30 Haziran 2011 Perşembe

"Yanın, geberin" dediler ama onlar hâlâ yaşıyor


Tekbirrrrr..
Allah-u Ekber

Tekbir...
Allah-u Ekber

2 Temmuz 1993'te, halaya durmak için Sivas'a gittiler. Onlarca şair, yazar, aydın insan.

1 Temmuz gecesi ve 2 Temmuz'da cuma namazında şu bildiri dağıtıldı:

MÜSLÜMAN KAMUOYUNA

"Halkımıza Çağrı; "Müslüman halkın yaşadığı bu ülkede, İslam için binlerce şehit verilmiş bu topraklarda, bir kesim tarafından, ‘basın özgürlüğü, düşünce hürriyeti’ adı altında, Müslümanlar’ın kutsal değerlerine sözlü veya yazılı olarak kimse saldıramaz."

"Biz Müslümanlar, canımız pahasına da olsa, bu değerlerimizi korumakta kararlıyız."

"Müslüman halkımızdan bu konularda duyarlı olup, İslam’ın değer yargılarını alaya alanlara izin vermemelerini, ne pahasına olursa olsun bunu engellemeyi dini bir görev olarak bilmelerini, bu alçaklar karşısında susulduğunda, yarın mahşerde Allah’a nasıl hesap vereceğimizi düşünmelerini istiyoruz."

"‘Müminlerin, Peygamberi kendi nefislerinden çok sevmeyi gerekir. O’nun eşleri, onların anneleridir...’ ( Ahzâb Suresi, Ayet: 6)"

"‘Ve kâfirlerin hesapları varsa, Allah’ın da bir hesabı vardır. Allah hesabı çabuk görendir.’ ( Enfal Suresi, Ayet : 30)"

"‘Kâfirler istemese de, Allah nurunu tamamlayacaktır.’ ( Saff Suresi , Ayet:8)"

Not: Bu yazıyı okuyan, Allah rızası için çoğaltarak dağıtsın.

2 Temmuz'da namaz çıkışı, önce yüzler, sonra binler ve onbinler Madımak Oteli önüne gelir. Otel içine kıstırdıkları insanları diri diri yakmak için, dumana, katrana boğmak için bağırırlar;

Tekbirrrrr..
Allah-u Ekber

Tekbir...
Allah-u Ekber

Topluluktan, İHA kameralarına yansıyan bir ses, otel yanarken, "Allah'ım bu senin ateşin, cehennem ateşi bu. Müslüman Türkiye" demektedir.

Avını kıstırmış hayvanlara benzeyen sayısı 15 bini bulan kalabalık, Madımak Oteli'nin içine giren birkaç göstericiyi alkış tufanına tutar.

Sonra, otel önünde bir araç yakılır, bir tane daha. Alevlerle beraber, 15 kişi, hayvanlar gibi bağırmaya başlar.

İçeride Metin Altınok'un görüntüsü. Bir şairin naifliğinde, dışarıdaki 15 bin kişiye karşı elinde sapı kırılmış, eski püskü bir süpürge ile dostlarını, arkadaşlarını koruma çabasında.

Bir gün önce başlatılmış kaldırım çalışmasından kalma kesme taşların yüzlercesi otele atılır. Bir yandan Madımak Oteli'nin camları parçalanırken, bir yandan tüm insanlık değerleri Sivas'ta paramparça olur.

Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu, olayları yatıştırmak için mikrofonu eline alır ve;

"1- Bu şenlikler iptal edilmiştir.
2- Pir Sultan Abdal heykeli yerinden kaldırılmıştır
3- Şenlik için kentimize gelmiş olanlar, kentten çıkartılacaktır.

Gazanız mübarek olsun"
der.

Dışarıdaki 15 bin kişi zafer çığlıklarını sürdürür. İnsanlar yanarak, boğularak ölmektedir tam da o an.

15 bin kişi hep bir ağızdan bağırmaya başlar, "Sivas laiklere mezar olacak. Yaşasın şeriat."

Ölmemek için, otelden bir kaçış yolu bulunur. Yan binaya geçiş için koşturmaya başlar herkes. 31 kişi yan binaya gitmek için hareket eder. Büyük Birlik Partisi'ne ait binaya kaçmaya çalışan insanları, ellerinde sopalarla beklerler; "Gidin, yanın, geberin" diye bağırdılar.

Alevler, Madımak Oteli'ni sarmaya başlar. Dumanlar otelin odalarını doldurur. Baş ağrısıyla birlikte sarhoşluk hissi, kulak çınlaması, düşünmede güçlük -hayatlarını düşünmeye vermiş olan insanlar için en acısı bu olsa gerek-, göğüs ağrısı, çarpıntı, deride renk değişikliği ve ölüm 35 insanı yavaş yavaş yakalar.

Ölüm gelir, kapıyı çalmadan.

35 aydın, şair, genç, yaşlı, kadın, erkek. Halaya omuz vermek için Sivas'a giden 35 can, diri diri yakılır.

Dışarıdaki 15 bin kişi, hâlâ o yanık etin kokusunu duyumsuyor mudur acaba? Bugün kızının düğününe, oğlunun sünnetine, alkış tutan ellerinin 18 yıl önce insanlık tarihinin en büyük kıyımlarından birine alkış tuttuğu akıllarına geliyor mudur?

Aziz Nesin ve Lütfü Kaleli itfaiye merdivenlerinden inmeye çalışmaktadır. Bir-iki adım attıktan sonra karşılarına Refah Partili Sivas Belediye Meclisi Üyesi Cafer Erçakmak ile bazı belediye görevlileri Aziz Nesin'i fark eder; "Esas öldürülecek hayvan burada" diye, kalabalığa bağırmaya başlar.

Kendilerinin kim olduğunu o ana kadar fark etmeyen itfaiye eri, küfürler savurarak, Aziz Nesin ve Lütfü Kaleli'yi merdivenlerden aşağıya atar, boş bir çuvalı fırlatır gibi.
Yere düşen Nesin ve Kaleli'ye, yerlerde tekmeler atılır, onlarca kez. Sonra bir polis memuru, her ikisini de, linç edilmekten kurtarır. Ambulans yerine polis arabaları ile hastaneye götürülürler.

Bu ülkenin aydınlık yarınları olan yazarlar, şairler, edebiyatçılar, yönetmenler, bir şenliğe gelirler ama soğuk ve karanlık bir morgda ömürleri sonlandırılır.

Dönemin başbakanı Tansu Çiller, olayların ardından "Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir" der.

Dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu, "Aziz Nesin’in halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir" der.

15 bin kişi dağılırken bağırmaya devam eder;

Tekbirrrrr..
Allah-u Ekber

Tekbir...
Allah-u Ekber...

Ülkenin en büyük katliamlarından olan Sivas Kıyımı'nın üstünden 18 yıl geçti. 2 yıl sonra Gazi Katliamı yaşandı. 33 yıl önce Malatya, Maraş, 31 yıl önce Çorum Katliamı yaşandı.

Ülke coğrafyası, katliamların son bulmadığı daimi adres gibi oldu.

Bu ülkede çok acılar çekildi, çok katliamlar yaşandı, çok insan öldürüldü, çok insan yakıldı ama kimse 'mağdur' olmadı. Kimse 'mağdur edebiyatı' yapmadı. Hep dimdik durdular ama eklediler "Gün gelir sanma hesap sorulmaz, dayanır kapına Pir Sultan ölmez."

Bu kadar acıdan sonra insan etlerinin yandığı Madımak Oteli'nde insanların gözüne baka baka döner çevrildi, dalga geçer gibi.

Madımak hâlâ "Utanç Müzesi" yapılamıyor. Bilim ve Kültür Merkezi yapılıyor, belki ateşin Sivas'ta nasıl icat (!) edildiğini anlatacaklardır genç nesillere.

Şimdi mi ne oluyor? İnsanlara "Burada toplu halde anma düzenleyemezsiniz" diyor, ileri demokrasinin mucitleri.

Behçet Sefa AYSAN Şair (Burada)
Yeşim ÖZKAN Sanatçı (Burada)
Nurcan ŞAHİN Sanatçı (Burada)
Muhibe AKARSU Misafir (Burada)
Muhlis AKARSU Sanatçı (Burada)
Murat GÜNDÜZ Sanatçı (Burada)
Handan METİN Sanatçı (Burada)
Ahmet ÖZYURT Sanatçı (Burada)
Huriye ÖZKAN Sanatçı (Burada)
İnci TÜRK Sanatçı (Burada)
Özlem ŞAHİN Sanatçı (Burada)
Yasemin SİVRİ Sanatçı (Burada)
Asuman SİVRİ Sanatçı (Burada)
Uğur KAYNAR Şair (Burada)
Sehergül ATEŞ Sanatçı (Burada)
Gülender AKÇA Sanatçı (Burada)
Gülsün KARABABA Sanatçı (Burada)
Mehmet ATAY Sanatçı (Burada)
Hasret GÜLTEKİN Sanatçı (Burada)
Serkan DOĞAN Sanatçı (Burada)
Muammer ÇİÇEK Sanatçı (Burada)
Belkıs ÇAKIR Sanatçı (Burada)
Asaf KOÇAK Karikatürist (Burada)
Edibe SULARI AĞBABA Misafir (Burada)
Menekşe KAYA Sanatçı (Burada)
Koray KAYA Çoçuk (Burada)
Serpil ÇANİK Sanatçı (Burada)
Erdal AYRANCI Yönetmen (Burada)
Asım BEZİRCİ Yazar (Burada)
Sait METİN Sanatçı (Burada)
Carina Cuanna THUIJS Misafir (Burada)
Nesimi ÇİMEN Sanatçı (Burada)
Metin ALTIOK Şair-Yazar (Burada)
Kenan YILMAZ Otel görevlisi (Burada)
Ahmet ÖZTÜRK Otel görevlisi (Burada)

Av. M. Ali Bulut, Akp Maraş Milletvekili (TBMM'de)
Av. İbrahim Hakkı Aşkar, 22. Dönem Akp Afyon Milletvekili (TBMM'deydi)
Av. Hayati Yazıcı, Akp'den Devlet Bakanı (TBMM'de)
Av. Haydar Kemal Kurt, Akp Isparta Milletvekili (TBMM'de)
Av. Zeyid Aslan, Akp Tokat Milletvekili (TBMM'de)

Sivas'ta insanları, boğarak, yakarak öldürenleri savunanlar şimdinin en büyük demokratları (!) olarak, TBMM'de görev yapıyor. Ama onlar yok, öldüklerinde, yakınlarından başka hatırlayacak kimse olmayacak.

Üstad Metin Altınok'la bitirelim;

Ah kavaklar ah kavaklar
bedenim üşür yüreğim sızlar

beni hoyrat bir makasla
ah eski bir fotoğraftan oydular
orda kaldı yanagımın yarısı
kendini boşlukla tamamlar
ah omuzumda bir kesik el ki
hala hala durmadan kanar

ah kavaklar ah kavaklar
acı düstü pesime

ah kavaklar ah kavaklar
ardımdan ıslık çalar.

