen malsan, ben ne yapayım? Açın borç hanesine bakın, eğer matematikten zerre anlıyorsanız, durumun hiç iç açıcı olmadığını anlarsınız.
Yiğit Şardan mı? İşte Adnan Polat'ı gerçek anlamda yiyen adamdır. Büyük bir sahtekâr, kulüp sayesinde büyük paralar kazandı ve Adnan Polat'ı ipe son anda asan adam oldu.
İt beslediği için seveni çoktur, bense Adnan Sezgin'i bile daha çok seviyorum...
Herkesi harcamanın bir bedeli vardır. O bedeli dün ödedi Adnan Polat.
Şimdi gidip Egemen Bağış, Tayyip Erdoğan, TOKİ Başkanı ve bilimum Galatasaray'a ağzına geleni söyleyen geçici güç sahiplerinin ellerini eteklerini öpebilir. Çünkü Galatasaray Başkanı sıfatını taşımıyor artık.
Haydi eyvallah Adnan.
Hoşşt! Radyasyon
Recep Tayyip Erdoğan: Riski var mı, tabii var. Patlayabilir. Şimdi patlayabilir diye geçenlerde söyledim, tabii bu malum şahıs ve şahıslar tarafından eleştiri aldık. Şimdi riski var patlayabilir, diye biz tüpgaz kullanmayacak mıyız?
Riski var diye arabaya binmeyecek miyiz? Riski var diye İstanbul'un Boğaz Köprüsü'nün üzerinden geçmeyecek miyiz? Olur ya halatlar kopabilir, geçmeyecek miyiz? Deprem esnasında kopabilir. Geçmeyecek miyiz?
İşte bu zihniyete sorarsanız geçmeyeceksiniz. Boğaz'ın altından tüp geçit yapıyoruz, raylı sistem kuruyoruz oradan geçmeyeceğiz? Riski var, havasız kalabilirsin.
Bu anlayış hiçbir zaman aklın, bilginin, deneyimin tecrübenin ortaya koyduğu eserlere yönelik başında hep olumsuzdur, 'no' tuşuna basarlar, bittikten sonra 'yes' tuşuna basarak geçerler, bunların yapısı bu. Nükleer enerjiye karşı çıkanlar, radyasyon riski olduğu için acaba bilgisayar kullanmıyor mu, televizyon seyretmiyor mu?
Ülkenin başbakanının radyasyona bakış açısı budur. "Bilgisayarda, televizyonda da var."
Tabii bunları konuşurken, bir bakıyoruz, kendisi kimyasal saldırılara karşı korunan ilk başbakan oluyor. Koruma zincirinin yeni halkası olarak, bir konteyner ekleniyor.
Eeee, ne oldu peki? Hani radyasyon bilgisayarda da, televizyonda da vardı? Hani riski var diye otomobile mi binilirdi?
Hayatta en korkacağınız şey, cahilliğini bilmeyen cahiller olmalı. Çünkü cahilin cahil olduğunu bilirsiniz ama cahil olmadığını bilmeyen cahiller ürkütücü olurlar. Her boku bildiklerini sanırlar.
Misal bu ülkenin Çevre Bakanı atmosfere yayılan radyasyon için "Bizi dağlar çevreliyor, dağlara çarpıp geri döner" diye tarihi bir açıklama yaptı.
Bu tartışmaların tam göbeğindeyken, devletin yeni yalama organı Anadolu Ajansı "Japonya’daki deprem ve tsunami sonrası Fukuşima nükleer santralindeki sızıntı ile daha sık gündeme gelen radyasyon aslında yabancımız değil, evrenin ve hayatın bir parçası..." diye haber geçiyor.
Haberde şöyle bir bölüm var ki, beni benden almıştır, "Gıdalar içinde de ayçiçeği, havuç, patates, kuru yemiş, maden sularında diğer gıdalara göre daha yüksek radyasyon bulunuyor."
Yani diyorlar ki, korkmayın radyasyondan, nükleer santralden filan. Otun bokun içinde var. Uyanıklar ya, Başbakan'ın açıklamalarını olumlayacaklar. Emirle haber böyle yapılıyor işte.
Yukarıdaki fotoğraf 'radyasyon çocukları'ndan birkaç örnek.
Umarım radyasyonu bu kadar küçümseyen zihniyetin torunları, çoluk çocukları benzer şekilde doğar.
O zaman evdeki televizyon ve laptopu kapatarak, radyasyonu kovalarsınız.
26 Mart 2011 Cumartesi
Vekilliğin yeni kıstası; magandalık
Tam Türkiye'ye yakışır bir milletvekili olur İbrahim Tatlıses.
Okumamış, cahil, üstelik cahilliğinin farkında olmayan, maganda, her türden pis işe karışmış, çetelerle bağlantıları olan, küstah bir adam.
Bu adamı milletvekili yapacaklar popülerliğinden faydalanarak.
Vekili İbrahim Tatlıses olan ülkede, neyin ucundan tutmaya kalksak elimizde kalır.
Menderes "Odunu aday göstersem seçilir" demişti, Erdoğan da yoğun bakımdan yeni çıkan, ne idüğü belirsiz bir türkücüyü aday gösterecek. İkisi arasında pek de fark yok.
İşin ilginci, bu magandaya oy verecek yüzbinlerce insan var bu ülkede. Yakında TBMM'de insana benzeyen bir dolu organizma dolanacak.
Hakan Şükür ve İbrahim Tatlıses. Akp'nin ne olduğunu gayet iyi gösteren vekil örnekleri.
"Yetmez ama daha cahil" sloganı seçimler için uygun düşer.
Seviyesi zaten yeteri kadar düşük olan, kürsüyü düşünemiyorum Meclis'te.
- Saygı duyuyorum.
- Önümüzdeki Genel Kurullara bakacağız...
- NATO'yla MATO arasındaki fark nedir? Hihihihhii.
Lan ne boktan bir ülke olmaya başladı burası.
Bu ülkede açlık yok(muş)
Terbiyesiz medya, adi basın, şerefsiz gazeteler, göt televizyonlar.
Yalanın üstüne yalan söylüyorlar.
Türkiye'de demokrasi var, hem de süper ileri.
Türkiye'de açlık yok, herkes rezidanslarda, villalarda, konaklarda yaşıyor.
Türkiye'de baskıcı rejim yok, herkes dilediğini konuşmakta özgür.
Türkiye'de basın özgürlüğü ABD'den bile ileri, tamamen birtakım medyanın bok yemesi.
Türkiye'de süper güçlü çeteler var. İçinde bilim adamından askere, gazeteciden yazara kadar her türden insanla dünyanın en süpersonik örgütünü kurdular. Hatta aslında içeriye özellikle giriyorlar, dışarıda görüşmeleri tepki çeker diye, plan yaptılar içeride örgütleniyorlar.
Hem bak Bülent Arınç çıktı ne dedi; "Endişe duydum." Endişe duyuyor iktidar, olan biter başka bir ülkede oluyor, kendisi de o ülkenin bakanı ya.
Bugün yarın bir de Cumhurbaşkanı açıklama yapar "Yakından takip ediyorum, yargı dikkatli davranmalı" diye. Tamam işte al sana demokratik tavır (!)
Basılmamış kitaba baskın, sikilmemiş götün davası olmaz. Al bu da benden atasözü olsun.
Daha çok yaslayacaklar, biz kafamızı kuma gömüp kıçımızı havaya kaldırıp, bizi sikmeleri için beklediğimiz sürece.
