31 Mayıs 2011 Salı

Mübarek'e verdiğin akıl, sana lazım


Başbakan Erdoğan'ın Artvin Hopa'da gerçekleştirdiği mitin öncesinde ve sonrasında deyim yerindeyse polis terörü yaşandı.

AKP politikalarını protesto etmek için ÖDP, ESP ve Halkevleri'nin çağrısıyla toplananlar ve polis arasında çatışma çıktı. Çatışmada Metin Lokumcu isimli bir kişi yaşamını yitirdi.

Tabii Türkiye'nin hemen her yerinde yaşadığımız görüntüler Hopa'da da yaşandı. Artık Başbakan Erdoğan'ı protesto etmek imkânsız. Kimse yanına yaklaştırılmıyor, ağzını açanlar karga tulumba götürülüyor, pankart açanlar hakkında 15 yıl hapis isteniyor, senelerce yargılanıyor.

Akp iktidarının demokrasi algısı ve demokratik Türkiye anlayışı bu kadar. Bundan daha fazlasını beklemek aptallıktan başka bir şey değil.

Bunun adı tam anlamıyla terördür ve iktidar terörüdür. İnsanlar seslerini duyuramıyor. Edirne'de, Artvin'de, Hakkari'de ya da İstanbul'da. Yer, mekân fark etmiyor.

Dikensiz gül bahçesi istiyorlar. Kendi yarattıkları yalan dünyasına herkesin inanmasını bekliyorlar. Ülkenin zenginleştiği, demokratikleştiği, işsizliğin olmadığı yalanlarını o kadar çok söylüyorlar ki, kendileri bile inandırdılar.

Daha iki ay önce, Hüsnü Mübarek'e yönelik ne söylüyordu; "Bir siyasi partinin ezici oy çoğunluğuyla iktidar olması yeterli değildir. Hitler’de ezici oy çokluğuyla iktidara yerleşmiş, 'Tek Adam' olma sevdasına kapılmış, başlattığı savaşlarla ülkesini perişan hale getirmiş ve sonunu da kendi hazırlamıştı. Hüsnü Mübarek halkının sesine kulak vermeli."

"Ele verir talkını kendi yutar salkımı" misali, herkese akıl vermek konusunda eşsiz bir beyne sahip olan Başbakan, kendi halkına ise polis destekli terör uygulamaktadır.

Bugün 31 Mayıs 2005. Seçimlere kan bulaşmıştır. Artık iktidarın elinde Metin Lokumcu'nun kanı vardır. Ülkemizde bir faili meçhulümüz daha var.

Durmak yok faşizme devam... Ve kendi sloganlarında söyledikleri gibi. Türkiye'de artık başbakanı protesto ederken, her an ölüme, cezaevine, işkenceye hazırlıklı olun. Hayaldi gerçek oldu..

Türkiye, demokrasi çığlıkları altında faşizmin ağır baskısı altına giriyor. Hayatın her alanında hem de. Sosyal hukuk devleti olduğu savunulan Türkiye, faşist polis devleti haline getirildi.

Şu sıralara Trabzon mitinginde, protestocuları "eşkıya" olarak nitelendiriyor.

Mısır'da halk, Hopa'da eşkıya. Bu da Akp usulü demokrasi işte.

Puştlar


Ülkede psikopat mı istiyorsun, al sana İstanbul'un göbeğinde işkence.

Sarıyer sahilinde bulunan iki yunustan biri çamaşır ipiyle kayalara bağlanmış ve işkence yapılmış. Bir diğerinin ise gözleri oyulmuş.

Bu orospu çocuklarının sayısı her geçen gün artıyor. Kediye, köpeğe, eşeğe, ineğe v.s. v.s. Kendisinden güçsüz her türlü varlığı yok etmeye ve onu yok ederken, insanlık dışı güdülerle işkence ediyor.

İşkenceyi bunlara devlet öğretti, hâlâ da öğretmeye devam ediyor. Polis öğrenci eylemini dağıtırken, tek bir öğrenciyi 3 polis sopalarla dövüyor. Al işte sana işkence.

Şu yunusları bağlayıp, gözlerini oyanlarla, o polislerin ne farkı var?

Nasıl iğrenç bir toplum haline geliyoruz, gümbür gümbür hem de. Başbakan miting alanlarında ağzına geleni söylüyor, önüne geleni hedef gösteriyor, dilinin ayarı yok. Bir ülkede başbakan böylesi tavırlar sergilerse, o ülkenin vatandaşının sağlıklı hareket etmesi olanak dahilinde mi? Tabii ki hayır.

Psikopat, sadist, beyinsiz bir nesil yetişiyor. Artık ABD'yi aratmayacak nitelikte katillerimiz, şahane suikastçılarımız var. Hatta iş öyle bir noktaya geldi ki, bu orospu çocukları isimleri için patent bile alabiliyor.

Türkiye hakikaten değişiyor. Büyük bir değişim hem de. Kimbilir daha neler göreceğiz... İnsan sayısı azalmaya başladı, hayra alamet değil.

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Aranızdan bir tane adam bile çıkmayacak mı ?


Çok tartışmaya gerek yok. Emre Belözoğlu-Okan Buruk ve Ahmet Bulut menajerlik firmasının ortaklığını yapmaktadır.

Emre ve Okan'ın İnter'e transferinden bu yana, bu üçlü birlikte iş yapmaktadır.

Birileri Emre'nin adına, Ankaragücü forması giyen ve aynı menajerlik firmasının futbolcularından olan Kaan Söylemezgiller'e mesaj atıyor. Mesajın ne olduğunu artık takip eden herkes biliyordur.

Emre'nin adına mesaj atan kişi, Ekrem Okumuş. Güya menajerlik şirketinin ortaklarından ama ortaklık hikâşe çünkü Emre'nin adına işleri o yürütüyor. Çünkü profesyonel futbolcu, menajerlik yapamıyor.

Neyse aslında sorun, Emre'nin mesaj atması ya da Emre'nin adına bir rakibe mesaj gönderilmesi değil. Bunların Türkiye'de daha önce hiç yaşanmadığını sanarak, hayatımıza devam ediyorsak hepimiz embesilin önde gideniyiz. Bunların hepsi Türkiye'de yaşanıyor.

Temel sorun bu yaşananlar üstüne kimsenin kılını bile kıpırdatmaması. Ortada şaka diye geçiştirilmeye çalışılan çok ciddi bir olay var. Yetkili bir FIFA menajerinin ortağı, şampiyonluğu giden futbolcularının yine aynı şirkete ait bir başka takım oyuncusuna öyle pek de yenilmeyecek ve yutulurken, hazmedilmesi güç bir mesaj atıyor. İnsanlar bunu "Ama Emre atmamış, Emre'nin mesajı Fenerbahçe'yi ilgilendirmez" gibi deli saçması savunmalarla geçiştirmeye çalışıyor.

Ulan bu ülkede herkesin telefonu dinleniyor. Bir tane savcı çıkıp da, böyle bir iddia üzerine "Ya birader neler olmuş" deyip soruşturma başlatamıyor mu? Bu kadar mı zordur, adı geçen futbolcu ve menajerlerin telefon konuşmalarının ortaya çıkartılması?

Kolay değil çünkü tıpkı market raflarındaki konservelere döner bu mesele. Alttakini çektiğin an, her şey aşağıya iniverir. Siyasetçisinden, başkanına, futbolcusundan teknik direktörüne, taraftarından hakemine kadar herkes konservelerin altında kalır.

Bu yıl pislikten nemalanan Fenerbahçe oldu. "18'de 17 yaptık, Fenerbahçe'yiz, biz bize yeteriz" diye destanlar yazarak, herkes kendini kandırmaya devam etsin. Bu yıl bu pislikten nemalananlar, birkaç yıl sonra kuyruğuna basılmış it gibi bağıracaklar.

Bu ülkedeki futbol ortamı bu kadar işte. Herkes ne kadar pisliği varsa o derece mutlu.

Ya her şeyi bir kenara bırakın, bir kulüp başkanı hakem odasına dalıyor ve ağzına geleni söylüyor, buna karşı yaptırım bile uygulanmıyor. Sanki bu işin doğasında olan bir olaymış gibi içimize sindiriyoruz.

Futbolcusu saha ortasında, rakibinin gırtlağına insafsızca dirseği indiriyor sarı kartla geçiştiriliyor, ses yok.

Rakibinin üstüne bilerek kramponlarıyla dalıyor, ses yok.

Ülkede efsane ilan edilen adam Alex, rakibine taban dalıyor, ses yok

Her ceza alanı içine girdiğinde, balıkçının elleri arasındaki balık misali kayıveriyor penaltı çalınıyor, ses çıkartan yok. O zaman senelerce Arif Erdem'e boşuna küfretmişim. Böyle alçakça hareket edip, sahada eşini de öptün mü Türkiye'de senden büyüğü yok demek ki!

Şu olaylara konu olan futbolcusu hakemi tehdit ediyor ses yok.

Rakibinin gırtlağını kesmekle tehdit ediyor ses yok.

Kardeşim bu ülkede, bu kadar olan biten namussuzluğa sesini çıkartacak Fenerbahçeli hiç mi yok?

Bir tane şampiyonluk bütün değerlerin anasını sikiyor. Çığlık çığlığa bu namussuzluğa, şerefsizliğe sesini çıkartacak bir tane Fenerbahçeli bulamayacak mıyız?

Galatasaray da böyle şampiyon olursa, başarı diye adlandıranın amına koyayım.

Biriniz lan, biriniz.. Numune olarak bir tane Fenerbahçeli çıksın "Biz bu şampiyonluğu çaldık. İçime sinmedi" desin...

Şu Ahmet Bulut denen yavşakla iş yapan ne kadar Galatasaraylı futbolcu varsa, "Ya menajerinizi değiştirin ya da kendinize kulüp bulun" densin. Galatasaray'ın geleceği açısından yüz tane Drogba'dan daha olumlu bir iş yapılmış olur. Çünkü her türlü işin altından bu herifin pislikleri çıkmaya başladı.

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Edip Cansever'i esgeçmeden Barcelona zaferi


Bu tip maçlarla ilgili herkes yazıyor, o yüzden sevmiyorum bir şeyler söylemeyi ama nasılsa "Barcelona 4-3-3, Manchester United bilmem hangi taktikle oynadı" türünden yorumlar yapmadığım için gönül rahatlığıyla bir şeyler karalayabilirim.

Barcelona'nın bende anlamı bambaşkadır. Schusterli, Urruticoechealı, Terry Venableslı kadrosundan beri severim. 90'lı yılların başındaki Rüya Takım, o dönem izleyen her futbolseverin hakikaten tam anlamıyla rüyalarını gerçek kılmıştır.

