28 Şubat 2012 Salı

Sikerler 28 Şubat'ı


28 Şubat'ın üstünden 15 yıla yakın bir zaman geçti. O günden bugüne ne değişti diye bir arkanıza dönüp bakın.

Gayet iyi anımsıyorum, tankların Sincan'dan geçişi alkışlarla karşılanıyordu. Medyanın neredeyse tamamına yakını, bu süreci daha da alevlendirmek için ellerinden geleni yaptılar.

Bugünün iktidar ve güç sahipleri, 28 Şubat üstünden yaratılan mağduriyetin keyfini çıkartıyorlar. Her fırsatta 28 Şubat güzellemeleri yaparak, ne kadar ezildiklerini, ne kadar etkilendiklerini söyleyip duruyorlar.

Peki 28 Şubat'ta kaç idam oldu?
Kaç kişi tutuklandı?
Kaç kişi cezaevine girdi?
Kaç kişi işkenceden geçirildi?
Kaç kişinin evlerine girilip, kitapları yakıldı?
Kaç kişi işkence sonucunda hayatını kaybetti?
Kaç kişi için yurtdışına çıkış yasağı konuldu?

Ne bileyim, hangi babanın götünden çıkartılan cop, oğlunun ağzına sokuldu?
Ya da, hangi kocanın yanında karısına tecavüz edildi?

Ne oldu lan 28 Şubat'ta? Bunu gayet iyi niyetle soruyorum. Kime ne oldu?

12 Eylül'de neler yaşandığını yeniden yazıp çizmek mi lazım! İdamları, gözaltıları, daha bir-iki hafta öncesine kadar yaşanan yargılamaları, açılan davaları, vatandaşlıktan çıkarmaları, insanları zorunlu mülteci olarak yurtlarından sürmeleri, yüzbinlerce davayı mı hatırlatmak gerekiyor.

Bu ülkede götünü yırta yırta bağıran hep haklı görünür. İki-üç tutuklamayla geçen, darbe niteliği bile taşımayan, bir süreçten geldiğimiz noktada işte bugünler yaşanıyor.

Yaşananlar ne peki?

Gazetecilerin, bilim insanlarının, siyasilerin, avukatların, öğrencilerin, sendikacıların; olmayan darbelerle, oluşturulmuş davalarla cezaevine gönderilmesi ve sonu gelmeyen yargılamalar.

Dünün mağdurları (gerçi iktidar sahibi olmalarına karşın halen mağdurlar), sözümona ezilenleri, bugün diğer tarafa geçtiler ve alabildiğine gaddar, olanca nefretleriyle kendilerine muhalif kim var, kim yok cezaevine atıyorlar.

28 Şubat'tan bugüne değişen çok şey yok aslında. Halk yine yoksul, yine bir parça ekmeğe muhtaç.

Akp iktidarının 28 Şubat'tan bu yana becerdiği en iyi şey, korkuyu her kesime yayması oldu.

28 Şubat döneminin başbakanı Necmettin Erbakan, Kaddafi'yle çadırda görüşme yaptığı için hakkında söylenmeyen kalmamıştı, aşağılanmanın her türünü yaşadı. Ama aradan 10-12 sene geçti aynı çadıra Tayyip Erdoğan girince, ağızlarını bile açamadılar.

Ya da Kayseri'nin Refah Partili Belediye Başkanı Şükrü Karatepe, "Süslü püslü göründüğüme bakıp da laik olduğumu sakın sanmayın. Resmi görevim nedeniyle bugün bir törene katıldım. Ey Müslümanlar sakın ha içinizden bu hırsı, bu kini, nefreti ve bu inancı eksik etmeyin. Bu bizim boynumuzun borcudur." dediği için 1 yıl hapis ve 420 bin lira ağır para cezasına mahkûm edildi. Ama Tayyip Erdoğan, "Dilinin, dininin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlikten bahsediyorum" deyince kimse sesini çıkartamıyor.

Çünkü ağzını açarsan, eleştirirsen demir kapılar, taş duvarlar seni bekler. Bir gazeteci olarak işsiz kalırsın.

"Darbelerle hesaplaşacağız" diye referandum düzenleyenler, kirli ağızlarıyla idam edilen devrimci gençler üstünden oy avcılığı yapanlar, bugün kendi sivil darbelerini her geçen gün şartlarını daha da ağırlaştırarak uyguluyorlar.

Evet, 28 Şubat'ta birtakım insanlar mağdur oldu ama 12 Eylül'le hesaplaşmadan, 12 Eylül'ün hesabını vermeden, 12 Eylül darbecileri yargılamadan kimse ağlayıp, sızlamasın.