25 Mart 2011 Cuma
Galatasaray'ın gerçek sahibi
Hagi gider, o kalır
Rijkaard gider, o kalır,
Bülent gider, o kalır,
Skibbe gider, o kalır,
Cevat Hoca gider, o kalır,
Feldkamp gider, o kalır,
Gerets gider, o kalır,
Hagi gider, o kalır...
Kulübün sahibi Nezihi a.k. Bokunda boncuk var, her kaleciyi devleştiriyor ya herifi göndermiyorlar.
Nedir bu ısrar, nedir bu şizofrenik boyutlara ulaşan Nezihi sevgisi anlamadım.
Yeter lan, yeter. Ne Nezihi'ymiş! Herifin hocalık yapıp da kaleciliğinin ileriye gittiği bir tane kaleciyi görmedi bu gözler.
Kaleciliği bir boka benzemezdi, hocalığı ondan da beter.
Adnan Polat siktirip giderken, yanında Nezihi'yi de götürürse kitleler mutlu olacak. Adeta şampiyon olmuşcasına sevineceğiz.
Nezihi rica ediyoruz, istifa denen mekanizmanın varlığını hatırla ve çek git.
Fakir Baykurt bugünleri yazmış bize
BİR UZUN YOL
Bir uzun yol inişli yokuşlu, derelerden geliyor
bir uzun yol dikenli taşlı, zorluklarla uçurumlarla dolu uzaklardan geliyor
bin yılların bataklıkları, yüzyıllar ne canlar yuttu
yağmurlar döküle döküle,sular kıvrıla büküle,sel yatakları yarıntılar
gene de duruldu gökler,günlük güneşlik oldu dünya
ilkeldi ama kardeşlikti, avı kuşu bol dağlar, dallar yemiş yüklü
çok uzaklardan uzaklardan geliyor, haramın adı yoktu kondu
avlandı, alındı, satıldı insanlar,gün 18 saat boyundurukta
Spartaküs’le birlikte Roma’ya yürüdüler,mevsimler boyu kollarda zincir
atlarla birlikte kırbaç altında, beyler konakta, çiftçiler yarıcı eski çağlardan, ortaçağlardan geliyor
ne çıkması kolaydı, ne inmesi, dağlara yukarı dolana dolana
günler aylardan uzun zindanda, aklın sürekli tutuklandığı çağlar
güneşin önünde kara bulutlar, haydin sefere sefere derdi büyük annem
uzayıp giden kulluk yılları, düzen güçlülerin düzeni
ne askerlikler, seferberlikler biter, ne sorgular işkenceler
baş eğmeyen asılır, çarşıları dar ağaçları doldurur.
birbiri ardına ipte çarmıhta kurbanlar, düşüneni konuşanı öldüren teraziler
motorize polis örgütleri, teli telsizli jandarmalar
gün görmeyen hücrelerden ayazı bol koğuşlardan geliyorum
gidecek gidecek bu yol duruşu yok
kimi zaman denizlere varacak,yolcular kulaçlayıp aşacak dalgaları
varsın kıyılar bataklık olsun, dağlar kanlı dikenli olsun
durmadan ulusun çakallar, binbir tuzak kursun haramiler
kim çıkarsa çıksın önüne, kim keserse kesin engellerle
varacak insanlık toplumuna, sende bende orada olacağız herkesle
bitmiş senin benim kavgaları, bitmiş sorgular işkenceler acılar yok ayrılıklardan
ne çalışmanın köleliği, ne işsizlik cehennemi
ne beylik ne paşalık, bir büyük sofrada kurulmuş insanların kardeşliği
tokluğa özgürlüğe içeceğiz şaraplarımızı akşamında
yüzyıllardan binyıllardan, nice yiğit canların kurban gittiği bu büyük yol uzaklardan çok uzaklardan geliyor.
Tam da şimdi konuşma zamanı
Dün ne oldu?
Arama yok…
İnceleme yok…
Basılma yok…
Peki ne var?
2011 yılında savcı kararıyla bir yayınevinde,
bir ofiste, bir evde ve bir gazetede
‘basılmamış bir kitap avı’ var…
Dijital çağda basılmamış bir kitaba mahkeme kararıyla yasak var...
Başka söze gerek yok!
Eyüp Can
Genel Yayın Yönetmeni olduğun gazete basılacak, gazetenin yazarının elindeki bir kitap kopyası imha edilecek ve sen "Başka söze gerek yok!" diye, kendince tavır göstereceksin.
"Başka söze gerek var!" Hatta tam da zamanıdır başka sözlerin. Söylenmemiş sözlerin, söylenmeye cesaret edilemeyen sözlerin, söylenemeyen sözlerin tam zamanıdır.
Ama cemaat çemberinden geçmiş, o koltukta hangi pazarlıklarla oturduğu belli olan bir adamın başka bir şey söylemesi de beklenemez.
Türkiye'de eylemler, kelimeler, cümleler, düşünceler yasaklanıyor ve biz "Başka söze gerek yok!" diyorsak, söyleyecek başka söz bulamadığımız içindir.
Herkesin söylemesi gereken sözler olmalı, söyletmeyenlere, yasaklayanlara inat. İpin ucu kaçıyor, sonra yakalaması zor olacak.
Arama yok…
İnceleme yok…
Basılma yok…
Peki ne var?
2011 yılında savcı kararıyla bir yayınevinde,
bir ofiste, bir evde ve bir gazetede
‘basılmamış bir kitap avı’ var…
Dijital çağda basılmamış bir kitaba mahkeme kararıyla yasak var...
Başka söze gerek yok!
Eyüp Can
Genel Yayın Yönetmeni olduğun gazete basılacak, gazetenin yazarının elindeki bir kitap kopyası imha edilecek ve sen "Başka söze gerek yok!" diye, kendince tavır göstereceksin.
"Başka söze gerek var!" Hatta tam da zamanıdır başka sözlerin. Söylenmemiş sözlerin, söylenmeye cesaret edilemeyen sözlerin, söylenemeyen sözlerin tam zamanıdır.
Ama cemaat çemberinden geçmiş, o koltukta hangi pazarlıklarla oturduğu belli olan bir adamın başka bir şey söylemesi de beklenemez.
Türkiye'de eylemler, kelimeler, cümleler, düşünceler yasaklanıyor ve biz "Başka söze gerek yok!" diyorsak, söyleyecek başka söz bulamadığımız içindir.
Herkesin söylemesi gereken sözler olmalı, söyletmeyenlere, yasaklayanlara inat. İpin ucu kaçıyor, sonra yakalaması zor olacak.
24 Mart 2011 Perşembe
Özgürlük tüm onursuzların hakkıdır artık
Polis tutuklu gazeteci Ahmet Şık'ın "İmamın Ordusu" kitabının taslağını imha etmek için Radikal Gazetesi'ni basıyor.
Evet yıl 2011, daha birkaç ay öncesine kadar darbecilerle hesaplaşma sözü veren hükümetin Başbakanı'nın ağzından düşürmediği "Benim polisim" tırnağı içindeki polis, bir gazete binasını basıyor.
Gazete binalarını basmak, sosyalist basın için alışılageldik bir, rutin bir işlemdir fakat bu kez basılan gazete ulusal yayın yapan sermayeye ait bir gazete.