DİNLEYİN

Kusura bakmayın, biraz erken oldu ama demir tavında dövülür, öyle yapmak istedim...

Yetmez, yetmez, yetmez, biraz daha gaz bombası


Polisin son yıllardaki oyuncağı (!) gaz bombaları Şırnak'ta bir can aldı. 54 yaşındaki Hatice İdin, 12 Haziran akşamından bu yana hastanede ölüm kalım mücadelesi veriyordu ve ne yazık ki, bu mücadeleyi kaybetti.

"İsminin ne olduğu bilinmeyen ve üzerinde durulmayan" bir kişi olarak hiç hatırlanmayacak Hatice İdin. Yakınları, akrabaları ismini bilecek, her yıl 30 Haziran'da gözyaşları, dudaklara kadar süzülecek ve hayat devam edecek.

Bir anne, bir eş, iğrenç bir saldırıyla hayatını kaybediyor, hayat Ali Taran ve Ayşe Özyılmazel, ilk ne zaman vuruşmuş, nerede görülmüşler, ne söylemişler diye devam ediyor. Kimsenin umrunda bile olmayacak Hatice İdin'in ölümü.

Polis artık toplumsal olayların tamamında bu iğrenç ve ölümcül silahı kullanıyor. 1 Mayıs 2008'de Taksim'deki kullanım çok uygun bulunmuş olacak ki, o dönemden bu yana, sürekli olarak ve miktarı artırılacak insanlaar böcek muamelesi yapılır gibi üstlerine fırlatılıyor.

2011 yılı için Başbakanlık örtülü ödeneğinden 2.3 milyon TL aktarılarak, bir yıllık kullanım için 170 bin gaz bombası, gaz solüsyonu, yangın söndürme aparatı ve savunma tüfek mühammatı alındı. Mayıs ayına girildiğinde eldeki stoklar tükendi. Ne kadar çok kullanıldığını varın siz düşünün.

Ülkede gaz bombalı saldırılardan hayatlarını yitirenlerin sayısı artmaya başladı.

Nazi Almanyası'nda kitlesel katliamlar için gaz odaları kurulmuştu, günümüz Türkiyesi'nde her sokak, her cadde, her alan 'havadar gaz odalarına' çevrildi. Toplumsal olayları kontrol etmeyi beceremeyen polis, elindeki 1 yıllık stoğu 5 ay içinde bitirebilecek kadar yetenekli ve dirayetli (!)

İnsanlar sokak ortasında öldürülüyor. Polise; sokaklar yetmiyor, hastanelere kadar ilerliyor.

Gaz bombalarının etkileri; göz yaşarması, hapşırık, öksürük, zorlu soluma, gözlerde ağrı, geçici körlük, göz kapaklarında, boğazda ve midede tahriş, bulantı, kusma, ishal ve deride tahriş, tansiyon yüksekliği gibi çok değişik semptomlar. Bununla birlikte astım ataklarına neden oluyor, Yüksek miktarlarda, solunum fonksiyonunda bozukluk, kalp yetmezliği, karaciğer hasarı ve ölüme neden oluyor.

Kendi halkına karşı, savaşlarda bile kullanılması sakıncalı olan, sokakları, meydanları açık hava gaz odalarına çevirenler, elbet hesap verecektir.

Bu ölümlerin hepsi, Akp iktidarının göğsüne iliştirilmiş insanlık ayıbı olarak duracaktır.

Polis mi? Bisiklet parçalayan, yerlerde insanları tekmeleyen, insan görünümlü canlılar için yapabilecek bir tanım henüz bulamıyorum. Fakat bu terörün ve işkencenin bir an önce bitmesi gerekir...

GAZ BOMBASINDAN YAŞANAN ÖLÜMLER

2007, 1 Mayıs gösterileri sırasında 75 yaşındaki İbrahim Sevindik, polisin attığı gaz bombasından etkilenerek fenalık geçirmiş ve hastaneye kaldırıldı. Nefes darlığı problemi yaşayan Sevindik, hastanede tüm müdahalelere karşın kurtarılamamıştı. Daha sonra Sevindik'in ölüm nedeni kalp krizi olarak açıklandı.

Ekim 2009'da İstanbul Taksim'deki IMF protestoları sırasında İshak Kalvo, gazdan etkilenerek hayatını kaybetti.

27 Nisan 2010'da Bismil'de lise öğrencisi Halil İbrahim Oruç'un katillerinin bulunması talebiyle yapılan yürüyüşe polis gaz bombasıyla müdahale etti. Atılan gaz bombalarından etkilenen 60 yaşındaki Kazım Şeker isimli yurttaş kalp krizi geçirerek yaşamını yitirdi.

Artvin'de emekli öğretmen Metin Lokumcu, gazdan etkilenip kalp krizi geçirerek hayatın kaybetti.

Ve son olarak da Hatice İdin.

29 Haziran 2011 Çarşamba

Soyunuzu, sopunuzu sikeyim


Bu ülkedeki insanlardan çok zaman nefret ediyorum. Hain, alçak, orospu çocuklarıyla dolu etrafımız. Ruh halleri gittikçe sapıklaşmaya başladı. Şu yukarıdaki fotoğraf Samsun'dan.

Hayvancağızın gözünü çıkartmışlar, yetmemiş olacak orospu evlatlarına dişlerini de kırmışlar, o da yetmemiş, vücudunu ortasından kesip öldürmüşler.

Bunların sülalerini, gelmiş geçmiş atalarını sikeyim. Bu kadar hain, bu kadar aşağılık olunmaz.

Sürekli artıyor bunların sayısı. Bodrum'da, Samsun'da, İstanbul'da, İzmir'de, Erzurum'da....

Bunları yapanları yakalayıp, bu hayvanlara yaptıklarının aynısını yapacaksın. İbret olsun diye, herkesin gözü önünde yapacaksın ki, bir daha kimsenin aklına bile gelmeyecek.

Lan çıldıracağım, yemin ediyorum aklımı kaçıracağım. Ellerim titriyor sinirden. Soyunuzu, sopunuzun ta amına koyayım.

Yalvarırım, birine denk geleyim, yalvarırım...

Rahatladın mı şimdi?


Görmeyen kalmamıştır sanırım. Mardin'de gösteri yapan çocuklara, polis müdahale ediyor. Atılan gazlardan kaçan çocuklardan biri, bisikletini bırakıp kaçıyor. Bu görüntüdeki polis de, bisikleti TOMA'nın önüne koyarak, parçalamaya çalışıyor. Neyse ki, aklıselim bir başka polis, bisikleti kaldırıyor.

Bunun adına intikam denir. Devlet intikam tutmaz, devletin kolluk kuvveti intikam duygusu gütmez. Bu nasıl bir ruh halidir ki, ufak bir çocuğun bisikletini parçalayarak, rahatlayabiliyor insan? Şimdi diyeceksiniz ki, "Ufacık çocuk diyorsun da, eylemde ne işi var?"

Zaten sorun da bu, o çocuğun yaptığı 'eylem' bir bilinç dahilinde yapılmış değil. Ama polisin bu hareketi bilinçli intikam duygusuyla yapılan bir hareket.

Polisin her önüne gelene gaz sıkması, herkesi copa boğması, bir kişinin üstüne 5-6 kişi yüklenmesi, yerdeyken tekmelemesi, v.s. v.s. kısacası hepsinde, bu iğrenç intikam duygusu yatıyor.

Kimbilir nasıl şartlarda eğitiliyor bunlar. Sokakta her hak arayanın, kendisine her karşı gelenin 'terörist' olduğu, 'vatan haini' olduğu öğretiliyor. Bu dünya üstende birkaç ayda, hiçbir mesleğin sahibi olamazken, bu garip psikolojideki adamlara silah veriliyor ve sokaklara salınıyor, güvenliğimizi sağlamak için.

Verdiğim verginin, bunların gaz alması için, silah alması için harcanması sinir bozucu. Bu halkın paralarıyla, hayatlarını sürdüren insanların, aynı halka bu denli düşman olması, intikam duygusuyla hareket etmesi anlaşılabilir bir durum değil.

Bisikleti parçalamaya çalıştın, rahat ettin. Aklısıra taş atan çocuğa karşı hıncını aldın değil mi?

Biraz insan psikolojisinden anlayan birinin, o bisikleti parçalayarak, karşısındaki kitleyi daha da hınç dolu yapabileceğini görmek, zor olmasa gerek.

Polis, ülkenin büyük sorunlarından biridir. Daha sokakta kimlik sorma adabından uzak, Taksim'de, Kadıköy'de, Bakırköy'de kızlara, kadınlara sığır gibi bakan, Türkçe konuşma konusunda sıkıntıları olan bir kitleye güvenmemizi kimse beklemesin.

Devlet ve devletin güvenlik güçleri kin tutarsa, sokaktaki vatandaşın tutmamasını beklemek aptallık olur.

Bir de şu posterlerde filan kucakta çocuklarla çekilen fotoğraflar yok mu, nasıl bayılıyorum onlara. Polis şefkati ancak poster olur. Herhangi birinden şefkat de beklemiyorum, istemiyorum da. Dediğim gibi vergimin bir kuruşunun bile bunlara gitmesinden hazzetmiyorum.

Bisikleti merkeze götürüp, tek tek lastiklerini sök, jantlarını parçala, selesini kopart. Muhtemelen sonunda, bisiklet emniyet binasının 4. katından kendisini atarak, intihar eder, olmadı kendisini kalorifer borusuna asar, öyle değil mi?

28 Haziran 2011 Salı

Yunanistan direniyor















Altan wiki tutmuşsun, haberin yok

Altan Tanrıkulu diye bir arkadaş var. Bugün bomba açıklamalarıyla gündeme damgasını vurmuş. Hem de ne açıklamalar! Her cümlesi Türkiye spor tarihine damga vurabilecek nitelikte. Neler demiş bir bakalım, valla lan acayip canım çekti.

Selçuk İnan'ın transferinin yapıldığı günden bu yana, birtakım arkadaşlarda ciddi bir hazımsızlık söz konusu. Paraydı, puldu derken, artık son söylem "Fenerbahçe isteseydi Selçuk İnan'ı alırdı" oldu.

Wiki Altan diyor ki, "Ben alınan oyuncuların doğru tercihler olduğunu düşünüyorum. Sadece bir isim alınamadı. Alınamadığı için de çok fazla üzüldüm. Bu isim de Selçuk İnan. Çok iyi bir transfer olurdu. Fenerbahçe, Galatasaray’la görüştüğü için Selçuk İnan’ı almak istemedi. Buna da saygı duymak lazım. Fenerbahçe isteseydi Selçuk İnan’ı alırdı."

Hocam bak şimdi, insan aptal olur da bu kadar olmaz. Hem "bir oyuncu alınamadı" diyeceksin, hem "isteseydi alırdı" diyorsun. Hangisi doğru a.k.? İstiyordu ve alamadı mı? İstedi ama isteseydi alırdı mı? İki cümle söylüyor, içinde 4'ten fazla çelişki var. Ama bok atacak ya, alttan alta Fenerbahçe'nin daha büyük olduğunu ima edecek ya, o yüzden "isteseydi alırdı" demezse olmaz.