Barcelona bir spor kulübünün ötesinde olmuştur her zaman. Bir halkın varolma çabasıdır aynı zamanda.

Hadiseye futbol açısından baktığımızda, son 10 yılda değişen, sahadan çok arenaya, futbolcudan çok gladyatöre benzeyen adamların kapladığı yeşil çimlerde, futbol oynamaktan çok oynatmamaya dayalı düzen hakim olmuşken, bir takım ortaya çıkıyor ve futbol oynayarak da başarı sağlanabileceğini, herkesin gözüne soka soka gösteriyor.

Barcelona sadece bu açıdan bile Tanrı'nın futbolseverlere bir lütfudur. Egolarından arınmış, sahada bir arkadaşı sakatlandığında bir futbolcunun değil de bir arkadaşı sakatlandığı için endişe taşıyan bir grup güzel insandan kurulu bu takıma söylenebilecek her türlü övgü kelimesi, biraz basit kalıyor.

Bu kadar başarı, belki bir süre sonra batmaya başlıyor insana. Fakat ister taraflı, ister tarafsız bakın bu kadar boktanlaşan futbol ortamına Barcelona gibi bir takım gerekiyor.

İzleyenler hatırlayacaktır; defans futbolunun ustalarından olan Lucescu'nun takımı Shaktar, benim bu yıl izlediğim maçlar içinde ilk yarım saat itibariyle Barcelona'yı perişan eden tek takım oldu, üstelik farklı yenilmesine rağmen. Bunu, defans uygulayarak değil, hücum yaparak başardı -tabii başarı görece oluyor fark yedikten sonra.

Rüyalar içinde değilim, yaldır yuldur hücum yaparak kazanılmayacağının farkındayım ama hiç mi sıkılmadınız kazmalardan oluşan bir futbol takımını izlemeyi?

Barcelonu elbet yenilmeye başlayacak, elbette kötü günler de yaşayacaktır ama şu son 5 yılda, hayatında en büyük zevklerinden biri futbol izlemek olan bir adamı çığlık çığlığa bağırtabiliyorsa, "Ulan futbol işte bu!" dedirtebiliyorsa, ardını sorgulamam bile.

Barcelona'yı okumayı en çok sevdiğim adam Eren taktik ya da teknik Barcelona yorumu okumak istiyorsanız, yazısını bekleyin. Hakikaten onun kaleminden bir başka lezzetli oluyor. O yüzden geciktirmesin yazısını...

Ve evet itiraf ediyorum müneccim boku yedim. Sabahtan beri maçın 3-1 olacağını söyleyip durdum herkese. İçime doğdu lan, yoksa yüz skor söylesem içinden biri tutardı. İker'i de salata yapsınlar, tadından yenmez. Paul'un boku olamaz. Rol kapmaya çalışmasın..

Dün Edip Cansever'in ölüm yıldönümüydü, esgeçmeyelim. Manchester United için gitsin...

YENİLİŞ

Açılmamış bir şarap şişesiydim
Ki öyle kaldım
Acımı köpürtmedim
İçime sağdım
Gözyaşlarımı göstermedim
Ki sildim
Özgürlüğüm beni tutsak düşürdü
Başaramadım

İçimde kara kara bulutlar sallandı
Ki sallandılar
Dışarı yağamadım

Ve yenildim ve sustum

EDİP CANSEVER

Abdurrahman Çelebi


Valla Paul'den gayrısı yalandır. Iker diye bir soytarı çıkmış, Şampiyonlar Finali'nde Manchester United'ın kazanacağı öngörüsünde bulunmuş.

'Koyunun olmadığı yerde keçiya Abdurrahman Çelebi' derlermiş. Paul öldü, meydan bu terbiyesizlere kaldı.

Akşam Barcelonam alır, maçın yıldızı Iniesta olur. Manchester United da Park'tan başka kimsede bir numara çıkmaz. Maç 3-1 biter..

Moda oldu haydi kıçınıza şemsiye sokun


Dünyanın her ülkesindeki beyinsizlere, Türkiye de katıldı. Bir anlamı var mı anlamış değilim. Anlamı varsa ve ben bilmiyorsam, kendimi kutlarım.

Bu kadar aptalca, beyinsizce bir şey görmedim hayatımda. Dünyada göte yarrak sokmak akım olsa, Beyoğlu'nda götlerine yarrak sokarak dolanan insanlar göreceğimizden eminim.

Ülkemin gerizekâlı ve mal insanları, alayınızdan nefret ediyorum.

Sadece sizin aileniz kutsal ya!


Hepsinin ağzında aynı laf "Aile kutsaldır." Bunun üstünden siyaset dönüyor şu anda. Sanki bugüne kadar kutsal değildi de, birdenbire bunlar keşfetti ailenin kutsallığını.

Ama bir yere kadar kutsal. Sadece kendi aileleri olduğu zaman kutsal. Başkasının ailesi umurlarında bile değil. Tipik mal Türk halkı algısı. Herkesin karısına kızına yan gözle bakılır, iş kendi kızı, karısı olduğunda namusa dönüverir.

Müjde Ar, Kral TV Müzik Ödülleri'nde "Dün gece bir rüya gördüm. Aysel bana cennetten seslendi. Orada hiç siyasetçi yoktu" demiş.

Hükümetin AB'den sorumlu Bakanı Egemen Bağış ise yanıt vermiş, "Sanırım Müjde Hanım hane içi bir mesaj vermek istedi. Müjde hanıma daha hayırlı rüyalar temenni ediyorum. O bizim gençlerimizin rüyalarında her zaman olmuştur."

Bu kadar ucuz bir yanıt işte Müjde Ar kimsenin ailesine ait değil, birinin karısı değil tabii değil mi? İstediğini söyleyebilirsin geniş geniş. Müjde Ar orospu (!) sizin karılarınız, kızlarınız melek (!)

Barmenden bakan yaparsan bu kadar olur. Kendisi gündeme damga (!) vuruyor sürekli. İki gün önce "Che yaşasaydı Akp'ye oy verirdi" diyerek, çapı tartışılacak beyninden örnekler sundu.

Aile kutsal güya. Ama sadece kendi aileleri. Ondan gayrısına dilediğini söyle, alabildiğine aşağıla.

Ya küfür edeceğim başım belaya girecek.

Ucuz ve basit herifler.

Ah be Serdar sen ne yaptın?


Serdar Kesimal'ın facebook sayfası.

Vallahi billahi Aziz Yıldırım, kulaklarını uzatır elemanın.

Süpermiş bu arada...

27 Mayıs 2011 Cuma

Offfff ne seksi bir vali bu!

"Benim valim", "Benim emniyet müdürüm" anlayışı böyle tezahür ediyor.

Bitlis Valisi Nurettin Yılmaz'la, Emniyet Müdürü Halil İbrahim Doğan, kentte esnaf ziyaretleri yapıp, Akp'ye oy isterken, halkın tepkisiyle -çok haklı olarak- karşılaşmış ve bir dükkâna sığınmak zorunda kalmışlar.

Son 7 yılda valiler, kaymakamlar kamyon üstünde kömür dağıtımı, evlere makarna paket servisi, elden para dağıtımı gibi işlerle ilgileniyorlar.

Tabii vali, Tayyip'in valisi. O ne derse öyle olmak zorunda.

Görülmüş müdür şöyle bir rezalet? Valilerin görevleri hükümet partilerine oy dilenmek midir? Kamyon üstünde kömür dağıtmak mıdır?

Herifler vali değil, parti teşkilatının il başkanı sanki. Hemen hepsi aynı şekilde davranıyor. Bundan gocunmuyorlar da. Paşa paşa yapıyorlar.

Devletin valisine emir kulluğu yapmak, el etek açmak yakışır mı? İnsan bunu kendisine nasıl yakıştırabilir?

Parti araçlarında deprem yardımı yapılır, valiler, emniyet müdürleri kapı kapı oy isterler, kaymakamlar gecenin köründe resmi binalarda elden para dağıtırlar. Kabile toplumlarında olacak şeyler, güya sosyal devlet Türkiye'de yaşanıyor.

Hayır, işin ilginci bunları gayet sıradan sayıyoruz. Hiç rahatsız olmuyoruz bunlardan. Hakikaten valinin görevi, iktidar partisi için oy istemekmiş gibi davranıyoruz.

Annem hep der, "İnsanın içi, yüzüne yansır" diye. Şunların hangisinin suratında meymenet var acaba? Hepsi başka bir dünyadan yeryüzüne indirilmiş gibi.

Bunlar çıkartılırken, özel bir şey mi yeniyor acaba? İki yüz gram keçi boynuzu pekmezi, biraz tulum peyniri, azıcık da karabiber al sana seksi vali.

Hakikaten ne çekici bir adamdır bu Nurettin! Heriften seksapel akıyor. Bir cezalandırılma yöntemi olmalı böyle dünyaya gelmek.

İsteyin siz oy, isteyin. Sandıkta oyları tersten gösterecekler, hiç merak etmeyin...

Motorlu imama müftülük baskısı


Bu genç arkadaş, 24 yaşında bir imam. İsmi Tarık Balkı.
Dalaman Müftülüğü, kendisini istifaya zorlamış.

Nedenleri şöyle sıralıyor müftü Selahattin Bozkurt: "Balkı’nun motosiklet tutkusu hastalık derecesine ulaşmış. Kendisini çok kez uyardım. Neredeyse evine motosiklet ile girecek durumdaydı. Kullandığı motosiklet sürat motoru olduğu için günlük motosikletlere benzemiyor ve dikkat çekiyor, köyde gürültü yapıyordu.
Bu nedenle gençlerle ve köylülerle arasında sorun çıktı. Bizi dinleseydi geleceği parlak bir imamdı. Ayrıca motosiklet tutkusu Facebook’a da yansımış. Facebook sayfasında garip garip fotoğraflar vardı. Köylüye ayak uyduramadı."


Türkiye'de mahalle baskısı vardı değil mi? Kendi deyimleriyle mütedeyyinlere karşı mahalle baskısı uygulanıyordu.

Mahalle baskısı öyle değil böyle oluyor. "Parlak bir imammış ama motosiklet kullanıyormuş. Üstelik de facebookta fotoğrafları varmış."

Tabii bizler de Heidi ve Peter'iz. Yedik bunları.

Aile kurumunun kutsallığı, gençleri korumak hikâyeleriyle hayatımızın her alanına müdahale ediliyor. Devlet beni ve ailemi korumaya kalkıyor, aklısıra.

Devlet önce kendine sahip çıksın. Kendini bağımsız kılmaya çalışsın. Okyanus ötelerinden emirler almasın, sonra vatandaşını sahiplensin.