Polisin amacı daha basılmamış bir kitabın, basını engellemek. Hatta kimde kopyası varsa onu imha etmek. Bunun için gece saatlerinde de kitabın basımının yapılacağı yayınevini iki kez basıyor.
Sözümona kitabın tüm doküman ve nüshalarına CMK 121, 122, 123/2 124, 127 uyarınca el koyuyor.
Ülkenin başbakanı daha 10 gün önce "Bizim dönemimizde hangi gazetenin manşetine karışıldı" diyerek, ülkede herkesin gözünün içine baka baka yalan söylerken, bir yandan da "Türkiye'de gazeteci kisvesi altında ne tür kirli oyunlar oynandığını, medyanın terör örgütlerine nasıl değirmen altından kirli su taşıdıklarını görmelerini istiyorum." diyerek, yargı süreci devam eden bir dava sonuçlanmadan bazı gazetecileri terör örgütlerine yardım ettiğini savunuyor.
Darbelerle hesaplaştıklarını söyleyenler; yaklaşık 5 yıldan bu yana kendi sivil darbelerini planlamakta ve uygulamaktadır. İşin garibi bu ülkede, kendine sosyalist, aydın diyen birtakım çevrelerin de bu darbeyi bilinçli ya da bilinçsiz desteklemektedir.
Kitapların yakıldığı dönemlerin geçtiğini düşünüyorduk oysa kitaplar basılmadan suçlu duruma gelmiş ve devlet tarafından imha edilir hale gelmiştir.
Gazeteciler, birer birer terör örgütü üyesi olmakla suçlanıp, ülke için tehdit oluşturma suçlamasıyla karşı karşıya ve tutuklanmaktadır.
İktidar karşıtı milletvekilleri, alanlarda gaz bombaları, basınçlı sularla püskürtülmektedir.
Ülkede her türden muhalif ses, polis ve devlet baskısıyla dayak, gözaltı ve tutuklamalarla karşı karşıya gelmektedir.
Üniversiteli gençler, sadece pankart açtıkları için haklarında yıllarca hapis istemiyle dava açılmakta ve hapishane köşelerine terk edilmektedir.
Ve biz bu olan biten her şeyi sıradanlaştırıp, hayatımıza devam etmekteyiz.
Aslında şu tüm olan bitene en iyi örnek, bugün gazetesine baskın düzenlenen, arkadaşının kendisine verdiği kitabın nüshalarını vermediği taktirde "Terör örgütüne yardım ve yataklık" suçundan hakkında işlem başlatılacağı söylenen Ertuğrul Mavioğlu'dur.
Ne demişti Ertuğrul Mavioğlu bundan birkaç yıl önce; "Türkiye Ergenekon davasıyla bağırsaklarını temizliyor."
Bugün muhtemelen Ertuğrul Mavioğlu, o bağırsakların bir parçası olup olmadığını ciddi anlamda sorgulamaya başlamıştır.
Evet yıl 2011 ve Türkiye'de kitaplar hâlâ yasaklı, örgütsel doküman ve imha edilmesi gereken tehlikeli bir materyal.
Ne demişti Başbakan Erdoğan referandumdan önce, gözyaşları içinde devrimci ve ülkücüleri anarken, "Darbelerle ve darbecilerle hesaplaşmak için referandumda evet oyu istiyoruz."
Sivil darbe ve sivil darbecilerle hesaplaşmak için Türkiye'nin önünde son bir şans olarak sandık konulacak. Herkes gayet iyi biliyor ki, Türkiye'de sandık hiçbir zaman çare olmadı ve yine olmayacak.
Durmak yok, yola devam. Demokratikleşiyoruz ve bağırsaklarımızı temizliyoruz. Öyle değil mi "yetmez ama evetçiler!"
Yetmeyecek, göreceksiniz. Bu kadarla sınırlı kalmayacak. Takke düştü kel göründü. Siyasal iktidar, toplumdaki her tür muhalifi içeri atmak için elinden geleni ardına koymayacak. Ergenekon denen dava, minik bir kartopundan çığ haline ilerliyor. O çığın altında çok kişi kalacak.
Kimler mi o çığ altında kalmayacak?
Onursuz korkaklar,
biat edenler,
köşeye çekilip izleyen gurursuzlar,
ve iktidarın vazgeçilmez destekçileri.
Bunlardan biri olmayı içinize sindiriyorsanız, 'Özgür ve demokratikleşen Türkiye'nin sokaklarında rahat rahat gezebilirsiniz. İsterseniz 70 yaşında tecavüzcü olun, isterseniz insanları boğazlayan, diri diri toprağa gömen Hizbullahçı olun. Sakın korkmayın çünkü özgürlük sizin hakkınız.
Onurunu koruyanlar için hapisane köşelerinde mutlaka bir yer ayırtılacaktır, endişe etmeyin.
23 Mart 2011 Çarşamba
Sabahat Tuncel'in tokadı
Kendimi anlatmak zorunda kaldığım zamanlardan hoşlanmıyorum ama sanırım şu "Eline sağlık Sabahat" yazısından sonra bir kez daha anladım ki, bir biçimde durumu anlatmam gerekir.
Baştan belirteyim, bunu milyon kez yazdım, kimsenin beni okuması gibi bir zorunluluk yok. Çünkü birileri okusun diye yazmıyorum. Birileri okusun diye yazsaydım, emin olun şu aşağıda gördüğünüz takip listesi dört haneli olur, her gün gelen giden insan sayısı dört haneyi de geçerdi.
Kendi kendime iç döküyorum burada ve bu iç döküş sırasında rahatlıyorum. Nedeni, niyesi bana kalsın.
"Eline sağlık Sabahat" yazısında anlatılmak isteneni götünüzden anladığınız için ya da daha doğru bir ifadeyle götünüzden anlamak için büyük çaba harcadığınız için olayın özünü anlayamıyorsunuz bile.
Ülkede varolan -varolandan kastım Akp iktidarı değil, genel Cumhuriyet tarihi dönemidir- şiddete bugüne kadar kimse tepki vermeyecek, işkenceleri görmezden gelecek, cezaevinde yakılan insanlar hafızasında yer bile etmeyecek, polisin-askerin her türden sergilediği tavrı eleştirmeye korkacak ama iş bir Kürt milletvekili polis tokatlayınca ülke ayağa kalkacak.
Neden? Çünkü toplumun çok ufak bir kısmı dışında herkesin vurduğu, eleştirdiği, aşağıladığı, yargıladığı insanları vurmak kolay. Onları eleştirmek, ağzına geleni söylemek en uygulanabilir olanı. Öyle değil mi?
Götünüz yemiyor çünkü bu toplumda şiddet sergileyen çoğunluğa, erke baş kaldırabilmek. Herkesin vurduğuna, herkesin aşağıladığına, bir tekme de sizin tarafınızdan atılması daha rahat.
Sabahat Tuncel'in o hareketi, sadece bir polise atılmış bir tokattan ibaret olduğunu sanıyorsanız, kat etmeniz gereken çok yol var önünüzde.
O tokadın anlamı; annesi, ninesi, ezilmiş bir kadının ataerkil toplumda erkeğe isyanıdır.
O tokadın anlamı; kendisini çocukken ezen, kendisini okulda ezen, kendisini sokakta ezen, kendisini gençliğinde ezen ve hatta kendisini milletvekili bile olduğunda ezen devlete karşı atılmıştır.