Arkadaşın Alex konusundaki fikirleri de, pek parlak (!) Diyor ki, "İkinci yarıda gözüktü ki Alex gerçek kimliğini bulunca hem golde hem de asistte lider oldu. Bu zaman kadar olan Alex’in bir yansımasıydı. Bunu da hep beraber gördük. Çünkü yansıması olmasaydı Fenerbahçe, Chelsea’yi de elerdi. Chelsea iki defa Fenerbahçe kalesine geldi ve 2 gol attı. Fenerbahçe’nin başarısını Aykut Kocaman, Aziz Yıldırım diye ayırmamak gerekiyor."

Haaa gel Altan şimdi geçmişe dönelim seninle. Dönme dedin mi Altan'ı hatırlayacaksın hep. Bu Wiki Altan demiş ki, Lille maçı sonrasında "Alex büyük oyuncu. Ama Avrupa’da iş yapmayı hayal eden bir takımın büyük oyuncusu değil. Çünkü Alex fiziksel olarak bu tempoyu kaldıramıyor ve kaptan olarak camiaya büyük zarar veriyor."

Lan oğlum, biz hangi dediğine inanacağız? Bir rahat dur yerinde. "İstedi ama alamadı, isteseydi alırdı." Bak yine aynı şey.

Fenerbahçe maç kazanmış, bu Altan demiş ki; "Geldiğinden beri basına verdiğin her karede inanılmaz görüntü sergilemen. Saygınlığın, eşine bağlılığın, özel hayatındaki dengen. Adamlığın. Kendine bakman. Profesyonelliğin. Fenerbahçeliliğin. Alex de Souza, dendiğinde hiçbir zaman unutulmayacak özelliklerinden birkaçı sadece."

Fenerbahçe maç kaybetmiş, bu Altan demiş ki; "Fenerbahçe tarihinin en başarılı yabancısı Alex. Ama sırf bu yüzden 40 yaşına kadar oynayacak hali yok. Artık ayakları beyninin her isteğini yerine getiremiyor."

Bunlar, herkesi aptal sanıyor, tıpkı kendileri gibi. Söylediklerinin, yazdıklarının uçup gideceğini zannediyorlar. Bir gün ak demi, bir gün kara. Skor neyse ona göre yazmışlar.

Neyse Alex hadisesini bir kenara bırakalım. Efsane iddiaya gelelim. Eleman aynen şunu söylemiş ve bildiğin söylemiş, "Bana Drogba mı Eto’o mu Emenike mi deseniz ben Emenike derim"

Ben de sana "Yok artık ebenin amı Altan" derim. Hatta bununla da yetinmez, "Siktir git oğlum" derim.

Lan, insan yalar, yutar, sıvazlar eyvallah da, bu kadar aşağılık, bu kadar iğrenç, bu kadar berbat bir şekilde yapmaz ki. Duracağın nokta olur. Yok anasını satayım, heriflerde sınır yok.

Tamam birader, sen yine yalayıp yut ama üslubunca yap, iki cin kelime et, öyle yap. Herif bodoslama yalıyor. Lan dil dayanmaz bu kadar yalamaya. Heriflerdeki dil sığır dili gibi.

Bir de artık şu işin boku çıkmaya başladı. Volkan Demirel, Gökhan Gönül Fenerbahçe'de kalsın, hangi dönemde hangi Galatasaraylı parlasa "Artık Avrupa'ya gitmesinin zamanı" geldi teranesi.

Cidden bu spor basını; bilgisiz, cahil, aptal adamlardan oluşuyor. Ne yazdıkları yazı yazıya benzer, ne eleştirileri eleştiriye benzer, ne övgüleri övgüye. Fenerbahçe 5 tane mi attı, sınırsız yala. Fenerbahçe berabere mi kaldı, sınırsız salla.

Her şeyi geçtim, "Wikipedia'da Kalström'ün kulübü Galatasaray yazıyor. Bunlar resmi kayıtlardır. Hayırlı olsun" diye bir cümle kursam, yemin ediyorum bir daha futbolla ilgili tek kelime etmem.

Kendimi Curling'e, Badmington'a veririm, ortalarda görünmem. Cidden lan siktirin gidin, konuştukça batıyorsunuz.

Bu arada "Chelsea, çok önemli bir kulüp değil" demiş ya, beni benden alan cümle budur. Haklısın çok önemli bir kulüp değil.

Bu heriflere gazeteci deniyor ya, sayfa veriyorlar ya, hakikaten helal olsun. Ülkenin yeni dalgası yalamak. Kim güçlüyse, diller hazırola geçip şapır şupur yalıyor.

Bu kadar güç köpeği bir halk daha olamaz...

27 Haziran 2011 Pazartesi

Patatesler boy boy götünüze girsin


Ezgi Başaran'ın Bu hamburgeri hazmedebilecek misiniz? haberiyle, Burger King'deki insanlık dışı uygulamayı duyduk.

İşe birkaç dakika geç kalan 41 yaşındaki Gülbahar Bad'a tek ayak üstünde bekletme cezası verilir.

Orospu çocuklarını bu ceza kesmez ki, geç kalan kişiye 'parmak basma' cezası verilir. Geç kalan çalışan bir zamazingoya parmak basıyor ve tutanak tutuluyor. Tutanaktan üç tane olursa, işveren gerekçe göstermeksizin işten atabiliyor işçiyi.

Burger King, bu kez de 4 işçiyi, sendikalı oldukları gerekçesiyle işten çıkartmasıyla gündeme geldi. Tez Koop-İş'e üye 4 işçiye kapı gösterilmiş.

İşten çıkartılan işçilerden Pınar Bad'ın söyledikleri ciddi anlamda ibretlik. İnsanlara tuvalete gitmeleri izin verilmiyor, bir saatlik molaları, yarım saat yaptırılıyor. Belirli saatler -12.00-13.00/19.00-20.00- arasında yerlerinden bile kalkmaları yasaklanıyor.

Sendikalaşmanın önünü kesmek için, sendikalı işçileri bir bir işten çıkartıyorlar. Çalışanları, kurulan sorgu odalarına alıp, fişlenecekleri ve bundan sonra iş bulamayacakları yönünde tehditler savuruyorlar.

Bu orospu çocukları, insanları tehdit ediyor, işten çıkartıyor, insanlık dışı muameleler uyguluyor. İşçilere yasal hakları bile kullandırtılmıyor.

Bu tehdit hadisesi, her işverenin kullandığı yöntemdir. Bizzat başıma geldiği için çok iyi biliyorum. Beni tazminatsız işten çıkartacaklardı ve davalık olduğum taktirde "Bu sektörde iş bulamazsın" cümlesi yüzüme açık açık söylendi. Ben de kendilerine, aynı samimiyette (!) açık açık "Başka iş yaparım ama o parayı sike sike alırım" karşılığını verdim.

Sadece sağlık açısından düşündüğümüzde bile bu Burger King ve McDonald's gibi yerler, son derece tehlikeli. Köftesinin yapımında kullanılan kıymaların tamamına yakınında koruyucu özellikli olan sodyum nitrat var. Vücuda aşırı şekilde giren sodyum nitrat, kalp krizine açık bir davetiye. Dondurulmuş patatesler ise aşırı derecede yüksek yağlarda kızartıldığı için yanarak kimyasal değişime uğruyor.

Her şeyi bir kenara bırakın, biraz içselleştirin. Orada çalışan kişi, kardeşiniz, ağabeyiniz, anneniz, babanız, olabilir. Bu kadar şeyden sonra yemeye devam mı edeceksiniz?

O kadar adi bir döngü içindeyiz ki, birilerine işkence yaparken, biz içeri girip "Bana bir yarrak menü" diyebiliyoruz.

Biz orada oturmuş, sağlıksız boktan şeyleri yerken, içeride bir çalışan, tek ayak üstünde tutuluyor. Vicdanınız elveriyorsa, yemeye devam edin a.k. Bir gram vicdan sahibiyseniz, şunların hiçbirisine gitmezsiniz.

Yavşaklar, koskoca insanları tek ayak üstünde tutuyor, azarlıyor, bağırıyor, tazminatsız işten çıkartıyor. Neyin karşılığında? 10-12 saat sürekli ayakta kalıp, eline ay sonunda 679 TL verilmesi karşılığında.

O uzun uzun dilimlenmiş patatesleri bunların götlerine sokacaksın. O tek ayak üstünde tutan pezevengin yani.

Orospunun çıkartması, herifteki özgüvene bak sen, milleti ilkokul öğrencisi gibi tek ayak üstünde tutuyor. Diğeri tehdit ediyor, ötekisi fişlemekle korkutuyor.

Bu ülkede yoksulluk böyle idare ediliyor. Ülke yönetiminden, hamburgerci dükkânına kadar her yerde aynı şey.

Bu aşağılık, iğrenç, kokuşmuz düzene kol kanat geriyorsanız, gidin yiyin amına koyayım. Bir değil, üç-beş menü yiyin hatta. Ama içinde insanlık kırıntısı kalan kimse bu puştların lokantalarına gitmez.

Unutmadan, 12 Eylül referandumu öncesi miting alanlarında ne söyleniyordu; "Artık birden fazla sendikaya üye olabileceksiniz, özgürlük geldi."

Peh amınıza koyayım sizin...

26 Haziran 2011 Pazar

Yeri gelir bir çantayla da direnilir


Yeri gelir, basarlar kalayı; işçiye, memura, çiftçiye, öğretmene, vatandaşa. Artık kime denk gelirse.

Yeri gelir, Berlin Olimpiyat Stadı'nda yaşananları kıskandırırcasına, bir balkonda tebasına üstten bakarak, "Ben herkesi affettim, hakkınızı helal edin" derler.

Demokrasi mi istiyorsunuz? Tamam alın size demokrasi. Ama benim verdiğim kadarıyla yetineceksiniz.

Özgörlük mü istiyorsunuz? En alasından özgürlükler sizindir, sınırlarınızı bildiğiniz sürece.

Barış mı istiyorsunuz? Eyvallah, barış da getiririz; şartları biz belirleriz.

Her ne istiyorsanız isteyin ama bilin ki, onları biz veririz, çizgilerini biz çekeriz.

Ülkeyi yangın yerine çevirdiler. Milletvekillerinin hakları gaspediliyor, öğrencinin-işçinin-memurun-çiftçinin-köylünün hakkı gaspediliyor.

Sesini çıkartmaya çalıştığın andan itibaren teröristsin ya da birtakım örgütler tarafından yönlendirilmişsin. Çünkü onların zihniyetine göre, ortada bir sorun yok. 'Bağımsız yargı' ya da 'Bağımsız kurullar' karar veriyor. Bu 'bağımsız' yargı ve kurullar da, hani şu bir yıl öncesine kadar 'bağımsız' olmayan yargı ve kurullar.

Başbakan seçimden önce diyor ki, "Seçilmeleri, milletvekili olacakları anlamına gelmez." Hakikaten gelmiyor da.