Müslümanlığın şartları gibi, imamlığın da şartları olduğunu böylece öğrenmiş olduk. Yüksek sesle motosiklet kullanmak, motosiklet kullanmak, köylüye ayak uyduramamak gibi pek çok şart var.

Ayrıca bu ülkede Diyanet'e verilen para ve bu imamlara verilen paralar da sorgulanmalı. Güya din ve devlet işi ayrı ama devlet, para topluyor bunun için ve bütçeden en fazla nasiplenen kurum oluyor.

Ülkenin; ateisti, Alevisi, Katoliği, Protestanı da bu kuruma para veriyor. Bildiğin haraç aslında, başka bir anlamı yok. Din gönüllülük işiyse, imama ne gerek var? Allah'la arama niye elemanın biri giriyor?

Türkiye'de kurulmuş şu kokuşmuş düzenin en kokuşmuş parçalarından biridir Diyanet denen kurum. Oluk oluk para akıyor ve benim cebimden çıkıyor, bana sorulmadan.

Konudan uzaklaşmadan, eğer imam olacaksan da, sakalın bol olacak, alabildiğine bağnaz olacaksın ve motosiklet kullanmayacaksın. Motosiklet dinen günah ya! Hem de facebook'u varmış elemanın. Günahların en büyüğü lan Facebook. Öyle buyurmadı mı padişahımız?

Aklınızı sikeyim sizin...

26 Mayıs 2011 Perşembe

Krizi fırsata çevirdiler şimdi de depremi fırsata çeviriyorlar


Kütahya'nın Simav İlçesi'nde depremzedelere Kızılay yardımları böyle dağıtılıyor.

Krizi fırsata çeviren Akp hükümeti, şimdi de depremi fırsata çevirmiş durumda.

İnsanda vicdan olur, insanda ahlâk olur, insanda insanlık olur biraz. Pes artık pes.

Bu kadar iğrenç bir siyasi taktik sergilenemez. Kızılay yardımı dağıtıyorsunuz. Kızılay hükümetlerin kişisel yardım aracı değildir.

Bu nasıl bir ahlâksızlık örneğidir. Şirazeleri kaydı yemin ediyorum.

Dünya siyasi tarihinin en mide bulandırıcı siyasi partisi olma yolunda hızla ilerliyorlar.

Bu mu lan Müslümanlık!

25 Mayıs 2011 Çarşamba

'Hürriyet' yalandır -18 milyon kez siksinler sizi-


Bok atılacak ya ne söyleneceği bilinmiyor. Selçuk İnan'ın 18 milyon Euro ya da 21 milyon Euro alacağı söyleniyor.

Rakamlar açıklandı açıklama budur: "Galatasaray Sportif Sınai ve Ticari Yatırımlar A.Ş’den, İstanbul Menkul Kıymetler Borsasına (İMKB) gönderilen ve Kamuyu Aydınlatma Platformunda yer alan açıklamada, "Profesyonel futbol oyuncusu Selçuk İnan ile 2011-2012 futbol sezonundan başlamak üzere 5 futbol sezonu için sözleşme imzalanmıştır. Bu sözleşmeye göre oyuncuya her bir sezon için 2 milyon avro sabit transfer ücreti ve maç başına 15 bin avro ücret ödenecektir" ifadesine yer verildi.

Bu kadar terbiyesizce haber yapılmaz. Feridun'a sormak lazım duyumlarına göre kaç milyon Euro verildiğini.

Artık iş iyice rayından çıkmış durumda. 3 yıldır Galatasaray'a karşı aleni savaş yürütülüyor medyada. Yalan haberler havalarda uçuşuyor. Bunlar gazeteci filan değil, soytarı. Yarın Selçuk'un aldığı rakamı ufak kutu haber olarak verirler.

Rakamı milletin kafasına kazı, çocuğun üstünde psikolojik olarak etki yarat. Selçuk iki maç tökezlesin "21 milyon Euro'luk futbolcu" haberleri başlar.

Adi, aşağılık, pespaye, basit adamlardan, doğru düzgün işler beklemek de bizim hatamız.

Alayınız orospu çocuğusunuz.

18 milyon kez siksinler sizi.

Alfred Adler sizi bekler yavrular


Şimdi okuyanlar diyecek ki, "Bok atıyorsun". Yok cidden bok atmıyorum ama Emenike'ye verilen 9 milyon Euro ziyan olur gider. Hatta bir adım daha öteye taşıyıp, İkinci Preko vakası olur diye de ekliyorum.

Neden böyle diyorum? Çünkü Türkiye'ye gelen Afrikalı futbolcuların profilini iyi biliyorum. Türkiye bir-iki istisna hariç son durak olmuştur Afrikalılar için. Kendisini Türkiye'de geliştirip, giden Afrikalı oyuncu hatırlayanınız var mı? Bizde tersine işler bu süreç. Gelişmiş gelen Afrikalı futbolcu, geriye doğru evrim geçirir ve bir süre sonra da kaybolur gider.

Şundan şüphe etmeyin, Galatasaray'a da gelseydi aynı fikri savunurdum. Türkiye içinden Afrikalı transferi yapılmasının hiçbir faydası yoktur ama umarım Fenerbahçe'de başarılı olur ve Şampiyonlar Ligi'nde gollerini sıralar..

Karabük-Fenerbahçe maçı öncesinde başlayan ve şu transferin gerçekleştiği bugüne gelinen süreçte yaşananları düşündüğümüzde işin ahlâki boyutunun da olduğu su götürmez bir gerçek. Artık Emenike için verilen 9 milyon Euro bonservis bedelini de, o ahlâka sığdırmak lazım.

Selçuk İnan transferine gelince, futbolculuğunun yanı sıra, transferin gerçekleşmesi bakımından psikolojik ağırlığının daha fazla olduğunu düşünüyorum. Son bir haftadır "Selçuk Galatasaray'a ancak çaya gider" diyen Bilgiç (!) kişiliklerden, "Fenerbahçe, Türkiye'de her istediği oyuncuyu alır" diyen içgüveysine kadar -ve tabii ki mal taraftar bakış açısı- gereken yanıtı almıştır diye düşünüyorum.

Transferleri bile büyüklük psikolojisine sokup, "Biz istediğimizi alırız" diye böbürlenmek, alamayınca da "Biz zaten istemedik" noktasına taşımak, içlerdeki kompleksleri dökmek bakımından gayet yararlı oluyor.

Herkesin satın alınabileceğini, "O ne veriyorsa 1 fazlası" diyerek, insana meta gözüyle bakmak, futbol yorumculuğunu filan geçin, insanlığa pek sığmıyor.

Artık şu kahvedeki adam modundan sıyrılmak lazım. İşi sidik yarışına götürmek, insanları daha da birbirlerine düşman yapmaktan başka bir işe yaramıyor. Ama futbolcusu "Koyduk" diyen adamın kendi fikrinden ne hayır gelir?

Bu kadar böbürlenmek, her şeye sahip olabileceğini düşünenler için Selçuk İnan transferi gerekliydi Galatasaray'a.

Ama tabii bu zihniyet öyle ya da böyle bir biçimde su üstünde kalmayı beceriyor, zeytinyağı kıvamında olduğu için.

Futbolculuk meziyetlerine söyleyebilecek bir şeyim yok. Biraz ağır olması dışında pek fazla defosu olduğunu düşünmüyorum, umarım Galatasaray'da başarılı olur. Tahminim, Terim'in beynindeki 4-3-3'ün içinde barınabileceği yönünde.

Trabzonspor meselesine gelince, takım dağılıyor ve buna çare üretmek konusunda basiretsiz bir yönetim sergileniyor. Kuvvetle muhtemel Umut Bulut, Jaja ve Colman da yolcular arasında olacak. Silbaştan yapmak gibi bir durum söz konusu. Yine de enseyi karartmamaları gerekiyor, çünkü Şenol Güneş gibi ölüyü dirilten bir teknik direktöre sahipler.

"Galatasaray'a çaya gelir" ne demek lan ayrıca. İnsan rakibini bu kadar aşağılar mı? Lan otur şampiyonluğunun tadını çıkart. Hâlâ aklınız, fikriniz Galatasaray'da. Alfred Adler mezarından çıkıp gelse bu heriflerdeki aşağılık kompleksini çözemez.

'Hürriyet' faşizmdir (!)


Bak işte Türkiye'deki zihniyet profiline en iyi bakıştır şu Şenol Güneş'in açıklamaları sonrası, Türk basınının refleksleri.

Şenol Güneş, aleni -ve de çok haklı olarak- isim vererek, Hürriyet gazetesini suçladı. Suçlamaların tamamında haklılık payı var. Özellikle son 5-6 haftada leş üstüne üşüşen çakallar, akbabalar -teşbihte hata olmaz- gibi Trabzonspor'un üstüne çullandılar.

Duyum üstüne haber yapmaktan tutun da, Trabzonspor endeksli ve Fenerbahçe'nin rakipleri hedef alınarak yapılan ısmarlama işler yapıldı.

Hedefe giden yolda nasılsa her şey mübah olduğu için akla hayale sığmayacak senaryolar üretildi. Kimileri imzalı, kimileri imzasız bu haberlerde temel amaç Trabzonspor'un yıpratılmasıydı.

Şenol Güneş de, en sonunda bir basın toplantısı düzenleyerek, bunları açıkladı. İnsanlar Şenol Güneş'in bu tavrını eleştirse de, söylediklerinin pek çoğunda büyük haklılık payı var.

Lig TV ve Hürriyet şu ana kadar bu haberi görmezden geldi. Muhtemelen bir cevap mahiyetinde açıklama yapacaklardır. Ancak bunun adı tam anlamıyla sansürdür. Bir basın kuruluşu aleyhinde bir açıklama bile yapılsa, haber değeri taşıyan bu açıklamayı sayfasında vermek zorunda.

Lig TV konusuna girmek bile istemiyorum çünkü dün Şansal Büyüka'nın "Kardeşim, Fenerbahçe'nin de canı az yanmadı hakemlerden" cümlesi, aslında zihniyetin nasıl olduğunu gösteriyor. İnsanın aklına hemen kesilen kablolar geliyor. Demek ki, kendini haklı göstermenin yolu böyle oluyor.

Fenerbahçelilerin şampiyonluk sonrası üstlerine giydikleri "Biz bize yeteriz. Çünkü Fenerbahçeli'yiz" t-shirtleri ne yazık ki gerçeği yansıtmıyor. Çünkü -her ne kadar Fenerbahçeli dostlar bunu kabullenmese de- arkalarında dev bir medya desteği var. Üstelik bu destek, zaman zaman değil, sürekli ve daimi olarak kendilerine sunuluyor.

Şu an kendilerine yöneltilen eleştirileri sansürlemek bile bu desteğin bir göstergesidir.