O tokadın anlamı; köyünde bok yedirilen, kocasının yanından alınıp tecavüz edilen, asker jipine bağlanıp köyde herkese ibret olsun diye gezdirilen, keyfi olarak okuldan çıkan çocukları karakollara alıp işkence yapan, hapisanelerde kafası tuvalete sokulan, götüne cop sokulan Kürt halkının 'yeter' demesidir.
O tokadı hâlâ başkomisere atılan tokat olarak algılıyorsanız, kimseyle oturup da bunu tartışmam bile.
Burada kaç tane delikanlı kadın-erkek şu yazıyı okuyup "siktir git" deyip de, BDP'li Sevahir Bahadır'ın ayağı kırılırken tepki gösterdi.
Kaç kişi Batman'da neler yaşandığını biliyor? Kaçınız gazla boğulan milletvekilleri için "Olur mu böyle şey?" dediniz?
İsteyen kabul etsin, isteyen etmesin; ilkokuldan bu yana devletin resmi olarak pompaladığı faşizm çizgisindeki milliyetçilik damarlarınızda dolaşıyor. Beyninizde bir yerlerde Kürt derken bile tüyleriniz diken diken oluyor. Bir yanınız onlara hak vermek istese de, diğer yanınız hemen susturuyor o akil sesi.
Kendisinin muhalif olduğunu söyleyip de, o tokadı eleştirenler, Sabahat Tuncel attığı için mi, Sabahat Tuncel Kürt olduğu için mi eleştiriyor önce bir onu düşünsün.
Sabahat Tuncel değil de, o tokat bir öğrenci eyleminde öğrenci tarafından ya da memur eyleminde memur tarafından atılsa "Eline sağlık" der miydiniz, demez miydiniz?
Hah! İşte ırkçılık dediğiniz şey tam da bu noktada ortaya çıkıyor.
Şu yukarıdaki fotoğrafa bir bakın. Bu insanların üstüne basacaksın gazı, basacaksın tazyikli suyu, basacaksın boyalı suları sonra hiçbir şey olmamış gibi kaçıp gitmelerini ya da boyun eğmelerini bekleyeceksiniz.
Kimse kusura bakmasın ama boyun eğmek onurlu hayvanların bile yapacağı şey değildir.
Ve yine kimse kusura bakmasın, her şeye sessiz kalıp, bir köşede sinip, bir Kürt kadınının polise attığı tokadı eleştirmek, benim adıma faşistlikten başka bir şey değildir.
Bütün dünyadan ayrı da düşünsem, kimse hak vermese de, umrumda bile değil. Böyle düşünüyorum ve düşünmeye devam edeceğim.
22 Mart 2011 Salı
Eline sağlık Sabahat
Şiddetin tanımı nedir? Şiddet, kimin tarafından uygulanmasına göre değişir mi?
Polis, eylemdeki öğrenciyi 3 kişiyle yere yatırıp, ayaklarıyla boğazına ve kulağına basarsa şiddet değil!
Anayasal hak olarak sokağa çıkan öğrenciye derdest etmesi şiddet değil!
Gencecik çocukları yaka paça yerlerde sürüklerken şiddet değil!
Kaldırımlara dayayıp, nefes bile alamaz noktaya getirene kadar suratına basmak şiddet değil!
İtfaiye hortumu gibi çocukların üstüne, savaşta bile kullanılması yasak olan kimyasal gazları kullanırken, şiddet değil!
Kız, erkek demeden sokaklarda dayak atmak, genç kızların karınlarına tekme atarak bebeklerini düşürmek şiddet değil.
Devletin üstlerine çektiği üniformalara dayanarak, herkese saldırgan tutum sergilemek şiddet değil.
İşçiye, emekçiye, memura gazı basmak, suyu sıkmak, tekme atmak, şiddet değil!
Ama milletvekilinin polisi tokatlaması şiddet!
Yok ya! Şiddet şiddeti doğurur, bunu birilerinin Nurcu, Fethullahçı, tarikatperver polise ve onun kollayıcı devletine anlatması gerekir.
Ne kadar şiddet uygularsanız, daha fazlasını karşınızda bulursunuz. Çok doğal bir tabiat kuralıdır bu. Hatta fizikte etki-tepki prensibiyle de açıklayabiliriz.
Polis ne zaman şiddet uygulamaktan vazgeçer, o zaman Sabahat Tuncel'in yaptığına 'şiddet' deriz.
Ama polis ülkenin her yerini ringe çevirdiği sürece, Sabahat Tuncel'e 'eline sağlık' deriz.
18 Mart 2011 Cuma
Bu gurur hepimize yeter de artar bile
UEFA şampiyonluğundan, desibel rekoruna.
Galatasaray'ın resmidir şu desibel rekoru hikâyesi.
Övünülecek başka şey kalmadı çünkü.
Sezon başı 3 kupa, birkaç hafta sonra 2 kupa, lig bitmeden tek kupa, Şubat ayında "Şampiyonu biz belirleyeceğiz", Mart ortasında desibel rekoru.
Önümüzde Nisan var; tribünden en iyi rakı şişesi gönderen özel ödülü, Nisan ortası sahaya en ilginç materyali atana jüri özel ödülü, Mayıs başında Florya'yı en iyi basan taraftar ödülü, Mayıs ortasında kapanan stadın yeniden açılması şerefine stadı en farklı biçimde kapatma ödülü, Haziran başında da en iyi başı tutma ödülüyle sezonu kapatırız.
Haziran gelir ne mi olur? Drogba gelir, Volkan Şen gelir, Kallström gelir, Arda gider mi gitmez mi papatya falı açılır, Diarra gelir, Kalou gelir. Eylül'e kadar Galatasaray'da transfer bitmez. Eylül gibi iki fason yabancı transferi, üç yerli, iki kızılderili ile sezon kapatılır.
2 kupa hedefi ile başlar, kısır döngümüze yeniden kaldığımız yerden başlarız.
Vay lan, desibel rekoru kırmışız. Rekora bak 1 Ekim 2000'den bu yana kırılmamış. ABD'de Denver Mile High Stadyumu'nda Denver Broncos ile New England Patroits maçında 128.7 desibeli biz 131.76'ya taşımışız.
Artık bu gurur senelerce yeter herkese...
Bu gidişle, en iyi siki tutma ödülünü her yıl alırız, kimse endişe etmesin.
Fırat seni o domaldığın pozisyonda ......
Bravo Fırat Aydınus, bravo sana. Maçtan alnının akıyla çıktın.
Herhangi bir sarı-lacivertli futbolcunun kırmızı kart görmesi için muhtemelen kıçını parmaklaması ya da suratının ortasına sıçmasıl lazımdı.
Ama haklısın hakemler de hata yapar çünkü onlar insan değil mi? Hatta Avrupa'daki hakemleri de görüyoruz, öyle değil mi?
26 hafta oldu herkes durumdan memnun olmalı ki, kimse sesini çıkartamıyor sahada olan bitenlere.
Geçen hafta İlker Meral, ondan önce Bünyamin Gezer, daha öncesinde Aytekin Durmaz, şimdi Fırat Aydınus, haftaya başkasına kısmet.
Oğuz Sarvan'ın hakemliği şahaneydi Galatasaray açısından ama takdir etmek gerekir ki, Merkez Hakem Kurulu Başkanlığı'nda fantastik bir çizgi yakaladı.