Orta oyunu kıvamında ya da daha belirgin olması açısından sikik Amerikan filmlerindeki gibi iyi polis-kötü polis rolleri biçilmiş.

Başbakan 'seçilemez' diyor, aradan iki gün geçmeden Başbakan Yardımcısı 'seçilmemeleri çok talihsiz' diye açıklama yapıyor. Biri sağ yanağa basıyor tokadı, öteki öbür taraftan sol yanağını okşuyor.

Bu kadar şiddet, bir zaman sonra tepki olarak çok daha büyük bir şiddet olarak doğacak.

Şu yukarıdaki başörtülü teyze var ya, hah işte o abla çok şey anlatıyor. Sistemin gazına, copuna, şiddetine; çantasıyla karşılık veriyor. Çünkü artık gırtlağına kadar dayanmış yaşadığı haksızlıklar.

Kocası eşek gibi çalışıyor eline üç kuruş para geçiyor. Eve getirdiği parayla, o ablam, çocuklarına yemek yapmaya çalışıyor. Pazartesi makarna, salı bulgur pilavı, çarşamba makarna, perşembe nohut, cuma pilav, cumartesi makarna, pazar kuru fasulye.

Çocukları et yiyemiyor, kendisini suçluyor.
Kocası hayvan gibi çalışıyor, bir parça eti önlerine koyamıyor.
Kendisi ikinci iş buluyor, kiraydı, elektrikti, suydu, telefondu, doğalgazdı derken, bir kuruş para biriktiremiyor.

4 senede bir kez adam yerine konuyor, gidip sandığı oy veriyor. Ama oy verdiği insana milletvekili olamıyor.

Sıkıyor yumruklarını, atıyor içine hepsini. Sokağa çıkıp, uğradığı bütün haksızlıklara karşı sesini yükseltmeye çalışıyor. Gözüne, gözüne gaz sıkıyorlar, ellerindeki coplarla, karşılarında sanki hayvan varmış gibi vuruyorlar.

Öyle bir nokta geliyor ki, gözü kararıyor. Ne o gaz gözünü yakıyor, ne o cop vücudunu acıtıyor. Sadece ve sadece insan yerine konmamak yüreğini acıtıyor.

Yaşadığı tüm haksızlıkların öcünü alırmışcasına, elindeki çantasıyla vuruyor, kendisine sokağın ortasında işkence yapanlara.

Dadaloğlu'nun dediği gibi:

Dadaloğlum yarın kavga kurulur
Öter tüfek davlumbazlar vurulur
Nice koç yiğitler yere serilir
Ölen ölür kalan sağlar bizimdir.

Bütün bir toplumu, yaşadığı onca şeyden sonra gazla, copla sindiremeyeceklerini anlayacaklar en ya da geç. Gerekirse, bir çantayla bile direnilir. Yeter ki, o yürek olsun.

Şu aşağıdaki fotoğrafa iyice bakın. İnsanların üstlerine üstlerine gaz bombaları atılıyor. 1 Mayıs 1977 örneği gibi insanlar birbirini ezercesine kaçışıyor. Ama doğru ya, biri ölse ne fark eder; "isminin kim olduğunun üstünde durulmayan" biri ölmüş olur ya da "kız mıdır kadın mıdır" belli olmayan birinin daha vücudunda kırılmamış kemik kalmaz.

Yaradılanı, yaradandan ötürü sevenlerin, ne kadar yaradan sevgisi olduğunu görüyoruz.

Türk futbolunun devrimcisi


Türk futbolunun gerçek anlamda devrimcisidir Jupp Derwall. Üstüne söylenebilecek çok şey var.

Bugün sadece saygıyla önünde eğilmeyi tercih ediyorum...



25 Haziran 2011 Cumartesi

Seni seviyorum Safiyem


Bazı insanlar, hayatınızda izler bırakır, önemli yerleri vardır. Geriye dönüp baktığınızda, yüzünüzde bazen tebessüm, bazen acı bir gülümseye yerleşir, o insanlar aklınıza geldiğinde.

Ben öyle sevgimi çok kolay kolay gösterebilen bir adam değilimdir. Misal ağabeyimi çok severim ama doğum gününde aramam, annem için ölebilirim ama bunu hissettiremem çok kez. Sanırım biraz büyüme ve yetiştirmeden kaynaklanıyor. Çok az insan için yıkabilmişimdir bu huyları.

Okuyan, takip eden farkındadır; agresif, huysuz adamın tekiyimdir. Bu huysuzluk nereden geliyor diye sorulunca "Anneannemden kaynaklı, anne tarafımın tamamı böyledir" diye yanıt vermiştim. O zaman, anneannemi yazmam gerektiğini düşündüm.

Çok ilginç bir kadındı. Hayatında korktuğu, çekindiği bir şey olduğunu görmedim. Bugün eğer hayvanları seviyorsam, annem ve onun sayesindedir.

Koskoca bahçesi olan bir evi vardı. Çocukluğum o bahçede koşuşturmakla geçmiştir. Kedileri, köpeği, tavukları vardı. O bahçede çiçekler yetiştirirdi. En sevdiğim şeylerden biriydi, çiçekleri sulamak.

Onunla ilgili, beynimde en çok yer etmiş şeylerden biri, bende hâlâ izleri duran bir olaydır.

Söz ettiğim koskoca bahçesi olan evin diğer ucunda, anneannemin kardeşinin evi vardı. Almanya'da kalırlardı, yazdan yaza gelirlerdi. Kanlı bıçaklı değillerdi ama iki kardeş pek anlaşamazdı. Bir gün akşama doğru bahçede oynarken, anneannemin kardeşinin mangal yaptığını gördüm. Çocuksun, sucuktur, ettir nasıl kokuyor anlatamam.

Annem "Davet edilmediğin yere gitmeyeceksin" derdi. O yüzden yanlarına gidemiyorum da ama öyle oralarda dolanıyorum belki beni de çağırırlar diye. Yarım saat dolandım oralarda ama çağırmadılar. Bir köşeye çekildim ve ağlamaya başladım.

Anneannem mutfaktaymış, mutfaktan bahçeye kapı açılırdı. Ağladığımı görünce yanıma geldi, "Ne oldu oğlum, niye ağlıyorsun?" dedi. Hıçkıra hıçkıra ağlıyorum ama söyleyemiyorum da. Acayip sinirli bir kadındı, her şeye sinirlenebilme kapasitesine sahipti. "Bak söylemezsen kızarım" deyince, "Anneanne, dayılar orada bir şeyler yapıyor ama beni çağırmadılar" dedim.

Yüzüme baktı, gülümsedi. "Dur bakayım, sen bekle burada" dedi. 15-20 dakika sonra geldi, girdi mutfağa. Gitmiş, salam, sucuk, sosis, pastırma, et ne bulduysa almış. "Hangisinden istiyorsun?" diye sordu. Çocukluk lan işte, yüzümde güller açtı, "Hepsinden yerim" dedim.

O gün, bugün insanların içinde yemek yiyemem. Sokakta sadece simit yiyebilirim. Bir mekâna oturduğumda, sokağa bakan tarafta oturamam, nerede kuytu var orada yemeğimi yerim.

Felaket sigara ve kahve içerdi. Sabah ilk sigarasını çakmakla yakar, diğerlerini uç uca eklerdi. Minik tüp yanında olurdu, üstünde daimi olarak sıcak su olur, çay ya da kahve içerdi.

Dedim ya; sinir, huysuzluk anneannemden ve annemden gelir diye. Hatta itiraf ediyorum bu küfür hadisesi de ondan gelir.

Annem gençken, anneannemle ikisi trenle ya da otobüsle bir yere gidiyor. Annem o zaman genç kız. Piçin biri, annemi sıkıştırmaya başlıyor. Safiye (ismi) cin gibiydi, hiç kaçar mı gözünden. Çantasındaki şişi çıkarıyor, herifin bacağına sokuyor. Herif "Yandım Allah" derken, iki tane de patlatıyor. Haliyle ortalık karışıyor. O zamanlar, polisler şimdiki gibi değil. Adam gibi adamlar, düzgün, efendi. Karakola gidiyorlar. Polis diyor ki, "Abla bırak sen şikâyetçi olma, biz bunu yarına çıkartırız. Biraz da elden geçiririz" diyor.

Deliydi, kapısının önüne park eden TIR'ın şoförünü sopayla dövüp, arabasının bütün lastiklerini bıçakla parça parça edecek kadar hem de. Bir kitabı, noktası, virgülüne kadar ezbere bilecek kadar acayip bir hafızası vardı.

Bize geldiğinde, anneme hiç çaktırmadan, sütyeninden çıkarttığı parayı cebime sokuşturuverirdi. 'Hayır' kelimesini asla kabul etmezdi. Her şartta ve koşulda O'nun dediği olurdu, başka türlüsü düşünülemezdi bile. Annemle ya da dayımlarla tartışırken "Ağzına sıçtığım eşekoğlueşekleri" derdi.

Anneannemde kalmayı çok severdim. Hem dayımları çok sevdiğim için, hem de istediğim gibi hareket edebildiğim için. Hep kedileri vardı evde. Öyle kafalarına göre takılırlardı, bazısı aylarca görünmez, sonra birden ortaya çıkardı.

Onu son olarak, evde görmüştüm. Tam karşısında oturuyordum. Annem, babamın ismini söylediğinde, o dehşet hafızaya sahip kadın "Mustafa kim?" diye sorunca, tuvalete gidip ağlamaya başladım. Öleceğini hissetmiştim çünkü, zaten konuşuluyordu da. Annem ve dayımlar, son bir umut için Almanya'ya götürdü ama kısa bir süre içinde hayatını kaybetti.

Hayatımda gittiğim ilk ve tek cenazeydi. Tabutu başında beklerken, kendimi kaybedene kadar ağladım ve dayımlara gittim.

Hayatımda yediğim en müthiş yemekleri, dünyadaki en lezzetli, hiçbir İtalyan restoranında bulamayacağınız pizzaları yapan kadındı. Kuzenim Antalya'dan geldiğinde gitmiştik, pizza yapması için. O sert görünümünün altında bir melek vardı. Lafını sakınmaz, sözünü gizlemez, herkesin yüzüne 'pat' diye yapıştırırdı sözleri. Tanıdığım en eli açık ve en bonkör insandı...

İyi ki, kıyısından, kenarından da olsa O'na ve anneme benziyorum. Hayatımdaki en müthiş gururlardan biridir bu.

İnsanları yaşarken, sevmekte zorlanıyorum ama siz bunu sakın yapmayın. Sevdiğinizi, söyleyin, hissettirin, çekinmeyin. Geri gelmiyor kaybettikleriniz, sevdiğiniz insanlara kollarınızı açın.

Şimdi olsaydı da, karşılıklı birer sigara patlatabilseydik. Keşke bir kez daha sarılabilseydim, tanıdığım en güzel kadınlardan birine.

Seni seviyorum Safiyem...

Yetersiz


Hangi sorun, içinde oğlunun uyuduğu, kamyon damperine kendini asmak için değer ki?

Bazen sözler çok anlamsız kalıyor, anlatamıyor, açıklayamıyor hiçbir şeyi.