Yazık ki, spor medyası futbolculuğunda iki kelimeyi bir araya getiremeyen futbolcu eskilerinin, soytarılık yapanların, şarkıcılıktan içgüveyliğine dikey geçiş yapanların yuvalandığı bir yer haline geldi.

Ercan Saatçi'nin Galatasaraylı ya da Beşiktaşlı versiyonu sizce basında kalıcı olabilir mi? Ya da Meriç gibi bir götverenin Fenerbahçesiz hali senelerce basında tutulur mu?

Türkiye'de bugüne kadar herhangi birinden "Arkadaş, ben duyum aldım, ispatlayamam ama XSpor takımının taraftarları, Ahmet'e küfür ederek kırmızı kart görmesine sağlayacak" diye haber çıktığını gördünüz mü?

Olmaz, yaptırmazlar adama. Bak sadece şu kadarını söyleyeyim, bu ülkede Antu'dan haber yapan, yaptıran spor müdürleri var. Bunlar olduğu sürece kimse "Biz bize yeteriz" edebiyatı yapmasın. Çünkü "Biz bize" dediğiniz, büyük bir güç oluyor. İnsanlar zaten bu güç ve küstah tavır karşısında Fenerbahçe'nin şampiyonluğunu istemiyor.

20 yıl önce neden durum böyle değildi? Ne değişti? Bunları sorgulamak da benim işim değil.

Başa dönelim, Türk basını sansürcü zihniyetini bir kez daha ortaya sermiştir. Şu anda Şenol Güneş'e sansür uygulanmaktadır. Üstelik buna yayıncı kuruluş da dahil.

Şekip Mosturoğlu, Aziz Yıldırım, Aykut Kocaman basın toplantısı düzenlediğinde bütün haber kanalları bile canlı yayınlarken, yapılmış bir basın toplantısı bile içe sindirilemiyorsa, buna ayıp denir.

Ama Türk basını her şeyi geç algılar. 7 yıl önce RTE'ye düzülen methiyelerle bugünkü eleştirileri üst üste koyduğunuz anda bunu anlarsınız.

Sansürün her türlüsü tehlikeli ve faşist zihniyet ürünüdür. Sağa sola Hürriyet Treni göndermekle özgürlük olmuyor.

Not: Anadolu Ajansı da haberi sansürlü olarak geçti ve Hürriyet ile Lig TV bölümlerine yer vermedi.

24 Mayıs 2011 Salı

Galatasaray'dan bir bok olmaz -2-


Eyvallah Fatih Terim 1996-2000 yılları arasında Türk futbolunda bir daha tekrarlanması güç bir başarı yakaladı. Bunu kabul etmemek aptallık olur. Ama hepsi o kadar.

Terim 2000 yılında pause düğmesine bastı ve orada kaldı. Kimse çıkıp "Avrupa Şampiyonası'nda 3.lük" filan demesin. Cech'in elinden kaçırdığı top, kariyerinin tamamen durmasına neden olmuştu. Şans pek çok zaman insana yardım etmiyor fakat Terim, o şanstan bol bol nasiplendi.

Şimdi kariyerini yeniden ayağa kaldırmak için yeni bir fırsat ayağına geldi ama Terim daha ilk hamlesinde sınıfta kaldı. Kendisine yardımcı olarak seçtiği "Hasan Şaş, Ümit Davala ve Taffarel" isimleri yanlış açılış yapan satranççıya benziyor.

Ortalarda dolanan pek çok isim var. Olur ya da olmaz onu bilmiyorum ama Drogba'yı çalıştıracak adam Hasan Şaş mıdır, Ümit Davala mıdır?
Hasan Şaş, Drogba'ya ne öğretebilir, neyi anlatabilir biri açıklarsa sevinirim. Çünkü benim fındık beynim bu hamleyi anlamış değil. Keza Ümit Davala da aynı şekilde. Kaldı ki, Skibbe'nin yardımcısı olarak geldiği zaman hangi yeteneklerini sergiledi, nasıl meziyetler ortaya döktü ki, yeniden göreve getiriliyor?

Hadi diyelim işin bu noktasını geçtik. Herhangi biriniz şunu düşünebiliyor musunuz? Galatasaray, XSpor karşısında 2-0 geride ve Terim hatalı bir hamle yapıyor. Hasan Şaş ya da Ümit Davala "Fatih Hoca yanlış yapıyorsun. Ahmet yerine Mehmet'i alsan, forveti 3'lesek" gibi bir cümle kurabilir mi?

Terim'in ders almayıp, ders vermeye devam ettiği daha 4. günde kendini belli etti. Şu geçmiş saplantısından, 2000 ruhundan artık sıyrılmak gerekir. Nedir bu aptalca ısrar anlamış değilim. 2000 yılından bu yana her sene o ruhu arayıp duruyoruz. Eğer aranan ruhsa 2011 ruhu yarat. Yaratamıyorsun ve yaratamayacaksın çünkü elde Hagi gibi bir sihirbaz yok!

Tabii tüm bunların üstüne altyapının başına getirildiği söylenen Hakan Ünsal gerçeği var. Bugüne kadar köşe yazarlığında gösterdiği müthiş performansa dayanarak, kendisini altyapının başına uygun görmüş, İmparator hazretleri.

Artık altyapıdaki çocuklar, hem futbol oynayıp aynı zamanda nasıl oruç tutulur, takımdaşlık gereği toplu Cuma namazlarına nasıl gidilir, küçük yaşlardan itibaren yabancı futbolcu düşmanlığı nasıl yapılır hepsini bir bir öğretir Hakan Ünsal abileri.

Pek çok kişi Fatih Terim'in göreve getirilmesinden çok ümitvardı ama eğer ki şu isimler göreve getirildiyse, 3. Fatih Terim döneminin 25 Mayıs 2011 tarihi itibariyle sonunu belli etmiştir.

Yazık ki, hâlâ 2000'den medet umuluyor ve o başarı üstünden yeni bir yapılanmaya gidilmeye çalışılıyor. Oysa o ruh, 17 Mayıs 2000 tarihinde görevini gerçekleştirdi ve misyonunu tamamladı.

Ben gelecek yabancı oyunculara şimdiden üzülmeye başladım. Hiçbirinin uzun vadede başarılı olabileceğini düşünmüyorum bu kafa yapısı içinde. Hakan Ünsal'ın, Hasan Şaş'ın yabancı futbolcular hakkındaki düşüncelerini gayet yakından biliyoruz. 40 yaşından sonra hidayete ermelerini bekliyorsak, daha çoooooook 2000 ruhu bekleriz.

Göreceksiniz gelen yabancı futbolcular ya Türkiye'ye adapte olamayacaklar, ya müzmin sakat olacaklar ya da suratları beş karış top oynayacaklar.

Galatasaray bu yıl harcanacak paralarla birlikte çok daha büyük bir çöküş sürecinin içine girecektir.

İsteyen umudunu korusun, isteyen İmparator'una sahip çıksın. Olacak oğlak bokundan belli olur misali, gelecekte bizi bekleyen sonu görmemek için en iyisi gözlerimizi kapatıp bir an önce bunun da geçmesini bekleyelim.

Şu biat kültüründen kurtulamadığımız sürece Galatasaray'dan bir bok olmaz. Geçen yıl 29 Temmuz akşamı Ali Sami Yen'deki 2-2'lik OFK maçından sonra da aynı şeyi söylemiştim, şimdi daha erkene alarak 25 Mayıs'ta aynı cümleyi tekrarlayacağım; Galatasaray'dan bir bok olmaz...

Ama burası Türkiye iki transfer, bir galibiyetten sonra herkes "İmparatorr Fatih Terim" diye gırtlağını yırtmaya başlar. Başarı dediğiniz şey, salt şampiyonluksa, Türkiye'de şampiyonlukların nasıl geldiğini hep birlikte izledik bu yıl. Cihan Kamer, Hüseyin Ersan Topbaş'ın sihirli dokunuşlarından bir tanesini de çiçeği burnunda vekilimiz Hakan Şükür yapıverir sihirli değneğiyle, al işte sana başarı...

Neyse iyi yanından bakalım, "Kadıköy'de büyü mü var?" diyen Hasan Şaş göreve geldiyse, sırtımız bir daha yere gelmez.
Florya'dan Kadıköy'e kadar kurşun boru hattı döşeriz, o sayede kazanabiliriz belki.

Taffarel için hiçbir şey söyleyemiyorum ama şundan eminim kimse Nezihi'den daha kötü bir çalıştırıcı olamaz.

Pikniğe gel!


Hüseyin Üzmez ve Müslüm Gündüz piknik yapmışlar bugün.

Sanırım birbirlerine taciz, tecavüz ve cinsel ilişki hikâyelerini anlatmışlardır.

"Lan Hüseyin Abi, iyi yırttın valla"
"Müslüm gözüm, sen de şimdi yakalansan bir şey olmazdı devir değişti"
"Hahahahhahaha"
"Çocuklar kanatları uzatıverin"


Yakınlardan geçen olmamıştır umarım. Bunlardan bir bok kurtulmuyor çünkü...

Maymunlar cehennemi

Şampiyon olduğun zaman her şeyi yapabilme hakkına sahipsin bu ülkede.
Statta şampiyonluk kutladığında "Koyduk" ya da daha önce yaptığın gibi "Ananın amı" diye bağırabilirsin.

Bu öylesine bir aşağılık kompleksi ki, şampiyon olduğun akşam Galatasaray Lisesi'ne bayrak asarak, fındık beyinlerce şampiyonluğu taçlandırmaya çabalıyorsun. Ne gerek var ki, zaten şampiyonsun, eğlen eğlenebildiğin kadar, doyasıya kutla.

Bayrağı Galatasaray Lisesi'ne asınca, şampiyonluğun yanında bonus olarak Türkiye Kupası'nı da mı verecekler sana? Ya da Avrupa'dan herhangi bir kupanın da mı sahibi oldun?

Misal Galatasaray şampiyon olsa, aklımın ucundan bile geçmez, gidip Fenerbahçe Lisesi'ne bayrak asmak. Sevineceğim bambaşka şeyler var, o yüzden aklıma bile gelmez.

İşin bir de ukalalık boyutu var. Şampiyon olduktan sonra biri, "Yarın Türkiye'de resmi tatil olmalı. Çünkü Fenerbahçe’nin büyüklüğü her yeri kitleyecek." der, diğeri "Gerçeği konuşmak gerekirse Türkiye’deki bütün kulüplerin üzerinde bir camia." der, öbürü, "Türkiye'nin 4'te 1'ine armağan olsun" der.