Rezalet bir kenar yönetimi gösteren Hagi'den, Karpaty Lyiv maçından bu yana 35 maçlık destansı bir performans gösteren Hakan Balta'ya, başkanlığı döneminde Galatasaray'ın borçlarını katlama ve başkanlık yaptığı kulübü küçültme konusunda üstün başarı sağlayan Adnan Polat ve sahaya rakı şişesi atma yetisine sahip, desibel rekoru kıran büyük seyirci; elbirliği ile Galatasaray'ı getirdiğiniz şu konum için sizlere ayrı ayrı teşekkür etmek lazım.
Fırat Aydınus'u da, şu fotoğraftaki domaldığı pozisyonda s....k lazım.
Fenerbahçeli dostlara da tebrikler. Şampiyonluk yolunda başarılar dilerim. İroni yapmadan söylüyorum bunu.
17 Mart 2011 Perşembe
Yaralı Aslan'la oyun olmaz
Galatasaray-Fenerbahçe maçı geldi çattı. Yaklaşık 3 yıldan bu yana tepetaklak inişe geçen bir kulüp halini aldı Galatasaray. Yönetiminden, futbolcusuna, taraftarından, basınına kadar elle tutulur hiçbir şey kalmadı. Kadın ve erkek basketbolcular sarı-kırmızıya gönül veren insanların yüzünü güldürecek hiçbir şey kalmıyor.
Normal şartlar altında bir hafta öncesinden heyecana kapılan ben, içimde zerre heyecan taşımıyorum. İşyerinde Fenerbahçeli arkadaşların, bıyık altından sırıtmalarına, dalga geçmelerine maruz kalsam da tepki vermiyorum.
Rus ruleti kıvamında ama tek kurşuna sığmayacak bir maç olacağını düşünüyorum. Kimin tarafından atılacağını bilemiyorum ama bol gollü bir karşılaşma olacak. Belki Fenerbahçe 4'leyip 5'leyip gidecek, belki Galatasaray 3-2'lik bir galibiyet alacak.
Tanıdığım tüm Fenerbahçeli arkadaşlarda benzer bir tavır var. Sanki şampiyonluğa Galatasaray gidiyor da, Fenerbahçe'nin tek amacı Arena'da ilk galibiyeti alma peşinde olan takım gibi. 3 puanın onlar için önemi Galatasaray'a yeni sahasında ilk mağlubiyetini yaşatmak.
Oysa umrumda bile değil bu statta kimin ilk Galatasaray'ı yendiği. Kasımpaşa da yenebilir, Beypazarı Şekerspor da ya da Fenerbahçe.
Galatasaray için sezon erken bitti. Her yıl, o sonun ucu kısalıyor. Bu yıl, ligin ilk yarısı bitmeden son geldi.
O yüzden Galatasaray'ın daha Mart'ın ortasında kalan tek hedefi, Fenerbahçe'yi yenerek, bütün bir sezonun rezilliğini tek maçla kotarma düşüncesinde. Mantıklı, akıllı bir Galatasaray taraftarı için bunun bir aşağılama anlamı taşıdığını görmek gerekir.
Mart ayında Avrupa kupalarında maç yapma alışkanlığı edinmiş bir takımın, ligdeki rakiplerinden birini yenmek ve onu şampiyonluk yolunda tökezletmek Galatasaray'ın hedeflerinden biri olmamalı. Ya da başka bir deyişle Galatasaray'ın hedefi buysa, Galatasaray tükenme noktasına gelmiştir.
"Yarın ne olur?" kestirmek cidden güç. Sahadaki futbol ve sahanın dışındakiler iyiden iyiye rezalet kokmaya başladı.
Artık herkes Galatasaray hakkında atıp tutuyor, her türden habere imzasını atıyor, birtakım tipler televizyonlara çıkıp "Bu gitmeli, şu kalmalı" türünden fetvalar veriyor.
Şu tablo tam da leş yiyici akbabaları andırıyor. Çölün ortasındaki aslan ölmemek için can çekişiyor ve tepede akbabalar aslanın ölümünü bekliyor, arada yanına kadar gelip taciz ediyor.
Umut fakirin ekmeği. O yüzden Yaralı Aslanı çok fazla tahrik etmemek gerekir. Çünkü ne zaman ne yapacağı belli olmaz.
Maçtan sonra görüşürüz...
15 Mart 2011 Salı
Geçmişte pornocuydun, bugün muhafazakârsın, para kazanmak için anneni bile satarsın
Son 10 yıldır Türkiye'de itibarsızlaştırma operasyonu var. 'Yaramazlık' yapan her isim, her kişi, her kurum itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor.
Kimi zaman bir dava sürecine dahil edilerek, kimi zaman bir soruşturmanın parçası yapılarak, kimi zaman medyadaki yalama kalemler aracılığıyla, pek çok kişi ve kurum itibarsızlaştırma sürecinin içine sokuluyor.
Sanki yeniden Soğuk Savaş sürecinde gibiyiz. O dönemde de pek çok isim itibarsızlaştırılarak toplumdan uzaklaştırıldı.
Aslında kişilerden çok, hedef alınan fikirleri itibarsızlaştırma çabasından başka bir şey değil.
Ankara'da yaklaşık 30 bin sağlık emekçisinin "Çok ses, tek yürek" ismini verdikleri eylemde, şu yukarıda gördüğünüz fotoğraf önplana çıktı.
"Doktor Che'nin yolundayız" yazısından sonra birtakım kişiler Che üstünden gerek doktorları gerekse de Che'nin dünya görüşünü yargılamaya başladı.
Bunların başında Emre Aköz geliyor. Bu itibarsızlaştırma sürecinin en keskin kalemlerinden biri oluyor kendisi.
Che'nin eli kanlı bir katil olduğunu, belirten Aköz yazısını da "Dr. Che, normal bir insanın özeneceği bir kişi sayılmaz. Hele hele "Hipokrat Yemini" edenlerin örnek alacağı bir doktor hiç değildir" diyerek, Che öznesinden yola çıkarak, sosyalizm eleştirisi yapıyor.
Oturup Che'nin insanlığını tartışacak değilim. Kimseye de Che'nin kim olduğunu, nasıl bir adam olduğunu anlatmam.
Garip bir ruh hali içinde iktidar destekçisi kalemler. Yazdıklarını okuduğunuz zaman, sanki Akp'nin iktidar değil de muhalefet olduğu hissine kapılıyorsunuz. Bütün bir ülkede şu an yaşadığımız tabloda sanki ezilenler kendileriymiş gibi cümleler kurup, insanlara da bunu anlatmaya çabalıyorlar.
Bugün tıpkı dün olduğu gibi sermaye ellerinde, eskiden sürekli ağladıkları gibi asker artık siyasetten soyutlandı, Yargıtay ve Danıştay'a 200'ü aşkın hakim ve savcı atandı, medyada artık azınlık değil çoğunluk durumundalar, ülkenin tüm kamu kuruluşlarında kendi yerleştirdikleri adamlar görev yapıyor, pek çok Sivil Toplum Kuruluşu'nu ele geçirdiler...
Peki geriye ne kaldı? Geriye kalan siyasi fikirlerin tamamını da bir biçimde itibarsızlaştırıp, dikensiz gül bahçesi yaratma çabasından başka bir şey değil.
Eğer siyaset yapmak istiyorlarsa da, Akp çatısında yapsınlar. Ne hoş ama!
Mesela Hüseyin Üzmez 17'sinde gazeteci vurdu, 70'inde 12 yaşındaki ufacık bir kıza tecavüz etti.