24 Haziran 2011 Cuma

Bir yerden başlamak gerekir


Nereden nereye değil mi? 44 yıl önce 24 Haziran'da, yurtsever-devrimci öğrenciler ABD'nin 6. Filo'ya karşı 2 yıl süren bir direniş başlatıyor.

Bugünse, ABD'ye ait ne varsa her şeyi benimsemiş durumdayız. Hayatımızın içinde, hatta hayatımızın ekseninde.

Biraz önce bir arkadaş yorum yazmış Türkçe Olimpiyatlarına ilişkin "Koala peki şöyle desem sana. Okulların açılması dünya da Türkçe konuşulması, dış ülkelerde Türk bayrağının dalgalanması kötü bir şey mi? Orta Asya da, Afrika'da, Kanada da, Amerika da Türkçe konuşulması oradaki çocuklara Türkçe'yi öğretmek ve türk kültürünü yaymak kötü bir ideoloji mi?" (eleştirmek ya da afişe etmek için koymadım)

"Emperyalizmin her türlüsüne karşıyım, bu kültür emperyalizmi olsa da" yanıtını verdim. Konunun Türkçe Olimpiyatı kısmı bambaşka bir tartışma konusu. Daha isminden kaybediyor, Türkçe sevdalıları. Fransızca'dan gelen Olimpiyat kelimesi bile yeterli.

44 yıl önce her şeyi göze alarak emperyalizme direnen ve ona karşı çıkan bir gençlik, 44 yıl sonra her şeyiyle emperyalizme teslim olmuş bir gençlik.

Farkında bile olmadan, esiri oluyoruz. Geçmişe dönüp, tekrar tekrar bakmak lazım. Her şeyin üstünden yeniden geçmek gerekir. Direnmekten, karşı koymaktan, reddetmekten alıkoymasın kimse kendini.

'Cesurlar bir kez, korkaklar her gün ölür'. Bunun hayatta pratiğini her dakika yaşıyoruz ama kendimizle yüzleşmekten bile korkuyoruz. Çünkü ağır ağır korkunun esiri oluyoruz.

Kaybedecek çok şeyimiz kalmadı ve bu gidişle kaybedecek hiçbir şeyimiz kalmayacak.

Direnmek, karşı koymak için bir yerden başlamak lazım.



Yiğit n'oluyor götün başın oynuyor


Medyada saflar belirlenirken, son 1 yıldır Yiğit Bulut 'fırtınası' esiyor. Özellikle son birkaç günden bu yana 28 Şubat sürecini ağzına sakız yapıp, "Fethullah Gülen neden yurtdışında yaşıyor? Bu ayıp bitmeli" başlıklı, seri köşe yazıları ile cemaatin kapıkullarından biri olduğunu açık açık belirtiyor.

Hayatta hazzetmediğim bir şey varsa, götü başı oynayan adamlardır. Misal, Hüseyin Gülerce'ye bu tepkiyi vermem. Çünkü adam bütün hayatı boyunca aynı çizgide ilerlemiş. Ama Yiğit Bulut gibi daha birkaç sene öncesine kadar, Ulusalcı çizgiden dem vurup, sonra ülkedeki güç dengelerinin değişmesiyle 180 derecelik dönüş yapan yavşak tiplerden hiç hoşlanmam.

"Güç köpekliği" böyle bir kavram. Tabii insanın sorası geliyor, "Bunlardan hangisi Yiğit Bulut?"

Aslında her ikisi de Yiğit Bulut ama her ikisi de insan değil. Vaktiniz olursa yazılarını bir okuyun derim. Derinlikten uzak ve alabildiğine sığ. Borsacılıktan gazeteciğe geçiş yapmış, bu geçişler sırasında herkesi yalayabilecek, herkesin önünde düğmesini ilikleyecek ve tam da şu anda olduğu gibi herkese selam çakabilecek; gurur, onur, şeref, haysiyet, kişilik gibi kavramların kendisine hiç uğramadığı tip.

Arkadaş bugün demiş ki, "Bu ülkede birkaç okul yaptıranlar Cumhurbaşkanlığı makamında ağırlanıyor ve bu ülkeye yaptıkları hizmet ve fedakârlıklara karşılık olarak "Devlet madalyasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin onları takdir ettiği gösteriliyor.
Peki bu ülke adına yüzlerce okul açan, 130 ülkede binlerce hatta on binlerce öğrenciye Türkçe konuşturan, Türkçe düşünmeyi öğreten, Türkiye'yi onların hayatlarının merkezi haline getiren Fethullah Gülen neden 28 Şubat'ın ayıbı sonucu yurtdışında yaşamak zorunda kalıyor?

Sevgili dostlar, Gülen hareketine "din odaklı bir cemaat" algısıyla bakarsanız, gerçekleri ıskalarsınız. Gülen'in attığı adımları ve özellikle "Cihan Devleti Türkiye" modeline yarattığı katma değeri doğru analiz etmek ve siyasi bir yargılama içinde üstünden atlamamak gerekli.

Dünya üzerinde uçakların bile gitmediği bir yere birkaç aktarma ile varıp da orada Türkçe konuşan çocuklar size "Hoşgeldiniz" dediği zaman, içerideki kısır tartışmaların ne kadar boş ve anlamsız, önyargılı olduğunu anlayabilirsiniz."


NOSTALJİ ZAMANI

Şimdi dönelim geriye, bu arkadaşın Vatan Gazetesi'nde yazdığı yazılara bakalım. Çok değil daha birkaç yıl önce yazılmış hepsi..

11.09.2007 Türkiye’de irtica tehlikesi var mı? başlıklı yazısından

"Türkiye’de irtica tehlikesi olabilir veya en azından böyle algılanabilir ama Türk Silahlı Kuvvetleri her zaman rejimin bekçisidir...

Türkiye’de rejimi hâlâ silahla koruduğumuzu, bilincimizin; bilinçaltımızdan gelen “vatandaş değil, ümmetin parçası olma” veya “vatandaş yerine padişahın kulu olma” dürtülerimizi hâlâ yenemediğini nasıl itiraf edebilirdim?"

14.02.2008 Tehlike çok büyük! başlıklı yazısından

"Türkiye’nin içine girdiği yol ve Hitler Almanya’sının vardığı “nokta”. Görünüşte dağlar kadar fark var ama “başlangıç noktaları ve gelişimleri” itibariyle aynı. İçimizi rahatlatacak tek bir büyük fark var; Hitler Almanya’sında “ordu” lidere itaat ediyordu, bağlıydı. Bizde “diktatör” olma yolunda ilerleyen arkadaşlara “ordunun destek olması hatta sempati” duyması mümkün değil...

Bu fark da Atatürk’ün büyüklüğünden, Taha Akyol katılmasa-olmadığını iddia etse bile, Atatürkçü düşünce sisteminin-doktrininin kurduğu yapının, “demokrasi” odaklı yapılanmasından geliyor.
Atatürk devrimlerine bağlı bir sistem içinde “diktatör” denebilecek haşerelerin, “silahlı bir ordu gücünü arkalarına almaları” mümkün değil. Sistemin ‘DNA’sı buna izin vermiyor... Burada da devreye “Çavuşesku modeli” giriyor; kendine bağlı “ideolojik” dinamikler ile motive edilmiş “polis” gücü oluşturmak..."

23.03.2008 Türkiye nereye gidiyor? başlıklı yazısından

Devletin kendi bankacılık sektörünü “koruma isteği” gayet doğal bir “reflekstir.” Normal olmayan birilerinin bu devletin bankacılık sektörünü “ele geçirme” çabası ile “giriştiği ideolojik savaş” ve devletin buna tepki verirken “olumlu-olumsuz ayrımlardır.”
Örnekleyeyim; tarikat destekli kurumlar, o gün için devleti “yöneten” hükümet tarafından “bankacılıkta önemli bir pay ele geçirecek” şekilde “destekleniyor”, onlara özel düzenlemeler yapılıyorsa bu “ideolojik bir bulaşıklıktır.” Devlet her şey normalken “etnik” kökenlerinden dolayı kurum sahiplerine ayrı bakıyorsa bu da ideolojik bulaşıklıktır...

08.06.2008 tarihli Vatandaşın kesesinden sisteme efelenmek başlıklı yazısından

AKP ne yapıyor?

Tek cümle ile özetleyebilirim; dünya büyük bir ekonomik krizin eşiğindeyken ve en önemlisi dünya son 150 yılın en büyük ekonomik genleşmesini 2003-2007 arasında yaşadığı dönemde Türkiye sadece Cumhuriyet’in birikimlerini satıp “zaman öldürürken”; AKP’nin yaptığı tek bir şey var: Dünyadaki gelişmelerin sağladığı avansı ülke yararına kullanmak yerine kendi ideolojisi uğruna sadece “sistemle” dalaşmak...

İşin daha garip bir tarafı var; sanki vatandaşın “ana derdi”, ana önceliği “türban düzenlemesi”. Ama “siyasilere” sorarsanız, türban “işten ve aştan” çok ama çok önemli!

01.07.2008 tarihli, TSK'ya kimler, neden saldırıyor? başlıklı yazısından

“TBMM’den geçmeyen tezkere” ve TSK’nın ABD’nin istekleri doğrultusunda “Büyük Ortadoğu projesine” (BOP) dahil edilememiş olması Okyanus ötesindekileri daha da kızdırdı. 2004 yılının Nisan ayında BOP’u anlatan ABD Dışişleri Bakanı Colin Powel “...Irak; Türkiye, Pakistan ve diğer İslam Cumhuriyetleri gibi bir İslam Cumhuriyeti olacak...” dedi.

Türkiye’de “Ilımlı Din Devleti” kurmak isteyenler, Sorosçular, rejimle “düellosu” olanlar ve Devlet düşmanı eski “bazı fraksiyon mensupları” yukarıdaki dinamiklerle eşzamanlı harekete geçti ve TSK’ya “saldırı” da yerlerini aldı.

15.06.2088 tarihli, Kapatma davası değil, İran operasyonu! başlıklı yazıdan

Sevgili dostlar, uzun lafın kısası; her seçenekte bana göre kaybeden tek bir kişi olacak; Erdoğan... Bu yazıyı kesin saklayın, bugün Erdoğan’ın yanında olanların nasıl “alternatif” veya “akil adam” pozunda “ortaya döküleceklerini” göreceksiniz... Yazılabilecek kalıp içinde bu kadar yazabildim...

Erdoğan’ın danışmanları mutlaka vardır, oyunun nereye döndüğünü görüyorlardır ama bir de ben yazayım; bütün oyun “Erdoğansız” bir AKP, olmazsa “Amerika’nın kendini garanti altına alacağı” başka “senaryolara” dönüyor... Ve iddia ediyorum; Türkiye’de siyasetteki gelişmeleri hatta siyaset yapıp yapamayacağımızı dahi İran operasyonunun kaderi belirleyecek...