Mutlaka mesaj vermek gerekiyor ya. Birine taş atmadan, tek başına şampiyonluğun tadı çıkmıyor. Diğerlerini aşağılayacaksın, öteleyeceksin ki tadı çıksın.

Neyse hepimize 'koydular' o yüzden mutlu olsun Fenerbahçe'nin şampiyonluğu.

Galatasaray Lisesi'ne bayrak da astılar. Artık sırtları yere gelmez. Şampiyonlar Ligi'nde minimum yarı final görürler. Boru mu lan! 5.5 asırlık çınarın kapısına sarı-lacivert bayrak asmış maymunun biri tırmanıp.

O değil de, Türkiye'de Fenerbahçeli sayısı fena halde azalmış. Bundan 25 sene önce Fenerbahçe şampiyon olduğunda evlerin yarısından fazlasında sarı-lacivert bayrak olurdu. Dün özellikle bakındım, doğru dürüst bayrak göremedim. Ya bayrak satışları az, ya Fenerbahçeli sayısı.

"Bir gün herkes Fenerbahçeli olacak" diye diye, ortalıkta Fenerbahçeli kalmamış.

Her şey bir yana Fnerbahçe'nin 18. şampiyonluğu kutlu olsun. Bir de adam gibi kutlamayı becerebilseniz iyi olacak.

Volkan'a gelince; hiçbir zaman fikrim değişmedi. Hep öyleydi, hâlâ öyle...

Galatasaray Lisesi'ne bayrak asacağınıza Galatasaray Lisesi gibi bir eğitim kurumu oluşturmaya bakın. Yeri gelir, bayrağı götüne bile sokarsın, önemli olan o değil.

20 Mayıs 2011 Cuma

Unutmayacağım


Rijkaard'ın nasıl satıldığını,

Futbol Federasyonu denen kurumun çifte standartlarını,

Hakemlerin saha içinde Galatasaray'ı nasıl doğradığını,

Servet'in Cem Sultan'a tokadını,

Florya'daki çetenin nasıl adam yediğini,

Arkadaş kontenjanından transfer yapıldığını,

Tribünlerin Galatasaray kaptanına küfür etmesini,

Galatasaray Başkanı'nın siyasal güce boyun eğmesini,

Suat Kılıç denen herifin taraftara sefil demesini,

Yasin Ekrem Serim denen yalakanın Galatasaraylılara kuş beyinli demesini,

Kendi evimizde, merhum başkan Özhan Canaydın'ı aciz gösteren TOKİ Başkanı'nı,

Spor basınının akbabalar gibi Galatasaray'ın düştüğü durumdan nemalanmasını,

Hagi'nin vedasını,

Evimiz Ali Sami Yen'in yıkılmasını,

Galatasaray'ın çiftlik gibi yönetilmesini,

Bir sezonda üç teknik direktör değiştirilmesini,

Eksi averajla ligin bitirilmesini,

Sahada formasını idrak etmemiş futbolcuları,

Kolundaki bandın verdiği onuru taşıyacağı yerden, yüzü ekşimekten kurtulmayan Galatasaray kaptanını,

Berbat transfer politikalarını,

Ayda 60 bin dolar para kazanıp, bir bok yapmayan Adnan Sezgin'i,

Kewell'ın yüzündeki gülümsemeyi,

Ali Sami Yen'e vedayı,

Unutmayacağım...

İşkence tadında bir sezon bitti. Şimdi sıra taraftarın en sevdiğim bölüme geldi, yani transfer sezonuna. Kim gelir, kim gider bilmiyorum.

Şu maçta gösterilen sarı kartları aklınıza getirin, bir de İstanbul'un karşı yakasındaki statta ayaklar kırılırcasına üstlerine basanları, hakemin gözüne baka baka küfür edenleri, sahaya, soyunma odasına inen başkanları düşünün.

Galatasaray ruhunu kaybetti, büyüklüğü zedelendi. Önce tamir edilmesi gerekenler bunlardır.

Bu sezon büyük bir kayıpla geçti belki ama çıkarılacak çok ders var. Bunlardan ders çıkartılmazsa, Galatasaray'ın sonu hayırlı değil. Umarım o dersler alınmıştır...

Yine de, hep dediğim gibi;

Ben seni şampiyon olacaksın diye sevmedim ki.

Yeni sezonda umudun adı sarı-kırmızı olsun...

Dün Siirt, bugün Amasya, yarın neresi?


Kendisini tanıyan var mıdır? Muhtemelen yoktur.

Bu arkadaş Amasya İl Özel İdare Müdürü B.I. 13 yaşındaki ufak bir kızla birlikte olmak için para vermiş, ona defalarca tecavüz etmiş aşağılık herifin teki.

Bunlar kamyon üstünde kömür, makarna dağıtan valilerin çalışma arkadaşları.

Ülke muhafazakârlaştıkça ahlâken çöküyor. Bu işleri yapan orospu çocukları da özellikle bu profildeki adamlar. Ehh yalan değil, herife dinen o yaştaki çocukla evlenebileceği söyleniyor. O yaştaki çocukla imamın karşısına geçip evleniyor, sonra da koynuna alıp çocuk yapıyor.

Ama B.I denen bu iğrenç suratlı pislik korkmasın, artık devlet bu tipleri koruyor. Hüseyin Üzmez abisi gibi dışarıya çıkıverir bir çırpıda. Hüseyin Üzmez'in salıverilmesiyle bu orospu çocukları daha fazla yüreklendi.

Herif içinden düşünüyor; "Lan, nasılsa Hüseyin Üzmez'i salıverdiler, ben yapsam ne olur ki? Üstelik devlet görevlisiyim."

Siirt'teki olayı hatırlayan var mı?
Ne oldu sonuç?
Koca bir hiç.

Devletin görevlilerinin karıştığı ortaya çıkan koca rezalette birkaç esnaf ceza aldı ve olayın üstü kapatıldı.

Hüseyin Üzmez'i salıveren mahkemeler, bu piçi de rahat rahat salıverir, kimsenin endişesi olmasın.

Birileri hâlâ internete, bilmem neye sansür uygulamaya çabalasın. Önce siz, içinizdeki pisliklerden arının sonra internete sıra gelir. Sen çocuk pornosunu önlüyorum bahanesiyle interneti sansürlerken, senin atadığın görevli, 13 yaşındaki çocuğa para karşılığında tecavüz ediyor.

Coşkun Irmak denen senarist bozması götverenin teki çıkar "Tecavüz sahnesi çok estetik oldu" diye böbürlenir.

Tecavüzün estetiği nasıl oluyor acaba? Bunu tecavüz mağdurlarına, yakınlarına anlatıversene bakalım.

Toplumu pisliklerden kurtarmak istiyorlarsa, önce zihinlerindeki o mide bulandırıcı algılarından arınmaları gerekiyor.

Küçük yaşta çocukla evlenilmeyeceğini, din ya da herhangi bir olgunun bunu doğrulayamayacağını kabullenecekler.

Yoksa dün Siirt, bugün Amasya, yarın bir başka yerde bunlarla karşılaşmaya devam edeceğiz.

Şu olay, ne kadar tiksinç bir zihniyetin iktidarda olduğunun başat göstergelerinden biridir.

Bunlar devlet görevlisi. Vay babalar vay.

19 Mayıs 2011 Perşembe

Aysal, Elmander, Terim ve gelsin kızılcık şerbetleri

Galatasaray başkanlık süreci boyunca bilinçli bir sessizliği tercih ettim. Adnan Polat'ın gitmesi gerektiği aşikârdı.

Ünal Aysal rekor oyla seçildi ve kendisini ilk kez uzun bir biçimde dinleme ve izleme imkânı buldum. Açıkça söylemek gerekirse, bana ciddi anlamda güven verdi. Ne söylediğini bilen, popülist söylemlerden uzak duran, konuşmaktan çok kendi deyimiyle bir 'eylem' adamı ve en önemlisi de aklı duygularının önünde.

Galatasaray'da 3. kez Fatih Terim sayfası açılıyor. Kendisine çok sıcak bakmadığımı takip edenler gayet iyi biliyor. Takip etmeyenler için söyleyebilirim ki, Fatih Terim'i yeniden Galatasaray'ın başında teknik direktör olarak görmek, beni fazlasıyla rahatsız edecek. Hoş, benim rahatsız olmam ne bu kulübü ne de bir başkasını ilgilendirir.

Fatih Terim'i hep İsviçre milli maçı sonrasında yaşananlar paralelinde hatırlıyorum. Ulusal takımın en büyük utançlarından birinde Terim'in koca bir imzası vardı çünkü. İnsanlara tepeden bakan, 'dünyayı ben yarattım' edası, işler iyi giderken sempatik görünen ama işler sarpa sardığında önüne geleni aşağılayan birinden hazzetmem de pek mümkün değil.

İşin kişisel kısmını bir tarafa alırsak, Fatih Terim'in oynattığı futbola da pek inanan biri değilim. Takıntılarının esiri olan, 'ben yarattım' demek için dökülen futbolcularda ısrar eden, sahada bir kaos yaratarak, sonuç çıkartmaya çalışan bir teknik direktör profili çiziyor.

Tabii ki, kimileri için bu profil salgılattığı adrenalin sayesinde heyecan verici ama ben heyecandan çok oturmuş, düzenli bir takım taraftarıyım.

Kaderin cilvesi olsa gerek "Yeter artık! İzlemek istemiyorum bu adamı" dediğim Terim'in başında olduğu Galatasaray'ın aldığı sonuçlarda nasıl tepkiler vereceğimi hiç bilmiyorum.

Ünal Aysal'a yeniden dönecek olursak, Galatasaray'ın kırgın taraftarını yapacağı hamlelerle kazandıracağı çok açık. "Bir hafta içinde çok önemli bir kaleci açıklayabiliriz" söylemi bile, taraftarın büyük bir kısmının gönlünü kazanması için yeterli.

Galatasaray yeni bir yapılanmaya giderken, keşke Terim'le başlamasıydı. Aynı suda yıkana yıkana Ganj Nehri kenarında hacı olan Hindulara döndük. Ama UEFA Kupası gibi bir kredibilite olunca, pek çok kişi hacı olmaya razı.

Ünal Aysal'ın 1 saat 20 dakikalık konuşması boyunca benim adıma söylediği en önemli şey, kulübün Kasım ayına kadar 120 milyon dolar gibi bir rakam ödemesi gerektiği ve birtakım gelirlerinin temlik altına aldırıldığıdır.

Bunu şunu için önemsiyorum; hani şu "Evet abi Adnan Polat sportif açıdan başarısız ama mali açıdan son derece önemli işler başardı" diyenler var ya? Ne kadar başarılı bir mali portre olduğunu anladık!

Bu takıma gönül veren akil adamlar, Galatasaray'ın sorunlarının çözümünün transferlerla olmayacağını ısrarla söylüyor.