Çıkıp yazıyorlar mı?
Yok.
Niye?
Çünkü Hüseyin Üzmez bugün oluşturulmaya çalışılan sistemin destekçisidir. Hüseyin Üzmez adam öldürebilir, tecavüz edebilir, bu suçlarla dışarı çıkabilir ama kimse eleştirmez, kimse hakkında yazmaz.
Che konusuna gelince, devrimlerde insanlar öldürülür. Kan dökülmeden devrim yapılmasını beklemek aptallıktan başka bir şey değil.
Emre Aköz'e tavsiye olsun, yalamak için başka alanlar bulsun. Devrimci kızlar, doktorlar, Che... İçindeki nefreti kusmak istiyorsa, geçmişine dönüp bir baksın.
Biz Emre Aköz için her gün, "Geçmişte başında olduğun Penthouse dergisinde eline cetvel alıp, önüne gelenin aletini ölçtün" diye suçlama yapıyor muyuz?
Ya da Emre Aköz için her gün "Dünyanın en iğrenç para kazanma yöntemlerinden biri olan kadını metalaştırıp, sikindirik bir derginin genel yayın yönetmenliğini yaptın" diyor muyuz?
Veya Emre Aköz için her gün
"Geçmişte pornocuydun,
bugün muhafazakârsın,
para kazanmak için
anneni bile satarsın" diye dörtlük yazıyor muyuz?
Bak itibarsızlaştırmaysa, en alasını yaparız ama yapmıyoruz.
O yüzden sus biraz! Engin'le birlikte bir adaya kapanın, artık sırayla birbirinize ne isterseniz yapın. Sen aletten iyi anlarsın...
14 Mart 2011 Pazartesi
Berna Yılmaz ve Ferhat Tüzer 1 yıldır hapiste
Var mı bu iki ismi bilen?
Muhtemelen ilgilenenler dışında bu iki genç üniversiteliyi hatırlayan yoktur.
Bundan tam tamına 1 yıl önce 14 Mart 2010'da Başbakan Erdoğan'ın katıldığı Roman Çalıştayı’nda "Parasız Eğitim İstiyoruz. Alacağız" yazılı pankart açtıkları gerekçesiyle 1 yıldır tutuklu olarak yargılanıyorlar.
Demokratik ve özgür Türkiye'de sadece ve sadece pankart açtıkları için, üstelik de parasız eğitim talep ettikleri için tutuklu yargılanıyorlar. Geçen 1 yıl içinde 2 kez mahkemeye çıkartıldılar ve her iki duruşmada da tutuksuz yargılanma talepleri reddedildi.
Türkiye'nin demokratik bir ülke olduğu masalının en net örneklerinden biridir Berna ve Ferhat.
Düzenin cici çocukları gibi Köşk'e jaguarla çıkıp, Cumhurbaşkanı ile birer çay içseler bugün içeride olmazlardı. Ya da "Parasız Eğitim" yerine başka türban (bunu kıçından anlayan olmasın. çünkü hayatım boyunca o insanların üniversiteye girmelerinin gerekliliğini savundum ve savunuyorum da) talebinde bulunsalar sırtları sıvazlanırdı.
İki tane gencecik insanın bir yılı çalındı. Sözümona örgüt üyeliğinden.
Pankart açmak bile bu ülkede suç teşkil ediyor ve biz hâlâ sahtekâr siyasilerin özgürlük masallarını dinliyoruz.
Her sistem elbet kendini korumak için her tür boktan yasayı çıkartır, her tür boktan yasaya dayanır. Bu, her çıkartılan kanunun ya da her yasanın doğru olduğunu göstermez.
Berna Yılmaz ve Ferhat Tüzer'e özgürlük verilene kadar da kimse bu ülkenin özgür olduğundan söz etmesin.
Bu isimleri hatırlar mısınız acaba?
Hafız Akdemir/Özgür Gündem (1992)
Çetin Ababay/ Özgür Halk (1992)
Yahya Orhan/Özgür Gündem (1992)
Hüseyin Deniz/Özgür Gündem (1992)
Musa Anter/Özgür Gündem (1992)
Namık Tarancı/Gerçek (1992)
Mehmet İhsan Karakuş (1993)
Ercan Güre/ HHA (1993)
Rıza Güneşer/Halkın Gücü (1993)
Ferhat Tepe/Özgür Gündem (1993)
Nazım Babaoğlu/Gündem (1994)
Erol Akgün/Devrimci Çözüm (1994)
Metin Göktepe/Evrensel (1996)
Ayşe Sağlam Derince (1997)
Pek çoğu kontrgerilla tarafından öldürüldü, bazıları ise polis tarafından. Ne kadar ilginç ki, bugünün koltuk sahipleri, dün Taksim'de gördüğümüz bazı kişiler, bu ölümler karşısında tek bir tepki bile vermedi.
Köşe sahipleri, köşelerinde bu isimleri hatırlamadı.
Bugün hâlâ pek çok düzen muhalifi gazeteci hapishanelerde. Sosyalist, devrimci basına her yıl defalarca aramalar, gözaltılar, tutuklamalarla gözdağı verilir, bezdirilmeye çalışılır.
Dün Taksim'de eylemci ruhu şaha kalkanlar bu gazetecilere "bölücü" yaftasını yapıştırır, sundukları haber bültenlerinde isimleri 'gazeteci' değil de "bölücü, terör örgütü yanlısı" olarak geçer.
İşte gün gelir, aynı masayı paylaştığınız insanlar da "terör örgütü üyesi" oluverir, düzeni baştan düzenler için.
Doğru tepkiler vermeyi öğrendiğimizde, sesimizi daha güçlü çıkartmaya başladığımızda, gazeteciyi kendi içinde sınıflandırmadan meydanlara çıkıldığında daha sağlıklı sonuçlar alınabilir.
Özgürlük herkesin hakkıdır. Onu da bir avuç azınlık hakkı olarak algılamaktan vazgeçelim...
Yine de bir yerlerden başlamayı umut olarak kaydetmek lazım bir yere.
Hepimiz Kewell'a veriyoruz haberin yok lan!
Galatasaray'ın temel sorunlarından biridir, bu Oğuz Altay denen tip ve başında bulunduğu sikindirik taraftar grubu.
Bu adamı televizyonlara çıkartıyorlar, Galatasaray'ın durumu hakkında racon kesiyor. "Kewell yakışıklı ve karizmatik diye mi seviliyor?" türünden, ilkokul çocuklarının bile aklına gelmeyecek cümleler kuruyor.
Bunlara mikrofon uzatıyorlar, televizyonlara çıkartıyorlar, haliyle bunlar da kendilerini bir bok sanıyor. Herif Galatasaray taraftarının tamamı hakkında söz sahibiymiş gibi atıp tutuyor. "Bilmem kimi severiz", "Yeter artık buramıza geldi", "Para verdik kombine aldık" v.s. v.s.
Kimsiniz siz de bu takım hakkında karar alma mekanizması gibi konuşuyorsunuz anlamıyorum. Altı üstü taraftarsın, hepsi o kadar.
Gerçi benden üstün meziyetlerin var. Para vermeden kombine almak, yöneticilerin elinden bilet alıp karaborsada satmak, sağda solda milleti tehdit etmek, televizyonlara çıkıp racon kesmek gibi. Bu konularda haklarını vereyim arkadaşların...