13.07.2008 tarihli, Cumhuriyet değerlerine neden sahip çıkmalıyız? başlıklı yazısından

Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinin en ağır “bölücü, gerici, küresel” tehdidi altında olduğunu düşündüğüm bir ortamda, Cumhuriyet tarihinde hatalar yapıldığını da kabul ederek, Cumhuriyet’i eleştirenlere şunu söylemek istiyorum Türkiye 1923-2001 arasında “her alanda esir alınma denemelerine” rağmen “ayakta kalmayı” başardı. 2001-2008 arasında ise “elinde ne varsa sattığı gibi”, ayakta kalmayı bırakın “1923-2001 arasında esir almak isteyenler” tarafından “her alanda yönetilir” hale geldi.

10.02.2009 tarihli, Manifestom II başlıklı yazısından

Haklısınız. İşte “eğmeden, bükmeden” bugünün Türkiyesi...

* Bölücü terör ve irtica tehlikesi “aklileştirilmiş” bir şekilde “ülkenin özüne sızmış”.

* “Ülkeyi bölelim veya Cumhuriyeti yıkalım” diyenler “beyefendi” muamalesi görüyorlar.

* 15 askerinin öldüğü gün en yetkili ağızdan “Sayın Başkan ile 1 ay sonra görüşeceğim, gerekeni yapacağız” açıklaması yapıyor! Barzani bölgede “kral gibi konumlanıp, Türkiye’ye kafa tutuyor”!

* Yabancı güçler ve içerideki uzantıları tarafından TSK sürekli yıpratılıyor. Halkın “yıpratma” sürecini algılaması “çeşitli oyunlar” ile engelleniyor!

Ve en kötüsü “taşlar bağlanıp, köpekler serbest bırakılıyor"!

Bozuk saat bile günde iki kez doğru çalışır. En azından bir konuda doğru söylemiş, ortalık köpekten geçilmiyor. İnsanın aynadaki yansımasını tarifi ancak bu kadar güzel olur.

Aferin lan sana!

Medya utançlarına bir halka daha


Türk basını her olayda olduğu gbii Suriye meselesinde de, faşizm noktasına ulaşan milliyetçiliğinden örnekler sunuyor.

Dünden bu yana bir bayrak meselesi aldı başını gidiyor. Basının, olayı sunuş biçimi, tamamen yönlendirme ve yanlış bilgilendirmeden ibaret.

Suriye topraklarında yer alan bir binaya Suriyeli sığınmacılar ayrılmadan önce, Türk bayrağı asıyor. Suriyeli askerler de doğal olarak bayrağı indirip, yerine kendi bayraklarını asıyor.

Şimdi tam bu noktada, Radikal'den Hürriyet'e, Milliyet'ten Vatan'a, Habertürk'ten Zaman'a kadar herkes ağız birliği etmişcesine "Suriye askerleri Türk bayrağını indirdi" şeklinde gördü.

Bir ülkenin kendi topraklarında, bir başka ülkenin bayrağını indirmesinden doğal ne olabilir ki? Ama savaş kışkırtıcısı ve provakatörü Türk medyası, olayı Türkiye'de yaşanmış gibi göstermekten yüzü kızarmıyor ve utanmıyor.

Üstelik bu habere "Suriye askeri sınıra yığınak yapıyor" haberlerini de ilişkilendiriyor.

Suriye'de yaşananlar çok tatsız, berbat görüntüler geliyor. Daha birkaç ay öncesine kadar el ense dostluğu yaşayan Esad-Erdoğan arasına kara kedi girdi. Arap coğrafyası yeniden şekillendiriliyor ve Türkiye bu konuda ABD'nin en büyük payendesi durumunda.

Her şeyi gözden kaçırarak, saçma sapan bir bayrak kriziyle yaşananları daha da alevlendirmek medyanın görevi değil. Aklı selim olması gereken kişiler ve kurumlar çok doğal ve normal bir olayı böylesi tırmandırınca, haliyle halkın algısı da değişiyor.

Bu ülkenin medyası pek çok olaydı hep sınıfta kaldı. İki kaya için kopartılan yaygarayı herkes hatırlar. Tıpkı siyasi iktidarın tavrı gibi, darbeler önünde saygıyla eğilip, eleştirenleri unutmadı kimse. Madımak'ı yapanlar ortadayken, birilerine ihale etmeye çalışanları, Gazi Olayları'nda ölenleri teröristlikle suçlayanları, Hayata Dönüş Operasyonu'nda canlı canlı yakılanların kendilerini yaktığını v.s. v.s. sayısız olayda hep aynı iğrenç, savaş tamtamları çalan, faşist tavır sergilendi.

Şimdi bir bayraktan yola çıkarak, Suriye'yle savaş zemini hazırlanıyor gibi.

Her tarafı kokuşmuş bir ülkenin, medyasının ayakta kalması beklenemez zaten. Şu haberleri yapanlar hiç utanmıyorlar mı acaba?

İnternet medyasının en büyük zararlarından biri bu. Çünkü internet zaten pek çok yerde kendisini yalanlayan bir mecra, ortalarda dönen bilgiler nedeniyle.

Zaman ve Yeni Şafak gazetelerinden çıkan bir haber, internet medyasında da "Bu nasıl okunur var ya" mantığıyla servis ediliyor. 3-5 çocuk ortalarda gazeteci olarak dolanıyor ve halkın bir bölümü "Suriyeliler bayrağımızı indirdi" diye fevaran ediyor.

Unutmadan, kendisine görev biçen askerler, Türkiye sınırına dev Türk bayrağı asmış. Vay be, ne büyük vatanseverlik örneği!

Suriyeliler kendi topraklarında, kendi bayraklarını astıkları için, ne büyük bir suç işlemiş ama değil mi (!)

23 Haziran 2011 Perşembe

Hakan Şükür'den bu kadar milletvekili olur


Benim pek sevdiğim kişi Hakan Ş. milletvekili oldu. Nasıl bir milletvekili olacağını zaten biliyordum. Salla başı, al maaşı şeklinde bir Meclis hayatı olacak. Eh arada iki de, içinde bol milliyetçilik kokan sporla ilgili konuşma patlattı mı ondan kralı yok.

Herife, Hatip Dicle'nin milletvekilliğinin düşürülmesi soruluyor. Arkadaşın yanıtı şu: "Gündemi takip edemedim. Bunun değerlendirmesini bizim büyüklerimiz, bakanlarımız, tecrübeli büyüklerimiz yapıyordur. Ben bu konuda henüz erken olduğu için bir şey söylemek istemiyorum."

"Bu konuda erken olduğu için bir şey söyleyemez"miş. Sen ona "Benim kafam öyle şeylere basmaz" desene.

Ayrıca "Gündemi takip edemedim" ne demektir arkadaş? Neyi takip ediyorsan, oradan sorsunlar sana. Hatta sormasınlar bir şey, sen istediğin zaman yanıtlarsın. Senin işin gündemi takip etmek.

Tam gerizekâlı öğrenci modeli gibi. Soruyu sorarsın "O konuya çalışamadım" der. Ehh ebenin amı, "Hiç çalışmadım" desene sen şuna.

Ülkenin milletvekiline bak sen! Adamın adı bakanlık için geçiyor. Şu adamdan bakan çıkarsa, hiç yaşamayalım bu ülkede. Pılımızı pırtımızı toplayıp gidelim.

Gündemi takip etmeyeceksen, ne diye milletvekili oldun o zaman?

Önümüzdeki dönem Hakan Ünsal'ı da alsınlar. Emre Belözoğlu zaten tekkenin adamıdır, futbolu bıraktıktan sonra agresifliğiyle başbakanı aratmaz. Arif Erdem olur mesela. Bunların hepsini yapsınlar.

Söylenecek çok şey var ama söylemeyeceğim. Bunları milletvekili yapanları filler teper umarım.

Hayvanlar Alemi



Üst tarafı sağdan sola, alt tarafı soldan sağa okuyun. Doğru sıralama açısından...

Sezgin ve Tulun güçlerini birleştirsinler


Birinden kurtulduk, diğeri yeni bir sorun olarak karşımıza çıktı. Adnan Sezgin denen herif, aldırdığı ve aldırmadığı futbolcularla Galatasaray'da epey derin izler bıraktıştı. Birkaç nesil kendisini derin bir muhabbetle anacak.

"Adnan Sezgin'den kurtulduk" derken, şimdi nurtopu gibi bir Bülent Tulun'umuz oldu. Başkanın şahsi danışmanlığından, sportif koordinatörlük görevine geçiş yaptı.

Benim kafam bazı şeyleri almaz. Basit bir mantıkla çalışır çünkü. Öyle çok allengirli işlerden anlamam. Bu Bülent Tulun denen arkadaş, Ribery rezaletinin sorumlusu mudur, değil midir? Elde beyzbol sopası ile nöbet tutmuşluğu var mıdır, yok mudur?

Büyük bir skandalın baş sorumlusu nasıl oluyor da, yeniden görev alabiliyor, danışman, koordinatör, direktör ya da herhangi bir sıfatla? Bu tip durumlarda gündelik yaşantıya dönüyorum, karşılığını görebilmek için.
Misal bir bankacı düşünüyorum, adamın hesabından 50 bin TL havaya uçmuş, ne yaparlar acaba?
Ya da bir doktor düşünüyorum, hastalarından 3'ü ard arda ölüyor, ne olur?
İki tane manşet yapıyorum hepsi de hatalı, sonum ne olur?

Bu adamlar bulunmaz Hint kumaşından mı imal ediliyorlar da, Adnan Sezgin ve Bülent Tulun arasında mekik dokuyor koskoca Galatasaray Spor Kulübü!

Galatasaray'da değişim dediler, eskiden ne kalmışsa hepsini tek tek toparlamaya başladılar.

Önce yönetimde eski isimler bir bir geldi. Ardından eski teknik direktör getirildi. Sonra başkanın şahsi danışmanı olarak açıkladığı Bülent Tulun'u sportif bilmem ne yaptılar.

Peki hangi evrede değişim yaşıyoruz? Doğrusu herhangi bir noktada değişim göremiyorum.

Bu kadar seri hata yapan bir oluşumun başarılı olma şansı yok. Sonda söylenecek olanı en başta söyleyeyim, adına ister tecrübesizlik deyin, isterseniz işbilmezlik ama yeni yönetimin hamlelerinin pek çoğu yanlış. Açık söyleyeyim eğer Selçuk İnan transferi ve Galatasaray basket takımının durumu olmasaydı, bugün Galatasaray taraftarının çok ama çok büyük bir çoğunluğu kazan kaldırmaya başlamıştı.

Sportif direktör-koordinatör ya da sıfat olarak her ne boksa, oraya getirilen adamların ortak özelliği suratsız, sevimsiz, istenmeyen adamlardan oluşması gerekiyor sanki.

Hayır, şunu hakikaten anlamıyorum. Bülent Tulun, kulüpte görev alır, sonra bir bakmışsın yorumcu olmuş, bir bakmışsın gazeteci olmuş, bir bakmışsın sportif koordinatör. Bir adamın bu kadar işi olur mu lan! Ayrıca Galatasaray'da yönetici olmuşsun, sonra yorumculuk nedir.