Son 5 yıldır don lastiği kıvamına getirdiler "mağduruz" edebiyatı. Her yetki, her güç elinde olacak ama "mağdurum" diyecesin.

12 Eylül'le ülkede belli bir düşüncenin filizlenmesini sağladılar, 28 Şubat'la da o düşünceye kök saldırıyorlar. Olayın benim açımdan özeti budur.

Villada otur, konakta yaşa, sermayeyi elinde tut, sokakta öğrenciyi, işçiyi coplattır sonra "ama biz ezildik" de. 12 Eylül'de yaşananlar dururken, "mağduruz" derken insanın yüzü kızarır ama bu pezevenklerde yüz de yok.

Haaa unutmadan, bugün "28 Şubat, 28 Şubat" diye götünü yırtanlar, o gün neredeydi acaba? 12 Eylül'ü alkışla, aradan 30 yıl geçsin darbe karşıtı ol. 28 Şubat'ta sessiz kal, aradan 10 yıl geçsin kıçını yırt. Herkes nasıl samimi, nasıl samimi a.k.

Samimi olan, götü yiyen 28 Şubat'çıları yargılar...

24 Şubat 2012 Cuma

Adli suçluların yataklarına fırlatılan çocuklar

Kamuoyunda 'taş atan çocuklar' olarak bilinen çocuk siyasi hükümlüler Pozantı Cezaevi'nde yaşadıklarını anlatmış. Okunur gibi değil, üstüne ne söylenir bilmiyorum. Böylesi zamanlarda insanlığımdan utanıyorum, kendime lanetler yağdırıyorum elimden hiçbir şey gelmediği için.

Yaşları 14 ila 17 arasında değişen çocukların anlattıklarını bir okuyun lütfen.

17 yaşındaki Ş.A:
Orada çok kötü şeyler yaşadım. Adliler, boğazımıza ip takıp sıkıyorlardı. Bizi dövüyorlardı. Terörist olduğumu söyleyip öpmemiz için yüzümüze bayrak uzatıyorlardı. Öpmek istemediğinde ise yine dövüyorlardı.
Koğuşta sabah 5-6 gibi erken saatlerde uyandırılıp, zorla temizlik yaptırıyorlardı. Koğuşlarımızı değiştirmeleri yönünde taleplerimiz oluyor ama, taleplerimiz cevapsız bırakılıyordu

17 yaşındaki A.K: İş çıkışı evime doğru giderken, o sırada bir grup gösterici ile polisler arasında kaldım. Gaz bombası nedeni ile gözlerim yandı ve kendimi en yakındaki eve attı. O sırada polis eve girerek, evin damına çıkarttı. Kafama puşi bağlayarak fotoğraflarımı çekti. "Sen eylemcisin" dediler bana. Polis aracına bindirildim ve kafama dipçikle vuruldu.
Pozantı Cezaevi'nde adli suçlular geceleri arkadaşlarımızı zorla yataklarına çağırıyorlardı. Gözümüzün önünde arkadaşlarımızın kafasını kırıyorlardı. Ama cezaevi idaresi her zaman konuyu örtbas etmeye çalıştı.

Devlet, sorumluluğu altındaki çocukların tecavüz edilmesine, dayak yemesine, kafalarının kırılmasına açık açık göz yumuyor. Yılmaz Güney'in 'Duvar' filmini yaşatan bu iğrenç uygulamalara kimse ses çıkartmıyor. Bu çocuklara önce 'terörist' yaftası yapıştırılıyor, daha sonra da yapılanlar bu boktan sıfatla haklı çıkartılmaya çalışılıyor.

Suçlu olup olmadığı belli olmayan, birkaç ay cezaevinde kalan ancak bir ömür boyu beyinlerine kazınan, bütün hayatlarını etkileyecek iğrenç uygulamalara maruz kalan bu çocukların bundan sonra ne yapması bekleniyor acaba? Hiçbir şey olmamış gibi, içlerinde nefret büyütmeden yaşamaları mı?

Çocukların boynuna puşi bağlayarak suçlu yap, emniyete götürürken araçta işkence yap, emniyette ayrı işkence uygula, cezaevine yolla, kaldıkları süre içinde kaba dayak, tecavüz gibi en aşağılık işkence yöntemlerini uygula sonra bu çocukların topluma sağlıklı bir biçimde dönmesini bekle.

Kimse kusura bakmasın ama 17 yaşımda hiçbir suçum olmamasına karşın beni cezaevine atıp, birilerine pazarlar gibi kucaklarına atsalar, bunu yapanların 99 sülalesinin geçmişini sikerim. Neden-sonuç ilişkisini iyi tahlil etmek lazım. Birileri neden dağa çıkıyor, neden eline silah alıyor, görmek gerekir.