Arkadaş "Başkan istifa etmeli" diye çırpınmaya başlamış. Bunlar cin gibi akıllı adamlar, rüzgârın nereden estiğini, neye ve kime göre estiğini iyi bilirler. Bilirler ki, çeşmenin başını tutmuş adamlar olarak su kesilmesin diye. Ben mi yanlış hatırlıyorum acaba, tribünler 'istifa' diye bağırırken, insanları susturmaya çalışan, tepkileri absorbe etmek için tribünlerde bulunan.
"Arda'yı çok seviyoruz" diyor programda. Arda hakkında besteler yaptıran, aleyhine küfrettirenler bunlar değil mi? Bu kadar mı salak sanıyorlar herkesi.
Ama bu konuda da haklı adam. Yanlarında aptal herifler taşıyınca, herkesi o aptallardan sanıyorlar.
Sporda Şiddet Yasası tartışılar, bunları TV'ye çıkartırlar. Lan zaten var olan şiddetin nedenlerinden biridir bu adamlar. Şu Ali Sami Yen'deki meşhur sulu geceyi, organize edenler bizzat bunlar. Bunlar mı şiddeti engelleyecek?
Yapılacak şey çok basit aslında. Bu heriflerin ve çevresindeki asalakların banka hesaplarını kontrol edeceksin, hepsi bu. Başka yapacak bir şey kalmaz.
Galatasaray'ın içine düştüğü durumda, söz sahibi olduğunu sanan bu tiplerin acilen ortadan kaldırılması gerek. İsim Oğuz'dur, Ahmet'tir, Mahmut'tur fark etmez.
Seyircisin sen adam gibi seyirciliğini bileceksin. "Kombine almış!" Sen para verip kombine aldıysan, ben sokaktan çevirdiğim ilk yüz kişiye loca alacağım, anasını satayım.
"Harry Kewell sırf yakışıklı karizmatik olduğu için mi seviliyor?"
Evet bütün Kewell sevenler olarak, haftanın belli günleri evine gidip veriyoruz hatta eşinin yokluğunu belli etmemek için elimizden geleni yapıyoruz. Antrenman aralarında Florya yolunu tutup, soyunma odalarında veriyoruz Kewell'a.
Kimimiz yelpazeliyoruz, kimimiz masaj yapıyoruz. Kimimiz de vericiyiz...
Ya bir rahatsız mısınız anlamıyorum ki.
Haaa ama bu açıklama yarın öbür gün Kewell'ın yuhalanacağının kanıtıdır. Fenerbahçe maçında bekliyorum.
Ümit Karan gibi size binlerce bilet dağıtsa, baş tacı yaparsınız değil mi? Adam sizi mamalamıyor, derdiniz o. Bizde taraftarın yabancı futbolcuya çok çabuk sırtını dönmesinin nedeni budur.
Şu herifleri tv'ye çıkartanların da ta geçmişini sikeyim. Ama tabii Serhat Ulueren ne kadar adam ki, programa çıkarttıkları o kadar adam olsun.
Siz gidin tenis kulüplerinde takılın (!)
13 Mart 2011 Pazar
Devam edin çocuklar tarih yazmaya az kaldı (!)
Hagi'ye ne söylemek gerekir hiç bilemiyorum. Yaptığı değişikliklerle gelecek 3 puanı elinin tersiyle itip, Ankaragücü'ne hediye etti.
Hayır, bu adamın ne denli zeki olduğunu bilmesem, direkt olarak 'aptal' yaftasını yapıştıracağım.
2-1 öndesin, rakip gelebildiği kadar üstüne gelecek. Pino gibi etkili bir adama ihtiyacın var ama çıkartıyorsun. Çağlar-Mustafa Sarp ve Stancu-Barış değişiklikleri başka alem. Hele hele Çağlar-Mustafa Sarp değişikliği.
2-1 öndeyiz. Çağlar sakatlandı mı, çıkartacak mısın? Tamam, peki eyvallah. Al Gökhan Zan'ı çek Balta'yı (gerçi herifi nereye koysan orada takımı ipe götürüyor) sola. Yok, Hagi sanki rok yapar gibi herkesin yeriyle oynuyor, bir değişiklikle. Cana'yı stopere, Hakan Balta'yı sola, Mustafa Sarp'ı ortaya.
Garip bir Hakan Balta takıntısı var, oynamadığı yer kalmadı herifin. İşin kötüsü herif nerede oynarsa oynasın, bir biçimde takımın kaderini etkiliyor. Yenilen ilk iki golde Sestak'ı bozamıyor bile ama "Vardır Hagi'nin bir bildiği" öyle değil mi?
Beğenirsin, beğenmezsin ayrı mesele ama Gökhan Zan diye bir herif var. Orijinal yeri stoper, geçtiğimiz hafta Servet'le yan yana gayet normal oynadı. Niye adamı kulübeye çekiyorsun.
Hagi ne yaptığını bilmiyor. Her hamlesi ile takımı biraz daha çaresizliğin içine atıyor, kendi çaresizliğiyle birlikte.
Tabii her şeyin yanında, bütün suçu Hagi'ye bağlamak insafsızlık olur. Çünkü mantıklı düşünen herkes Hagi ile olmayacağını biliyordu ve farkındaydı. Tekrar tekrar üstünden geçmeyelim ama Hagi'den teknik direktör olmaz. Bunu görmek için IQ'nun tavan yapmasına, 40 yıl futbol oynamaya da gerek yok.
Galatasaray'ın artık hedefi kalmadı. Bütün Galatasaraylılar "Bu sezon bitse de" noktasında. Artık tek umut Fenerbahçe maçı. Umut diyorum ama bakmayın siz öyle dediğime benim içimde tek bir ümit parçacığı bile yok. Gerçekçi olmak gerekir. Diyelim ki, kazandık. Buna mı sevineceğiz? Bu kadar mı düştü Galatasaray?
Yapılması gereken yaş-kuru demeden takımda ne kadar Türk futbolcu varsa göndermektir. Takımda kalabilecek kalibredeki yabancı oyuncuları tutup, 5-10 yıllık bir plan yapılmalı. Gidişat parlak değil, her sezon sadece milyonlarca dolar harcanıp, Galatasaray'ın borcu katlanıyor.
Sonra televizyonlara çıkıp "Bizim Abramoviç'imiz bilmem kim" diyerek, Galatasaray'ın çöküşünün belgesini açıklıyorlar.
Berbat bir yönetim, vasat bir futbol takımı ve çok kötü bir teknik direktörümüz olduğunu görmeden, aptalca beklentiler içine girmeden, aklın hakim kılındığı bir ortam yaratılmadan başarılı olmanın imkânı yok.
1- Galatasaray ivedilikle bu adına 'yönetim' denilen boktan oluşumdan kurtulmalı.
2- Basına haber sızdırmayı alışkanlık haline getirmiş, takıma gelen her yabancı oyuncuya karşı cephe alan, takımda yaşanan her şeyi 'abilerine' gammazlayan Türk futbolcuları yaş-kuru demeden defterden silmek gerekir.
3- Ancak ve ancak yeteneği Bucaspor, Konyaspor'u zorlayacak yabancı oyuncularla yollar ayrılmalı.
4- Kendine taraftar diyen, asalaklığı meslek haline getirmiş o tiksinç taraftar grubunu ayıklamalı.
Çok kalın çizgiler çekilmeden Galatasaray kendine gelemez. Sorun saha içinden çok, sahanın dışında.