Ünal Aysal'ın bu 80 dakikalık konuşmasında Sağlık Kurulu, Florya, futbolcuların psikolojisi, nakit akışı gibi söylemlerini bu bağlamda değerlendirdiğimde, Galatasaray'ın başında akil bir adamın olduğunu görmek sevindirici.

Heyecan verici bir dönem başlayacak, bunu şimdiden görmek mümkün.

Çok umutlu olmasam da, yenildiği bir maçtan sonra gazeteci aşağılamayan, yaptığı hatalardan ders almış, takımı "Belki bu kez düşeş gelir" mantığıyla değil de, futbolun gerçekleriyle örtüştüğü sahaya çıkartan, komplekslerden uzak bir teknik direktör görmek.
Umuyorum; Nihat, Tuncay, Semih transferlerini görmeyiz. Bunları gördüğüm an, benim açımdan her şey başlamadan bitecektir...

Takım tutmak, garip bir duygu vesselam. Kan kusup, kızılcık şerbeti içeceğim sanırım...

Yazmadan önce aklımdaydı, unutmuşum; şimdi aklıma geldi. "Söz konusu Galatasaray olunca gerisi teferruat" diyen Terim acaba devre arasında kendisine teklifte bulunulduğunda neden benzer bir cümleyi kurmadı, merak etmiyor değilim...

Kayıkçı kavgası


Bu pankart Ankara'da ülkenin başbakanı konuşurken asıldı.
Özel koruma görevlileri geldi ve evin içine girdi.
Gayet medeni bir biçimde gösterilen tepkiye, tahammül olmadı.
Kendisinin, partisinin, hoşgörü anlayışı bu kadar.


Bu pankart da, Tunceli'de dün gece şehirde panolarde yer alan Kürtçe CHP afişlerinin kaldırılmasına yönelik asılan bir tepki afişiydi.
Polisler geldi ve bu pankartın kaldırılmasını istediler.
Gayet medeni bir biçimde gösterilen tepkiye, tahammül olmadı.
Partisinin ve kendisinin hoşgörü anlayışı bu kadar.

Bir bardak suda kopartılan CHP, AKP kavgasının taraflarının tek derdi, sisteme hakim olmak. "Ona yar olmasın, benim olsun" durumu.

Siyasi iktidarın uygulamaları bir kitle tarafından yoğun biçimde eleştiriliyor.
Dün de, bugün eleştirilenler, başkalarını eleştiriyordu.
Aslında bu, birbirinin neredeyse tıpatıp olduklarının bir kanıtı.

Kendilerine yöneltilen hiçbir eleştiriye tahammülleri yok.


Bunlar Yusuf ve Rojdar kardeşler. Cizre'de göstericilerin polise barikat olsun diye yaktığı lastikleri, polisin göstericileri dağıtmak için attığı gaz bombası kapsüllerini toplayarak, evlerine birkaç kuruş para götürmeye çabalıyor.


Bu da Ganime Ana. Ahırdan bozma bir evde yaşam mücadelesi veriyor. Yoksullukla mücadele ediyor, hayata tutunmaya çabalıyor.

Filler üste tepinirken, çimenler eziliyor. AKP ya da CHP'nin umrunda mı?

Yoksulluğu bitirmek için gelenlerle, yoksulluğu bitirmek için gelmeye taahhüt edenler aynı kaba sıçıyor, aynı kaptan besleniyor.

Boktan bir sahne, iğrenç oyuncular, birbirine benzer senaryolarla iyi bir film ortaya çıkmaz.

'Anıtkabir'de sap gibi durmaya gerek yok'


Tükürdüğünü yalamayacaksın.

Adamı öyle dikiyorlar işte...

18 Mayıs 2011 Çarşamba

'Romantik devrimciler' ile 'teröristler'


Bu ülkede Deniz Gezmiş'i herkes sahiplenir ama İbrahim Kaypakkaya'ya kimse itibar etmez. İnsanlar Che rozetleri taşır ama İbrahim Kaypakkaya'dan uzak durur.

Türk solu için çok önemlidir İbo. "Ser verip, sır vermemiş" bir devrimcidir. Her gün bir parmağını keserler, vücuduna bıçaklarla kesip içine tuz koyup kapatırlar, parça parça keserler ama İbo konuşmaz.

İbo'yu; sahiplenilen, sevimli gösterilen diğer devrimci figürlerden ayıran, Kemalizm eleştirileridir. Türk solunda bu nedenle önemli bir mihenk taşıdır. Kemalizmi diktatörlükten başlayarak, sömürgeciliğe kadar uzanan sert eleştiriler yöneltmiştir.

Bugün İbo'nun ölümyıldönümü. 38 yıldır işkencecileri meçhul. Devlet eliyle işkenceye maruz kalan, yüzlerce devrimcinin içinde; sistemi, ülke tarihini en korkusuzca eleştiren isimlerden biriydi.

O yüzden de, Türkiye solunda İbo hak ettiği saygıyı asla görmemiştir.

Deniz'i, Yusuf'u, Hüseyin'i 'sempatik romantik devrimci'; Mahir'i, İbo'yu 'eli kanlı katil, terörist' olarak görmek, göstermek Türkiye'de devrimci harekete yapılan en büyük hakarettir.

İbo'yu işkenceden geçirmek, lime lime parçalara ayırmak serbest ama övmek suç. İşte size adalet.

Soyadına tahammül edilemeyen, mezarı bile rahat bırakılmayan İbrahim Kaypakkaya, gerçek anlamda direnişin sembolüdür, öyle de kalacaktır.

Gazeteciliğin aptallıkla buluşması


Her seferinde aynı şeyi söylüyormuş gibi hissetsem de, bu ülkede gazetecilik yapan insanların da cahil, aptal olması sinir bozucu bir durum.

Spor basını denilen şey, içi boş, kof, hamasi söylemlere dayalı, yalanlardan ibaret.

Transfer haberi yapıyorsun eyvallah.
Bu transferde iki takımı kapıştırıyorsun eyvallah.
Kendince isim ve rakam belirlemişsin eyvallah.

Ama birader bu kadar aptal olunmaz ki! Galatasaray, Sezer Öztürk'ün transferi için Liverpool'un malı olan Insua'yı nasıl takasta kullanabilir ki?

Bir tane adam birinci sayfada çıkmış bu haber için "Lan durun, Insua Galatasaray'ın oyuncusu değil" demez mi?

Kimse mi bilmiyor, Insua'nın durumunu. Bu haberi yapanı, dansöz kıyafetiyle şirketin içinde dolaştırmak lazım. Bir daha yalan haber yapmayana kadar, bilmediği konuda sallamayana kadar, aklı başına gelsin diye.

Lan bu kadar da aptal olunmaz ya...

17 Mayıs 2011 Salı

Türk futbolunun 'Zafere Kaçış'ı 17 Mayıs 2000


Bologna maçı ilk tur, Fenerbahçeli bir arkadaşım var Naim, "Bologna'yı eleyemez Galatasaray. İtalyanlar'ı geçmek zordur. Bu turda elenirsiniz" diyor.
"Bekleyip görmek lazım, bu yıl takıma güveniyorum." diye yanıtlıyorum. İlk maç ve ikinci maç Naim yanımda "Bologna iyi bir takım değilmiş. Bundan sonraki turda patlarsınız ama".

İkinci turda rakip Dortmund. Naim "Dortmund sizi kabak gibi oyar. Her iki maçta da yenilirsiniz. Herifler birkaç sezon önce Şampiyonlar Ligi'ni aldı daha." diyor.
"Naimciğim, bak bir önceki turda da böyle çok emin konuştun, hatırlıyorsan. Oynanmamış maç hakkında yorum yapıyorsun gereksiz yere." diye yanıt veriyorum.
Hagi'nin muhteşem golü, Hakan Ş'nin inanılmaz vuruşu ve turu atlıyoruz.
Naim, "Ahı gitmiş vahı kalmış lan bunların. Bu muymuş abarttıkları Dortmund." diye burun kıvırıyor sonuca.

Rakip Real Mallorca. Pek çok Fenerbahçeli gibi Galatasaray'ın bir an önce elenmesini bekleyen Naim yine işbaşında "Herifler geçen yıl İspanya Ligi'nin altını üstüne getirdiler. İki maçta da, bırak beraberliği gol atamazsınız."
"Valla Dortmund'u eledikten sonra kimseden çekinmiyorum Naimciğim. Mallorca'yı da eleyebiliriz. Ama sen konuşmaya devam et, iyi geliyor" diyorum.
İspanya'da turu aşırtıp işi bitiriyoruz. Naim, "Ulan harbiden ballısınız. Geçen yılki takımdan eser kalmamış. Bitmiş bu Mallorca, bir daha İspanya Ligi'nden maç bile izlemem." diye hem sinir yapıyor, hem de içten içe bir endişe kaplıyor.

Yarı finalde Leeds United ile eşleşiyoruz. İçimde "Bu kupayı alacağız" duygusu, su yüzüne çıkmış. Naim sinirden kuduruyor. Bu kez yine kendinden emin "Hahahaha, Leeds geldi, Leeds. Eğer beraberlik alırsanız iki maçtan birinde, bir daha futbol konusunda yorumda bulunmayacağım."
İlk turlarda yaptığı konuşmalar sinirimi bozuyordu oysa her konuştuğunda kupaya yaklaştığımızı görmek suratıma sırıtma duygusu yaratıyor, "Naim bak kupayı almaya doğru ilerliyoruz, farkında değilsin. Mantıksız yorumlar yapıyorsun."

Leeds'te Hagi'nin Elland Road'u sessizliğe gömen penaltısı, Hakan Ş'nin kariyeri boyunca attığı en güzel gollerden biri ve "Spor tarihinin en ballı takımı olarak finale yükseldiniz. Var ya, süper şerefsiz bir takımsınız. Adamların taraftarlarını öldürdünüz, beyin olarak bittiler. Yoksa ağzınıza sıçarlardı."

En sonunda final maçı gelip çatıyor. Bir öğrenci evindeyim. Kaç tane sigara içtim bilmiyorum. Evin içinde çoğunluğu Fenerbahçeli olan bir gruplayım. Biri hariç hepsi Arsenal'i destekliyor.

Maçın başlamasına 15-20 dakika var. Balkona çıkıp bir sigara yakıyorum. İlk gittiğim Galatasaray maçı aklımda, 5-0'lık Neuchatel Xamax maçı, İnönü Stadı'nda Galatasaray'a küfrettiğim 1-0 yenildiğimiz Banik Ostrava maçı, Hayrettin, Uğur, Muhammet, Rambo Yusuf, Prekazi, Hagi, hepsi birkaç nefeslik sigaraya sığıyor.