12 Eylül'ü TBMM'de timsah gözyaşları ile yad edenlerin yönettikleri ülkede, 12 Eylül'e rahmet okutacak işkence haberleri geliyor. Bir kadına dayak atılıyor "O zaten fahişeydi" diye aptallık bile sayılamayacak bir savunma yapılıyor. Öğrenci eyleminde karnındaki bebeği düşürülen kız öğrencinin davasında, polisler hakkında 'takipsizlik' kararı veriliyor ve "tekmeler soyuttu" şeklinde bir insanın ancak götüyle gülebileceği bir karar çıkıyor.

Sıkıldım lan! Yemin ediyorum çok sıkıldım şu haberleri okumaktan, görmekten. Bir ülkede faşizm başka nasıl tezahür edebilir. Öl a.k. geberip git bir an önce.

Not: Bu vesileyle Yılmaz Güney'in 'Duvar' filmini izlemeyen varsa, mutlaka izlesin diye de ekleyeyim.

22 Şubat 2012 Çarşamba

Erdoğan'ın korumaları sokaklarda terör estiriyor


Sabah sabah şu haberi gördüm. (Haber linki)

Başbakan Erdoğan, Dolmabahçe'deki Çalışma Ofisi'nden Üsküdar'daki evine giderken, 3 genç tarafından protesto ediliyor. Erdoğan'ın korumaları biri kadın 3 kişiyi derdest ederek gözaltına alıyor. Derdestten kasıt; saldırı ve vandallıktır.

Aynı korumalar, önceki gün de, Kuzguncuk'Altunizade Köprüsü'nde bir sivili yolun ortasında yere yatırarak dövüyor ve ardından cipe bindirerek, gözaltına alıyor.

İstanbul'un göbeğinde, başbakanı korumakla görevli, tek hücreli canlı olamayacak nitelikteki bu herifler, sadece ama sadece protesto hakkını kullandığı için insanları yere yatırıp, yerde tekmeleyebiliyor ve sonra bu kişileri gözaltına alıyor.

Son 11 yıllık Akp iktidarında, şunu iyice anladık ki, başbakanlar protesto edilemez, öyle bir hak yok. Başbakan'ın karşısında ancak biat edilir. Kendilerini konumlandırdıkları yeri cidden merak ediyorum. Peygamber yarısı, tanrısal varlıklarmış gibi, bunları protesto edemezsin, karşı çıkamazsın, icraatlerını eleştiremezsin. Ama işte bu heriflerin yetiştiği zihniyet başka bir şeye izin vermiyor.

Her yaptıklarıyla topluma mesaj veriyorlar. Öylesine, rastgele davranışlar değil yaptıkları. "Sevmiyorsanız da, susmak zorundasınız" diyorlar insanlara. İmzası, isminin verildiği üniversite logosu olarak düşünülen koskoca Recep Tayyip Erdoğan'ı eleştirmek, o yüce, ilahi varlığı protesto etmek kimin hakkı ulan!

Aslında hepsi benim kötü niyetim. 'Dayak cennetten çıkma' olduğu için, cennetten minik hazlar yaşatıyorlar protestocu gençlere. Küçük sürprizlerle hayatımızı renklendiriyor bu korumacı arkadaşlar.

Haliyle insanlık sorgulamasına gidiyorum. "Yaradılanı yaradandan ötürü seven" Başbakan Erdoğan'ın gözünün önünde insanlar tekmelenerek dövülüyor ama muhabbet insanı, sevgi pıtırcığı başbakan engel olmuyor.

Gençlerin de büyük terbiyesizliği. Başbakan'ın aracı geçerken, el pençe divan duracaksınız. Aracını durdurup bagajda bulunan Ülker çikolatalarından alabilmek için havada güvercin taklaları, parendeler atmanız lazımken, protesto ediyorsunuz. Ayıp be, ayıp! Bu adam, bu ülke için neler neler yapmadı. Çevresini, eşini, dostunu zengin etti, oğluna minik gemiler aldı, para basan KİT'leri bir yıllık kârlarına sattı, demokrasiyi dünyada eşi benzeri olmayan şekilde ileriye götürdü. Pis, anarşikler!

Polisi kindar, koruması kindar, iktidarı kindar bir ülkede, protesto hak değil, sokak ortasında dayak sebebidir.