Saha içine bakacak olursak; kalecisiz, sağ beksiz, stopersiz, sol beksiz, orta sahasız bir takımın başarılı olmasının imkân var mı biri bana açıklasın.
Bu kadar embesil olunmaz ki, her sezon aynı sorunlarla baş edip, her sene bitiminde benzer sorunlar başgösterir mi? Bu kadar aptalca kulüp yönetilmez.
12 Mart 2011 Cumartesi
Selam olsun tüm kızıl karanfillere
Bu ülkedeki en kirli tezgahlardan biriydi Gazi Mahallesi olayları. 20'den fazla kişi hayatını kaybederken, 7'sinin polis kurşunuyla öldüğü belirlendi.
Yargılanan polislerden sadece 2'si için mahkûmiyet kararı verildi. Tahmin edileceği üzere bu iki polisin de cezaları ertelendi.
Türkiye'deki her utanç olayında olduğu gibi bu olayda, sumenaltı edildi.
Polislikten ihraç edilen Adem Albayrak, açık açık isim vererek, dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir, dönemin İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu ve Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar için "Emri onlar vermişti" söylemi bile kimsenin rahatını bozmadı.
Bu ülkede garip bir biçimde Aleviler etrafında şiddet olayları döndürülüyor. Osmanlı'dan bu yana bir devlet geleneği gibi, her tür şiddet olayının öznesi Aleviler oluveriyor.
Anadolu tarihi Alevilere yönelen katliamlarla dolu. Bugüne kadar hiçbirinin sayfası bile açılmadı. Katiller ellerini-kollarını sallaya sallaya dışarıda geziyor.
Bugün "Anaların gözyaşı dökülmesin" diye sahtekârca açıklama yapan siyasilerden bir teki dahi, kızlarını, oğullarını, eşlerini yitiren ve gözyaşları kurumamış analar için kılını kıpırdatmadı.
Her zaman olduğu gibi unuttuk. Hafızalarımızdan siliniverdi o kanlı gün. Bir sonraki yaşatılana kadar da unutmaya devam edeceğiz.
Faşizm ve her türden gericilik döktüğü kanda boğulmaya mahkûmdur!
Selam olsun tüm kızıl karanfillere...
11 Mart 2011 Cuma
TFF ülkedeki fotoğrafın detayıdır
Türkiye'de böyle bir gelenek oluşmaya başladı. Kim bir açıklama yapmaya kalksa, ağır cezalar veriliyor.
Türkiye Futbol Federasyonu, Beşiktaş ve Trabzonspor'a 100 bin TL para cezası verdi. Sebep; Federasyon aleyhine açıklama yapmak.
Türkiye'de artık kimse birileri aleyhine açıklama yapamıyor. Yapınca bir biçimde cezayı göze alıyorsunuz demektir.
Trabzonspor ve Beşiktaş ne dedi: "Federasyon tarafsızlığını yitirmiştir."
Federasyon Başkanı olarak çıkarsın, "Kulüplerin açıklamaları yanlış" dersin, biter olay.
Ama yok, öyle değil. Elindeki yetkiye ve güce dayanarak, verebildiğin en ağır cezayı basarak, aklı sıra açıklamayı yapanlara ayar veriyor.
Türkiye'nin içinden geçtiği süreçle paralellik gösteriyor Türkiye Futbol Federasyonu'nun uygulamaları ve tavırları.
Ortadaki kavganın nedeni şampiyonluk ve tabii ki, şampiyonluktan paya düşecek 100 milyon dolar. Böylesi bir rakam haliyle kavga nedeni.
Mahmut'un başkanlığındaki federasyon dönemi, Türkiye Milli Takımı'nın en berbat zamanlarına denk düşüyor. Benzer biçimde, kayıkçı kavgasına tutuşan kulüplerin de ne kadar başarılı (!) olduğu aşikâr.
Bu ülke ne yazık ki, görevini yapamayan adamların, koltuklara sıkı sıkıya bağlandıkları bir yer. Ülkenin Milli Eğitim Bakanı, tek bir sorunu bile çözemez ama koltuğu işgal eder. Neden; Başbakan'ın eşinin sıkı dostu da ondan.
Mahmut'un durumu da biraz öyle. Görev dönemi süresince "Şu işi de iyi kotardı" diyebileceğimiz hiçbir şey yok ama hâlâ görevde. Neden? Çünkü iktidarın adamı. Akp İzmir Belediye Başkanlığına düşünülmüş birinden söz ediyoruz.
Yaklaşık 2 yıldan bu yana kıçımı yırtıyorum bu ülke faşizme doğru ilerliyor diye. Birileri bunun farkındaydı, birileri yeni yeni fark etmeye başladı. "Etraf zifiri karanlığa gömülüyor" diye köşeler yazılıyor.
E be, günaydın sevgili kardeşim. Zifiri karanlığı görmeye başladınız.
Mahmut Özgener ve yönetimindeki Türkiye Futbol Federasyonu da, bu faşist zihniyetten payına düşeni sergiliyor.
Öyle ya, güç elindeyse herşeyi yapabilirsin. Bunun ismine bir de 'kurallar' deyip, kendini zeytinyağı üstündeki kıl gibi üste çıkarıverirsin. Al sana mis gibi 'demokrasi.'
Bu aptallara birilerinin hatırlatması gerekir, gücün gelip geçici olduğunu -sadece federasyon değil gücü elinde tutan tüm aptallar için geçerli-.
Aşağıda dönemin mutlak gücünün görkemli (!) fotoğrafları var. Halkın sevgi (!) içinde nasıl o güce taptığını gösteriyor.
Fotoğrafların devamında o muhteşem güçten sonra ne hale geldiklerini de görebilirsiniz.
Her şeyi geçtim Federasyon, elindeki yetkiyi kulüplerden alır ve onlara hizmet etmek için kullanır. Kendi kişisel egolarını tatmin amacıyla, ceza yağdırmak için değil.
Mahmut Özgener ve uygulamaları aslında ülkedeki büyük fotoğrafın küçük bir detayı. Bu ülkede artık güce eleştiri getirmenin bedelleri var. Bu bedel bazen gözaltıyla, bazen tutuklamayla, bazen para cezasıyla, bazen de gözdağıyla oluyor.
Gücün yanında olursanız, emirlerine itaat ederseniz, onun gibi düşünürseniz o zaman ne yaptığınızın bir önemi yok.
İster 12 yaşındaki çocuklara tecavüz edin, isterseniz insanları diri diri gömün fark etmez, özgürlüğünüz mutlaka bağışlanır.
Türkiye Futbol Federasyonu ve başkanı Mahmut, işini yapamaz hale gelmiştir. Ama ortada bir gerçek var, o da Türkiye'de artık herşeyin değiştiğidir.
O yüzden de Akp'nin parlak çocuğu Mahmut istediği gibi at oynatmaktadır ve oynatmaya da devam edecektir.
Faşist yönetimler her zaman yok olmaya mahkûmdur. Bugün, yarın, ya da bir başka gün ama mutlaka.
Şimdilik oturduğunuz koltukların tadını çıkartın, yarın öbür gün o koltuklar bir tarafınıza monte edilecek, ilelebet oturacaksınız zaten.
Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla hesabı...
Bu arada işin futbol kısmına dönecek olursak, tüm bu tartışmalardan Oğuz Sarvan'ın şahane sıyrılması da ayrı bir konu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)