İçeri giriyorum, 5 dakika ya var ya yok. Naim kendinden gayet emin bir biçimde, "Acıyorum size biliyor musun? Bir final maçında en fazla fark yiyecek takım olarak tarihe geçeceksiniz. Rezil olacaksınız ve pişman olacaksınız finale çıktığınız için."
Gülümsüyorum sadece "Biz bu kupayı alırız Naim. Ümitsizce çırpınıyorsunuz, farkında bile değilsiniz."

Maçla ilgili hatırladıklarım o kadar az ki. Penaltılardan sonra zıplıyorum ayağa "Budur lan budur" diye bağırıyorum.

Gülemiyorum, ağlayamıyorum, donup kalmışım. Oysa çok emindim kupayı alacağımızdan.

Maçın bitiminde Fenerbahçeli olan annem arıyor telefonda "Oğlum ben artık Galatasaraylı oldum" diyor, ağlayarak. Koyveriyorum kendimi, avazım çıktığı kadar ağlamaya başlıyorum, "Seni çok seviyorum anne" diyerek.

Telefonu kapatıyorum, beni Galatasaraylı yapan Ayhan dayım arıyor, "Aldık dayı aldık kupayı" diyorum, gözlerimde yaşlarla.

İçeri giriyorum, Naim; "Penaltılarla alırsınız ancak. Bu maç 100 kere oynansa 99'unda yenilirdiniz, o biri denk geldi." diyor, suratı ekşi mi ekşi.

"Siktir git Naim" diyorum sadece.

Üstünden 11 yıl geçti. Birileri "Unutun artık hâlâ UEFA Kupası'yla övünüyorsunuz" diye 17 Mayıs'ı unutturmaya çalışıyor.

Üstüne koyabilecek keşke başka şeyler de yapabilseydik. Olmadı diye 17 Mayıs'ı unutacak değiliz. 17 Mayıs sadece Galatasaray'ın değil, bu ülkenin yüzakıdır.

17 Mayıs gecesi; Senegal'de Galatasaray bayrağı sallandıysa, Almanya, Fransa'da, Belçika'da, Hollanda'da, işçi Türkler 18 Mayıs sabahı göğüslerini gere gere fabrikalarına girdiyse, Türkiye'de insanlara umut aşıladıysa, kimseye unutturmaya niyetimiz yok.

17 Mayıs 2000 Türk futbolunun Zafere Kaçış'ıdır.

Naziler, müttefikleri omuzlara alıp stadyumdan kaçırıyor ama bize unutturulmaya çalışılıyor, "Hâlâ mı UEFA Kupası?" diyorlar.

Beyinlere kazınsın diye söylüyorum, 17 Mayıs 2000'i asla unutmayacağız. O gururu, onuru hep yaşayacağız. İster ligi 15. bitirelim, ister küme düşelim, ister 50 puan fark yiyelim.

Biz daha iyisini yapana kadar en iyisi bu...

O gece söylediğim gibi "Siktir git Naim!"

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Kıvamı tutmamış muhabirimsi yazardan ispatsız köşe yazısı


Türkiye'de köşe yazarlığı boyut atlamaya başladı. 'Yazar'lar, ne yazacağını bilemez halde, ortalarda kafası kesilmiş tavuk gibi bir sağa bir sola koşuşturuyorlar.

Eski futbolcuların, hakemlerin, teknik direktörlerin yazar olmasına zaten alışmış durumdayız. Hiçbir incelik içermeyen, sokakta arkadaşıyla konuşurmuş gibi yazanlar ortalığı sardı.

Uzun süreden bu yana ciddi anlamda spor köşe yazarı okumuyorum. Pazar günü elde gazete kahvaltı yaparken gözüm ilişti Hürriyet'te Feridun Niğdelioğlu'nun yazısına.

Yazının başlığı "Pes artık!". Okuduktan sonra, kendisine aynı tepkide bulundum. Yazı "Ligin son haftaları yaklaşırken yine o bildik, klasik dedikodular kulaktan kulağa yayılıyor" cümlesiyle başlıyor ve anlatmaya koyuluyor.

Daha yazının başında "İspatlayabilmem mümkün değildi" diyor. Yani henüz girişte savunmaya başlıyor ama bir taraftan da devam ediyor. "Ankaragücü taraftarı arasında bir grup var. Bu grup karşılaşma boyunca Emre Belözoğlu ve ailesine varan çok ağır hakaretler edecek. Böylece Emre sindirilmeye çalışılıp, kart görmesinin sağlanması hedefleniyor."

Muhabir mi yoksa yazar mı henüz kıvamı tutmamış Feridun'a sormak lazım "Hocam sen ispatlayamayacağın şeyi nasıl yazarsın?" diye.

Gazetelerde, 'köşe yazarı' diye görünen ispatı mümkün olmayan her iddiayı yazmak, gazetecinin işi değildir. Kaldı ki, gazeteci doğrulatamayacağı hiçbir şeyi sayfasına taşımaz. Taşımaya kalksa, ortalık spekülasyondan geçilmez.

Hayır, ayrıca niye Emre'ye küfrediliyor özellikle. Herifler kale arkasında, gider Volka'a küfreder.

Ligin sonunun gelmesiyle birlikte, gazeteler hakikaten işin bokunu çıkartmaya başladı. Ortalarda 'köşe yazarı' diye geçinen tipler yaptıkları haberlerle spor basınını yakından takip eden malları tavlamaya çalışıyor. Üstelik bunu başarıyorlar da.

Spor basınında şu son iki haftada çıkan sansasyonel haberlere bir bakalım.

Karabükspor-Fenerbahçe maçının hemen öncesinde; "Emenike aslında 31 yaşında", "Emenike'yle anlaşma sağlandı"

Bucaspor-Trabzonspor maçının öncesinde; "Bucaspor'dan çok tartışılacak karar", "Bucaspor 8 tane PAF oyuncusu ile maça çıkacak"

Fenerbahçe-Ankaragücü karşılaşması öncesinde; "Melih Gökçek bunu neden yaptı?", "Gökçek'in Fenerbahçe maçından önce 2 milyon Euro'luk prim dağıtması kafaları karıştırdı"

Tabii bunun yanında "Aziz Yıldırım, Selçuk'la anlaşma sağladı" haberini de iliştirivermek gerek, bir köşeye.

Şampiyonluk yarışı böylesine kızışmışken, baştan sona yalan, yönlendirme kokan bu haberlerin yapılmasının ardında, kusura bakmazsanız iyi niyet aramayacağım.

Bunlar ilk kez yaşanmıyor. Senelerdir yaşadığımız ve gördüğümüz tablonun benzeri. Bunları söylediğinizde "Haftalardır Gökhan Gönül ve Santos'la ilgili transfer haberleri çıkıyor ama" diye, aptallık boyutlarını aşmış bir argümanla savunmaya geçiliyor.

Maç boyunca Emre'ye küfredildi mi? Ailesine küfredildi mi?

Ben buradan Feridun'a küfrediyorum ama. Son günlerde siyasilerin moda sözüyle şöyle diyorum: "İspatlayamazsan şerefsizin önde gidenisin Feridun!"

"İspatlayamam ama" diye köşe yazana zaten şerefsiz derler.

Ne leş, cahil ve aptal adamlardan oluşuyor şu spor medyası. O yüzden birkaç isim çöldeki serap gibi sırıtıyor.

İspatlamazsan şerefsizsin Feridun...

15 Mayıs 2011 Pazar

Hem körsün, hem iş vermişiz, daha ne istiyorsun?


Görme engelli işçi Nurullah Mehmetoğlu: Biz burada asgari ücretle çalışıyoruz. Koşullarının iyileştirilmesini istiyoruz

Sağlık Bakanı Recep Akdağ: Gözlerin görmediği halde sana iş vermişiz. Para kazanıyorsun değil mi?

Görme engelli işçi Nurullah Mehmetoğlu: Evet. Müteahhit şirketlerin yanından ne zaman kurtulacağız?

Sağlık Bakanı Recep Akdağ: Müteahhit şirketlerde çalışacaksınız, para kazanacaksınız, hadi bakalım.

Güzellll, sizi gidi vicdanlı insanlar sizi. İş vermiş de, daha ne istiyormuş. Hem de görme engelliymiş.

Vicdansız herifler, iş verdiniz diye köle yapacaksınız insanları. Hiçbir talepte bulunmayacak kimse değil mi? Hepinize duacı olacaklar, öyle oldukları yerde oturacaklar.

"Hadi bakalım" diyor, utanmadan.

Bunlar Müslüman öyle mi? Neyse üstüne yazmayacağım daha fazla.

Recep'e yazmadan, okkalı salladım, siz de sallayın, kulaklarını çınlatalım.

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Yorumsuz


Başbakan Erdoğan, Rize'deydi.

Bu kadınların falçatayla bölüştüğü şey, Başbakan Erdoğan'ın konuşma yaptığı platforma serilen kırmızı halı.

Yorum yapmıyorum ve yapmayacağım.

Memleketin hali budur. Herkes göğsünü gere gere övünebilir...

13 Mayıs 2011 Cuma

Yaşasın bıyık kardeşliği


12 Eylül artığı YÖK'ün başkanı Yusuf Ziya Özcan bir günde iki bomba açıklamayla gönülleri fethetti.

İlk açıklama "Talebeler Ali Demir’in elini öpsünler ki, bizi dinleyip her şahsa özel kitapçık yaptı. Eğer olmasaydı binlerce kişi haksız yere birbirinin önüne geçecekti."

İkinci açıklama ise "Böyle bir sınavda Ali Bey'in istifa edebilmesi için öğrencilerin hakkaniyetine zarar veren bir icraatı olması lazım. Bugüne kadarki tecrübelerimizden ve yargının incelemesi sonucunda böyle bir husus ortaya çıkmadı. Hiçbir öğrencinin hakkı yenmedi. Kimse kimsenin önüne geçmedi veya arkasında kalmadı."

Zafer direnen badem bıyıklıların olacaktır. Yaşasın bıyık kardeşliği.

Bunlar pisliklerini böyle örtüyor işte. Önce Almanya'da yüzyılın dolandırıcılığı olarak kabul edilen Deniz Feneri davasını 3 yıldır bekleten savcıya soruşturma izni ver.

Sonra 3 yıldır bir dosyayı bekleten savcı 1 milyon 700 bin kitapçığı 'ne sihirdir ne keramet el çabukluğu marifet' yöntemiyle araştırıversin.

En sonunda da olay kapatılsın ve göğüsler gerile gerile "Bakınnnnnnn, çocuklarımızın üstünden prim yapmaya çalışıyorlarrrr. O kadarrrr alışmışlar yalana. O kadarrrrrrr alışmışlar iftiraya. O kadarrrrr alışmışlar çamura" diye ortalarda koftiden delikanlı olarak dolaşılsın.