Ya her şeyi geçtim, parmak arası terlikle transfer pozu verdiren yöneticinin geçmişini sikeyim. Köy Hizmetleri Spor'a çevirdiler koskoca kulübü. Parmak arası terlikle imza töreni olur mu? Kimse uyarmaz mı "Evladım olmaz böyle" diye. Lan askerlik hatırası fotoğrafında bile üstüne başına bir bakarsın. Milletin tatile geldiği, parmak arası terlikten belli oluyor.

Bir Adnan Sezgin, bir Bülent Tulun diye kasmasınlar, ikisi aynı anda görev alsın. Vay anasını satayım, fanteziye bak sen! Bunların ikisi bir arada daha bir etkili, daha bir sikici olurlar. Zaten ikisinden, bir tam adam ancak çıkar. Çıkar mı, şüpheliyim...

Az kaldı az, River Plate'i daha bir yakından takip etmek lazım tam şu aşamada. Bu kadar aptalca hamleyle sonumuz ya kayyum ya kümedir...

22 Haziran 2011 Çarşamba

İzleyin derim

También la lluvia'yı dün akşam izledim ve geç izlediğim için de üzüldüm. Icíar Bollaín'in yönetmenliğini yaptığı film, iç içe geçmiş iki film gibi.

Kan emici küresel sermayenin, halkların hayatlarını nasıl kararttığını, para hırsının insan hayatından önemli olduğu dünyaya ciddi eleştiriler getiriyor. Filmin görünürdeki esas oğlanı her ne kadar Gael García Bernal olsa da Juan Carlos Aduviri ve Luis Tosar'ı mutlaka izleyin. Özellikle Daniel/Hatuey rolündeki Aduviri'ye dikkat edin.

Halkların direnişini, kadınların, anaların bu direnişteki paylarını, sosyal adaletsizliği, örgütlenmenin önemini, sermayenin ne denli vahşileştiğini görebilmeniz açısından cidden harikulade bir film.

Ken Loach denen sinema mucizesinin Route Irish'ini de dün izledim. Pek çok insan diğer filmlerine göre daha sönük bulmuş olsa da, çok beğendim.

Sadece Irak işgalinin ve savaşın acımasızlığını anlatması açısından bile izlenmeye değer bir film. Ayrıca Liverpool'lular kaçırmasın filmi.

Bir önceki akşam da 5 Days of War'u izledim. Başarılı bir politik drama olmuş. Gürcistan ve Rusya arasında Güney Osetya sorunu nedeniyle çıkan 5 günlük savaşı anlatıyor.

Filmin en önemli defosu bütün filmi bir pencereden göstermesi. Tek taraflı anlatımlar her zaman sinir bozucu. Gerçek olmadığını söylemiyorum fakat Gürcistan'ın, Oset köylülere yaptığı işkenceler, ölümler gözden kaçırılmış.

Daniil rolünde izleyeceğiniz Kazak paralı asker Mikko Nousiainen filmdeki en fantastik oyunculuğu çıkartmış.

Bu üç filmi de izleyin derim. İlk tercihiniz kesinlikle ve kesinlikle También la lluvia olsun. Cidden çok iyi iş kotarmışlar. Pek çok şey bir potada eritilip ancak bu kadar iyi anlatılabilirmiş..

"Ay ne tatlı gördün mü? Türkçe şarkı söylüyor Gabonlu kız"


Yaklaşık 9 yıldır 'Türkçe Olimpiyatları' diye bir şey düzenleniyor. Gülen tarikatının organize ettiği ismi olimpiyat olan bu organizasyona, tarikatın okullarından gelen öğrenciler, Türkçe şarkı-türkü söylüyor, biz de ulus olarak koltuklarımız kabararak gururlanıyoruz.

Boru değil, Allah'ın Sudanlısı geliyor, Türkçe pop şarkı söylüyor. Bu 'olimpiyat' ne zaman düzenlense, gözlerim yaşlı ama mağrur ve gururlu bir Türk olarak Samanyolu TV'yi izlerim.

Düşünsenize Endonezya'dan Rahmi Amalia "Dert Bende Derman Sende"yi söylüyor. Hangi Türk gurur duymuyor ki! Hanginizin tüyleri diken diken olmuyor!

Faslı, Gabonlu, Japon, Macar, Zambiyalı, Yunan, Polonyalı v.s. v.s. dile kolay 130 ülkeden gelen çocuklarımız, Türkiye'de Türkçe konuşuyor.

Şunun adını koyalım da herkes rahat etsin. Türkçe Olimpiyatları, Gülen tarikatının gövde gösterisine ve propagandasına hizmet eden, öte taraftan da 23 Nisanvari bir etki yaratması için götten çıkma sikindirik bir organizasyondur.

Acayip bir aşağılık kompleksi var içimizde. İngiltere'ye bir Türk gittiğinde ve İngilizce konuştuğunda acaba kim "Vay amına koyayım! Gördün mü lan Türk'ü, nasıl da İngilizce konuşuyor" der. Ya da Almanya'da, herhangi bir Alman "Şu Boşnak gencin Almanca konuşması, bir Alman olarak bana gurur verdi" diye düşünür mü?

Sen gidip çocuklara Türkçe eğitim verirsen, haliyle Türkçe öğrenir. Tıpkı Türkiye'deki kolejlerde okuyan çocukların İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca öğrendikleri gibi. Gayet normal bir durumu olimpiyat diye millete sunmak ancak bizde olur.

Komünizmle Mücadele Derneği'nden diplomalı Fethullah Gülen, 12 Eylül 1980'den yaklaşık 18 gün sonra der ki; "Ve işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tulûu (ışığı) saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekâsına alâmet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihâlelerin (dönüşüm) son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz."

Bugün darbelerin karşısına dikilen, darbelerden mağdur olduklarını her fırsatta dile getiren, darbeler nedeniyle neredeyse "Siz bilmiyorsunuz bizim götümüzü siktiler" diyen adamların, dumanı üstünde tüten 12 Eylül darbesinden sonra yazdıkları, darbelerin mağdurları değil, darbelerin mağrurları olduklarının kanıtıdır.

Bugün darbeleri lanetleyen adamlar, o günlerde darbeyi gerçekleştiren komutanlara methiyeler düzerken, işkencehanelerde insanların götlerine cop sokuluyor, kafaları bok çukurlarına bastırılıyor, eşlerine gözlerinin önünde işkence ediliyor, erkeklik organları urganla bağlanıp çekiliyor, birbirlerinin üstüne işetiliyor, elektrik veriliyor, tecavüz ediliyor, -yor -yor -yor -yor yani bitmeyen işkencelere ve insanlık suçlarına tabi tutuluyordu.

Neyse konu dallanıp budaklandı. Güçlü olmak istiyorsan sermayeyi eline geçireceksin. Çok basit işleyen bir kuraldır. Herkesle dirsek temasında bulunan tarikat, 40 yıldan bu yana sermayeyi elinde toplamaya başladı ve bugün kimsenin aklına bile gelmeyen bir güce erişti.

Kendisine sosyal demokrat diyen CHP genel başkanları, yöneticileri bile, tarikata selam çakıp, tarikattan üyeleri boşuna aday göstermedi. Bu gücün farkındalar, bu gücü karşılarına almak istemiyorlar.

Bu 'Türkçe Olimpiyatı' denen yaraktan şölen, Türkiye'de tarikata daha fazla sayıda sempatizan toplamaya çalışılmaktadır.

Artık gelinen noktada Başbakan yardımcıları, bakanlar, ülkenin tanınmış simaları bu boktan organizasyona katılıp, bir nevi tarikatın lideri önünde düğmelerini ilikliyorlar.

Tarikatın başındaki ağlak arkadaşımız, Türkiye'ye dönüşü hesapları yapıyor. Etrafa bakının, öyle bir hava estiriliyor ki, sanki kendisi Türkiye'ye gelse idam edilecek. En azından şu "gurbet" muhabbetinden kurtulmuş oluruz. Ha ABD'de ağlamış, ha Türkiye'de, fark eden bir şey olmaz.

İlginçtir bi ağlak imamın tarikatı 'Türkçe Olimpiyatı' düzenliyor ama vaazlarını izleyin, bir bok anlamazsınız. Çünkü Türkçe konuşmuyor. Ne kadar darbe karşıtıysa, o kadar Türkçe sevdalısı. Hesabı siz yapın.

"Dokunan yanar" denip duruluyor ya, asıl dokunmayanlar yanacak bu işin sonunda.

Son söz tarikat götü yalayan eski solcu, yönetmen artığına gelsin; koşa koşa havalimanına gidip, herkesten önce donu indirip hocasına, vermeye başlasın. Belki o zaman bugüne kadar batırdığı tüm işlerinin karşılığını alabilir.

21 Haziran 2011 Salı

Şu kararları toptan sikeyim


KARAR 1

Ne Mustafa Balbay ne de Mehmet Haberal'la aynı fikirde değilim. Dokunulmazlık denen zırhın da karşısındayım. Milletvekili ya da sade vatandaş kıvamında olsa da, bir adam suç işledi mi cezaevine girmeli. Buraya kadar tamam mı? Tamam

Amaaaaa Sabahat Tuncel'e verdiğin 'hakkı' bu iki adama vermiyorsan, sikerler öyle adaleti. Kaldı ki, bu iki adam yargılanıyorlar, suçları sabit bile görülmemiş.

Adalet terazisi böyle işlememeli. İşletmeye başladılar çünkü devir artık "Yüce Rabbim verdikçe veriyor" zamanı. Yargıtay, Danıştay, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, adalet sarayındaki hakim, savcı, mübaşir, salona çay getiren çaycı bile 'Yüce Rab'in kıstaslarıyla belirleniyor.

Tabii savcı uyanık, neden salıverilmesini engelliyor?
Çünkü biliyor ki, kimse Balbay ve Haberal için sokağa dökülmez.
Kimse Balbay ve Haberal için sivil itaatsizlik uygulamaz.
Kimse Balbay ve Haberal için gerekirse ölümü göze almaz.
Kimse Balbay ve Haberal için molotof fırlatmaz.

Birileri -tıpkı şu an benim de yaptığım gibi- iki yazar, üç çizer, oturur oturduğu yerde.

Kıssadan hisse çıkartalım. Örgütlülük bunun için önemlidir toplumlarda. CHP'nin ne kadar örgütlü olduğunu şu olay karşısında göreceğiz.

KARAR 2

Lafı eveleyip gevelemeyeceğim, eğer ki Oktay Mahmuti koçluktan CEO'luğa geçiyorsa, öyle kararın sülalesini sikeyim. 26 yıl sonra bir hava yakala, o havayı müthiş bir sinerjiye çevir, şampiyonluğu kılpayı kaçır sonra herkes seneye şampiyonluk beklerken, bunu yaratan adamı bench'ten yukarıdaki koltuklardan birine çıkart.

Galatasaray'ın son yıllarda tek düzgün işleyen şubelerinden birini daha sezon başlamadan piç etmeyi başardılar. Koç istemiştir, orasını bilmem. Konuşursun, ikna edersin. Daha 5 gün önce salon ortasında salya sümük ağlayan adamın "Lan hadi, bir koşu CEO'luk yapayım" diyeceğini sanmıyorum.