Eyvallah, pisliğin üstünü örttünüz ama cicdanlarınızın haykıran sesini nasıl susturacaksınız bakalım.

Seçim sonu bekleniyor Gümüşsuyu Müftüsü'nün istifası için. Yoksa aleyhte kullanılır diye, bazılarının götü atıyor.

Daha önce şipşak tatmin olan Cumhurbaşkanı, "Dere geçilirken at değiştirilmez" demesi boşuna değil. O yüzden de kopyala-yapıştır Ali'yi ortalara çıkartmıyorlar.

"Dere geçerken at değiştirilmez" güzel bir söz tabii. Ama benim favorim halkın içinden çıkan deyişlerdir.

O yüzden, ülkenin yönetenlerine bakıyorum, garsona kafa atan kaymakamından, elde kömür, bulgur kamyon üstünde 'yardım' yapan valiye bakıyorum ve halk diliyle "Öyle göte böyle yarrak" diyorum.

Mevlana'nın bir sözü vardır, pek severim "Bir lafa bakarım laf mı diye, bir de söyleyene bakarım adam mı diye."

Şu süreçte yapılan açıklamalar, bu sözü aklıma getirdi.

Referandum meydanlarında götler yırtılırcasına "Darbelere karşıyız, biz de mağdur oldukkk, 12 Eylül Anayasası'nı kaldıracağız" diyen siyasilerin şu YÖK denen illegal kurumu kaldırmaya da pek niyeti yok gibi.

10 yıl önce ülkede ne kadar şikâyet edilen kurum varsa, geçir başına bir badem bıyıklıyı, sonra "Kurumlararası uyum düzeldi" diye sağa-sola caka sat.

O zaman ne diyoruz? Yaşasın bıyık kardeşliği.

Bıyık mı bıraksam lan acaba? Şöyle inceden inceye, hafif dudakları ıslatırım -ıslak dudak olmazsa olmaz-, saçları en biçimsizinden sağdan sola doğru tararım, güzel bir kumaş pantolon, fantastik kösele bir ayakkabı ile birkaç yıl içinde Türkiye'de tanınmış bir sima, köşeyi dönmüş bir işadamı, mevki sahibi bir gazeteci olmamam için tek bir neden kalmaz.

Offfff şu son paragraftaki kişiyi bir an için gözünüzün önüne getirin. Kapat lan gözünü, iki saniye düşün o tipi.

Hah, düşündün mü? Rüyanda görürsen küfretme sakın. Söyleme öyle şeyler, lütfen.

Seksi ama değil mi?

12 Mayıs 2011 Perşembe

Süper Ali


Yeni, süper etkili, yapıştırıcımız, hayırlara vesile olsun.

Yüzeye bastırmadan, hafifçe sürünüz. Uygulandığı yüzeyde, yüzde yüz kalıcılık sağlar. Asla ve asla elinize yapışmaz, sadece bulunduğu yüzeye tutunur.

Kullanım yerleri farklılık gösterir. Koltuğa, makama anında ve derhal yapışır.

Siz onu çıkartmak isteseniz de, çıkartamazsınız.

Japon yapıştırıcısı olsa, kendi kendini imha bile eder.

Japon yapıştırıcılarından farkı; gurur, onur, şeref, haysiyet gibi kavramları hiç mi hiç bilmez.

Özellikle öğrencilerin yakasına yapışır ve bırakmaz.

Eğer siz de tam etkili, yapıştırıcı etkisini hissetmek istiyorsanız "Süper Ali"yi kullanın.

Süper Ali yeni ve yüzde yüz etkili zamkınız, yapıştırıcınız.

Süper Ali
Süper Ali

Süper Ali

Süper Ali; bakkallarda, marketlerde, kırtasiyelerde, her yerde.

Kendisine olan yoğun talep nedeniyle, kısa süre piyasalarda bulamayabilirsiniz. Ancak çok yakında, Süper Ali vazgeçilmez yapıştırıcınız olacak.

Biz kullandık, çok etkilendik.

Siz de deneyin....


Farklı paketlerde, farklı kullanımlar için.

Yüzde yüz Türk malı.

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Herkese sokacak kadar kupa var müzede...


Aziz Yıldırım: Burası Galatasaray Spor Kulübü değildir. 10 sene önce biz öyleydik. Bugün Galatasaray Kulübü'nün saygı değer bir başkan adayı, (Fenerbahçe bizi geçmiştir. Hedef Fenerbahçe'yi yakalamaktır) diyor. Ben bundan gurur duyuyorum.

Hepimizin adına gurur duyuyorum. Geçmişte bir maç kazanırdık, sonra Galatasaray'ı yendik diye hayran olurduk. 10 senedir bizi sahamızda yenemiyorlar. 6-0 yendik, tarihe yazdık. Bu da bana ve arkadaşlarıma nasip oldu. Bir daha inşallah olursa onları da gönülden alkışlarız, sevinir mutlu oluruz.

Bazı insanlar aptaldır ve aptal kalmaya da mahkûmdur. Aziz Yıldırım'ın yaptığı şu açıklama ile hangi Galatasaray Başkan adayı "Fenerbahçe bizi geçmiştir. Hedef Fenerbahçe'yi yakalamaktır" cümlesini kurmuşsa, her ikisi de aptal kalmaya mahkûmdur.

Medya kendi mitlerini yaratıyor. Fenerbahçe'nin, Galatasaray'dan üstün olduğunu, Galatasaray'ı geçtiğini anlatıp duruyor. Bu o kadar sık yazılıyor ki, haliyle bir süre sonra insanların beynine kazınıyor.

Aziz Yıldırım hayal aleminde yaşıyor ve kendini hayallerle avutmaya çabalıyor. Bırakın Galatasaray'ın, Fenerbahçe'nin geride kalmasını, Galatasaray şu anki rezil tabloya bakarak bile rahatlıkla söyleyebilirim ki Fenerbahçe'nin kat be kat önündedir.

Aziz Yıldırım'ın ruh hali, sürekli yalan söyleyen insanların ruh haline benziyor. Yalanı söylüyor, etrafındakileri inandırıyor, bir süre sonra kendisi de inanmaya başlıyor.

Galatasaray ve Fenerbahçe 100 yıllarını devirmiş iki kulüptür. Bu kulüplerin kuruluş tarihi Aziz Yıldırım'la başlamıyor. Haaa ama de ki, "Benim başkanlık döneminde biz daha üstündük" eyvallah, yine anlaşılabilir bir durum. Ama Aziz unutuyor ki, bu kulüplerden biir 1905 diğeri ise 1907'de kuruldu. Durum böyle olunca, başarıda son 10 yılı baz almak gerizekâlılığın dik alasıdır.

Her iki takım da 17 kez mi şampiyon olmuş?
Galatasaray 14 kez Türkiye Kupası almış, sen 4 kez mi almışsın?
Lig şampiyonu ile kupa şampiyonunu karşı karşıya getiren Cumhurbaşkanlığı Kupası'nı Galatasaray 11, Fenerbahçe 7 kez mi kazanmış?
Basketbolda Galatasaray 4 kez, Fenerbahçe 4 kez mi şampiyon olmuş?
Basketbolda kupayı Galatasaray 2, Fenerbahçe 3 kez mi kazanmış?
Voleybolda erkeklerde Galatasaray 4, Fenerbahçe 2 kez mi şampiyon olmuş?
Voleybolda kadınlarda Galatasaray kazanamamış, Fenerbahçe 2 kez mi şampiyon olmuş?

Neyin başarısıdır bu, anlayan beri gelsin. Lokomotif şubelerdir şu yazdıklarım. Kim, kaç kez neyi kazanmış?

Bir mali başarı hikâyesidir gidiyor. Elbette başarının yolu artık paradan geçmeye başladı, sportif ruh yerini bol sıfırlı rakamlara bıraktı ama bu başarı denen işin göstergesi şampiyonluk ve kupa değil mi? Eeeeee, hâlâ ne boka Fenerbahçe'nin, Galatasaray'ı geçtiğini iddia ediyorsun?

Sesleri duyar gibiyim. "UEFA Kupası ile Süper Kupa'yı niye yazmadı bu adam?" acaba diye düşünenler olmuştur.

Biz o iki kupayı "Fenerbahçe, Galatasaray'dan daha başarılıdır" diye aptalca bir biçimde iddiada bulunanların götüne soktuk.

O göt Aziz Yıldırım'ınsa da, Galatasaray'ın başkan adayınınsa da fark etmez.

Herkesin götüne sokacak kadar kupa var müzede...

Ülkenin götünü siktiniz!

Deniz Feneri davasını 3 yıldır bekleten Ankara Cumhuriyet Savcısı, YGS'deki şifre, kopya iddialarına ilişkin 'takipsizlik' kararı verdi.

Sınava katılan bütün genç arkadaşlar, derhal dolaba koşup bir bardak soğuk su içsin bu kararın ardından.

Sinsi bir hırsız gibi gençlerin geleceklerini çalanlar da, götlerine Acem kınası yakabilir.

Yargıyı ele geçirmek bunun için önemliydi. Birtakım olayların üstünü örtüp "Bakın gördünüz mü, iftira atıyorlar, çamur atıyorlar. Bağımsız yargı olayı ortaya çıkarttı" diyebilecekler.

Aksi bir kararı beklemek aptallık olurdu. Ülkenin Cumhurbaşkanı, Başbakanı, bakanları 'tatmin' olduktan sonra, savcılarının tatmin olmamasının mümkünü yoktu.

15 gündür ortalarda görünmeyen profesörlüğünü kopyala-yapıştırla, tezini çalarak yazan Gümüşsuyu Müftüsü, şimdi televizyonlara, gazetelere çıkar "Bizim içimiz rahattı" diye konuşur.

"Memleketin çivisi çıktı" deyip duruyordum ama öyle değilmiz. Memleketi siktiler, sikmeye de devam ediyorlar. Bu kez sikilme sırası öğrencilerdeydi, bir de onlar tattı, bu eşsiz (!) duyguyu.

Sıra kimde hep birlikte göreceğiz.

Durmak yok; hak yemeye, adaletsizliğe, eşitsizliği, çalmaya, satmaya, yalana, talana devam...

Konu çok tartışılırsa, iki kaset patlatıverirler, hepimiz aval aval bakarız. Olmadı mı, Nihat Doğan adada götünü gösterir, onu konuşuruz.

1 milyon 700 bin genç arkadaşa geçmiş olsun. Cemaatçi piçlere de, selam olsun. Sizin imamınızdan, hocanıza kadar kim var, kim yok topunuzu filler siksin.