Daha sezon başlamadan bu kadar aptalca bir şey yapmak, ancak ve ancak bize yakışırdı.


KARAR 3

Şu ekşi sözlükçülerin hadisesi çok fantastik (!) olmuş. Korku denen şey bir anda yaratılmaz. Sinsi sinsi, ağır ağır yaparsın. Bu korku hissini Türkiye gibi bir ülkede bir anda yapmaya çalışsan, adamın götünde ters teper. Bunlar uyanık, 7 yıldan bu yana, adımlarını gayet bilinçli bir biçimde atıyorlar. Yaptıkları her şey, satranç hamlesi gibi. Bu hadise de onlardan biri.

Bir götveren lale "Allah'a, peygambere küfrediyorlar" diye suç duyurusunda bulunuyor, cemaatperver fırkası üyesi polis de harekete geçiyor.

Bu olaydan kimseyi alırlar mı? Almazlar haliyle ama ortaya çıkan ana fikir şu: "Bak arkadaş, öyle istediğini yazıp çizme devirleri geçti. Bundan sonra ne yazıyorsan, dikkatli olacaksın. Herkes istediğini söyleyemez."

Böyle minik minik adımlarla ileri demokraside Nirvana'ya ulaşacağız. O en son noktada, artık siki taşağı salar, öyle yaşarız ülkede.

Diğer tartışma kendi iç tartışmalarıdır. Sadece şu kadarını söyleyebilirim, akçeli işlerle ilgilenenler, bundan sonra her zamankinden daha dikkatli olmalı. "Taraf olmayan, bertaraf olur" boşuna söylenmedi. Fidansan dikilmeye, orospuysan sikilmeye ağlanıp, sızlanmayacaksın.

VE DİĞER KARARLAR

Esenler'e, Konya'ya, bilmem nereye çorba çeşmesi diye ucubeleri dikenleri sikeyim.
1.2 milyon Euro alan Neill'ı yaşlı diye gönderip, yerine 2.2 milyon Euro'ya Ujfalusi'yi alan zihniyeti sikeyim.
Nihat Doğan, Serdar Ortaç kadar, hayata dair sorunlardan söz etmeyenleri sikeyim.
Sikindirik metal yığınlarını Lunapark diye dikenleri sikeyim.
Sivas katliamını zamanaşamına getirmeye çalışanları sikeyim.
Ve "Bir daha yazmayacağım" diyen, dilimi sikeyim.
İsteyen de istediğini siksin.

Unutmadan Sadri Şener, bir sus lan! Mahalle karısı gibi "Selçuk aşağı, Selçuk yukarı". 3 milyon Euro'ya almış da, sonra çekip gitmiş de. Siktir git, bonservis parası verdin diye, adamın hayatını mı satın aldın? Köle mi bu adamlar, isteyen istediği yere çekip gider.

20 Haziran 2011 Pazartesi

Mektup


Sevgili Ozan Abi, 18 yaşındayım. Ozan Abi dememe kızmazsın inşallah. Seni 1 yıldır okuyorum. Diyarbakır'da oturuyoruz biz. Benim dışımda 3 kız kardeşim, bir ablam, 2 tane abim var. Babam belediyede işçi olarak çalışıyor. Annem evhanımı.
Bir tane odamız var evde. Yatak odasısında annem babam ve 3 küçük kız kardeşim kalıyor. Salon gibi olan odada bir abim, ablam bir de ben kalıyorum.

Diyarbakır'a geldin mi bilmiyorum. Güzeldir bizim buralar, hakkaten çok güzel bir yer. İşte sen de biliyorsun yaşadığımız sıkıntıları.

Bizim evde internet yok. İnternet kafede arkadaşlarla oyun oynamaya gideriz. Bir gün, yine oyun oynuyorduk biz, yan masamda oturan biri senin bloğa bakıyordu. Ordaki resmi görünce, merak ettim baktım. Yan masada oturan abiden neyi okuduğunu sordum, karışık bir isim söyledi. Yabancı isimleri öyle iyi bilmiyorum, gittim kağıt aldım ona yazdım. Okudum yazıyı, bizim bölgeden bir üniversite öğrencisi inşaatta çalışırken düşüp ölmüş.

Sonra ben ne zaman internet kafeye gitsem, mutlaka baktım yazdığım kağıttan adresini yazıp. Artık her gün mutlaka bir kez giriyordum. İnternet kafeci Reşit Abi, para almadı benden. Bana böyle oyun için değil de, okumak için girersem para almayacağını söyledi.

Ben senden bir sürü şey öğrendim abi. Hiç tanımadığım, görmediğim bir abim varmış gibi geliyor artık. Bazı olaylar olunca Ozan Abi ne yazacak diye düşünüyorum. Bizim bölgenin insanısın sandım ama bir mail atıp konuştuk ya, hatta inanmadım sana. Kürt olmayıp sanki bizim yaşadıklarımızı yaşıyormuş gibi olmanı çok sevdim abi.

Yazmıyorum demişsin ya abi, valla çok üzüldüm. Sinirden mahalleden bir arkadaşımla kavga ettim. Sonra "Ozan Abi duysa kızardı" dedim kendi kendime barıştık arkadaşla.

Senin için çok güzel, temiz, insan gibisin sen. Hani küfediyorsun ya bir sürü şeye, yemin ediyorum ben de küfrediyorum onlara. Belki bazıları sevmiyor ama inan seviyorum ben. Niye biliyor musun, sen haksıza, zalime, şerefsize küfrediyorsun. Benim anam bile onlara küfrediyor.

Yaz be Ozan Abi. Ben abim yerine koydum seni. Sen yazacaksın, ben öğreneceğim. Sırf ben değil, bir sürü kişi vardır böyle. İstemeyen okusun, ne olacak. Kimse istemese ben istiyorum. Artık kavga etmiyorum, sürserilik yapmıyorum, vaktimi öyle boş boş değerlendirmemeye çalışıyorum. Yemin ederim senin sayende. Namus üstüne, yalanım yok.

Galatasaraylıyım abi. Öyle spor yazısı yazdığında da seviyorum seni. Abi sen ağzına geleni söylüyorsun, doğru bildiğini. O yüzden seviyorum seni. Okuyan çok olsun, herkes öğrensin daha güzel işte. Esas az okuyan olunca üzül.

Bu yazıyı okuduktan sonra da, eğer yazmazsan güzel canın sağolsun senin. Ben yine seni severim. Buralara gelirsen mailim sende var. Ara abi telefonla, misafirim ol, gezeriz, konuşuruz. Hem babama anlattım seni, o da seviyor seni. Tanrı misafirimiz ol abi.

Ozan Abi, bırakma be abi.

İsmet

Şunu okudum, biri karşıma çıkıp ağzına geleni söylese umrumda olmazdı. Vay amına koyayım böyle işin. Ne boktan şey lan bu. Bir insanın hayatında böyle yer etmek, hayatına işlemek nasıl bir sorumluluk böyle?

Uzun süredir ağlayamamıştım. Daha birkaç satır okuyunca koyverdim. İsteyen istediğini söylesin, şöyle bir şeye yanıt vermemek mümkün değildi.

İsmet, eşeklik ettim, mailde yazmayı unuttum. Ben gelemezsem, sen atla gel İstanbul'a.

17 Haziran 2011 Cuma

.


Geçen akşam Çağrı ile konuşuyorduk, ona bir şey anlatacağımı söylemiştim, neden bilmiyorum o zaman aklıma geldi.

Biliyorum ve hatta farkındayım sanırım daha önce 3 kez 'yazmayacağım' demiştim. Çabuk gemileri yakıyorum, gündelik yaşantımda geri dönüş yapmam ama burasına karşı aynı kararlılıkta duramıyorum.

Belki birkaç arkadaş hatırlar, "İzleyici sayısı 250 olduğu zaman, yeni bir blog açacağım" demiştim. Geçen gün hiç farkında olmadan 251'i gördüğümde "Eeee ne bekliyorsun?" diye söylendim, kendi kendime.

İlk yazdığım akşam, 1635 başlık yazabileceğimi düşünmemiştim. Hatta şu an bile, o kadar yazabileceğimi düşünemiyorum. Pek çok saçmaladım, pek çok kalp kırdım belki. Bazılarını bilinç dahiline, bazılarınıysa da kesinlikle ayırdına bile varmadan yaptım.

Bu kadar kişi tarafından takip edilmek, kimileri için az, kimileri için çok olabilir ama bence oldukça fazla ve bir noktadan sonra rahatsız edici. Bir noktadan sonra gelen giden insan sayısının fazlalığı, yarak-kürek tiplerin gelmesine de neden oluyor.
Attıkları yorumlar, mailler öyle çok da derdim değil, umursadığımdan değil ama içten içe rahatsız oluyorum, bu tiplerin gelip gitmesinden. Sanki evime giriyorlar gibi hissediyorum. Ne yazık ki burada kapı sürekli açık..

Duygusala bağlamak istemiyorum da, şu bloğu açtığım gün, kardeşim gibi seveceğim adamlar olacağını tahmin etmezdim. Hiç görmediğim, elini bile sıkmadığım insanlarla dertleştim. Hakikaten güzel insanlar uğradı şuraya.

Bir gece Çağrı ile aşk konuştuk, başka bir gün Fırat'la dünyaya bakışı konuştuk, bir gece Ozan'la siyaset konuşuk, başka bir gün Alican'la bambaşka bir şey konuştuk.

Yazılanları silmeye gönlüm elvermiyor ısrarla. Kaldı ki, şurada yazılanlarda benim kadar emeği olan insanlar var. Kimi mail attı "Bak bunu yazsan iyi olur" diye, kiminin yazdığı bir yorumu yazdım, kimiyle konuşurken ortaya bir şeyler çıktı.

Herkesin emeği var o yüzden silmiyorum ve silmeyeceğim. Ama bu kez noktayı koyuyorum.

Haksızlıklara sesimizi çıkartacağız, isyan edeceğiz, küfürün dibini bulacağız, futbol geyiği çevireceğiz.

Herkes kendine iyi baksın. Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş diye kimse birbirini üzmesin, hırpalamasın.

Ara ara şiir kondurduk, bir tane de Özdemir Asaf'tan gelsin...

Haydi eyvallah.

HOŞÇAKAL

Siyah beyaz tuşlarında piyanomun
Seni çalıyorum şimdi
Çaldıkça çoğalıyorsun odada
Sen arttıkça ben kayboluyorum

Seni doğuruyorum geceye
Adını koyuyorum Aya bakarak
Her şey sen oluyor her yer sen
Ben ölüyorum

Sesini duyuyorum Rüyalarımda
Gözlerimi kamaştırıyor ışığın
Rüzgar sen gibi dokunuyor bana
Ben doğuyorum

Duymak istediklerimi söylemiyorsun hiç
Dokunmuyorsun bana
Sen gibi bir şimşek çakıyor
Tam kalbime düşüyor yıldırımı
Ben gidiyorum.