İşin kötü yanı ne biliyor musunuz? Bunu doğru düzgün kimse yazmayacak, kimse göstermeyecek. Bu genç insanlar yedikleri dayakla kalacak. Muhtemelen götürüldükleri polis merkezinde de işkence görmüşlerdir.

Bunlar kendilerine köle bir toplum istiyorlar. Hafiften ses çıkarttın mı, dayak, işkence, soruşturmalarla peşini bırakmayacak kadar kinlerini sıcak tutuyorlar. Ama tabii unuttukları şey, nefretin daha derin bir nefret büyüttüğü.

İster isimlerini üniversitelere versinler, ister isimlerini koca koca sokaklara caddelere, ister köprülere versinler ama şunu iyi bilsinler; ölümlerine bile sevinecek tonla insan var.

Kâbus gibi bir ülkede yaşıyoruz. Bir ilköğretim okulu müdürü, "Vatana zararlı çocuk yürümeden yok edilsin" diyor, başka bir lise müdürü "Kız öğrenciler, erkek öğrencileri tahrik ediyor. O yüzden etek giymesin" diyor, bir vali "Dininin, ırzının, namusunun, dinin davacısı bir gençlik istiyoruz" diyor.

Gün geçtikçe daha da saldırganlaşıyorlar, hadlerini daha fazla aşıyorlar, ağızlarından çıkanı kulakları duymuyor.

Faşizme hoşgeldiniz! Kendi gibi olmayana yaşam hakkı tanımayan, sokaktaki 3 gencin protestosunu bile kaldırımda tekmeleyerek karşılayanlar hep bir şeyi unutuyor. Bu dünya kimseye kalmadı.

Tarih, duvar diplerinde kafasına kurşun sıkılan zorbalar, korkudan ailesini ve kendisini öldüren liderleri çok gördü. Daha da çok görecek.

21 Şubat 2012 Salı

Her türlü anadile özgürlük


Uzun zaman yazmayınca, okuyanlara ihanet ediyormuşum gibi hissediyorum. Ne zaman burayı boş bıraksam, birisi gönül koyar mı acaba diye düşünmeden edemiyorum.

Aslında yazacak şey bulamadığımdan değil ama gün içinde tonla iş-güç arasında "Hadi lan akşama yazarım" diye avuturuyorum kendimi. Akşam olunca pelte vaziyetinde kendimi koltuğa fırlatıyorum. Kafamdan mal mal şeyler geçiyor. "Şu haberin başlığını keşke şöyle atsaydım", "Herife sert çıkıştım, hata yaptım" diye içseslerimle boğuşuyorum.

Bugün Dünya Anadil Günü. Gayet sıradan olması gereken bir gün ama bizim ülkemizde ciddi bir sorun, müthiş önemli bir günmüş gibi duruyor. Kadayıfa doğru uzanmaya başladığım için, pek çok şeyi gördüm, pek çok şeyi canlı canlı yaşadım.

Ortaokula, liseye giderken hep minübüsle giderdim. Yayla'dan Bakırköy minibüsüne biner, Zuhuratbaba'da inip, Ataköy Lisesi'nin yolunu tutardım. Minibüsçüler bilmediğim bir dilde konuştuğunda, kıl kıl bakar, içimden söylenirdim. "Lan hangi ülkede yaşıyorsunuz, niye Türkçe konuşmuyorsunuz?" diye. Bir boktan haberimiz yok tabii, böyle aptalca düşünmem doğal. Gel zaman, git zaman kafam bazı olaylar hakkında tıkırdamaya başladığında, o günleri düşünüp "Lan ne salak adammışsın" demeye başladım.

Düşünsene, köyün birinde doğmuşsun. Daha bebeklikten itibaren evin içinde bambaşka bir dil duyuyorsun. Yaşın 7'ye geldiğinde ilkokula (Biliyorum lan, biliyorum. İlköğretim oldu ama benim zamanımda ilkokuldu) yazdırılıyorsun. O güne dek, annenin, babanın, dayının, halanın, kapı komşunun konuştuğu dil dışında bambaşka bir dille tanışıyorsun. Üstelik o dili konuşamadığın için, öğretmenden azar işitiyorsun, eline cetvelle vuruluyor, yaşıtlarının önünde aşağılanıyorsun.

Kendimden yola çıkarsam, o yaşta bir çocuğun yaşadıkları, insanın bütün bir hayatını etkilediğini söyleyebilirim. Elbet bilimsel bir gerçek değil bu ama benim için durum böyle.

Şimdilerin moda kelimesiyle empati diyorlar ya, bazen onu yapmak gerekiyor. Kendimi İstanbul'da büyümüş bir çocuk olarak değil de, Bitlis'te bir köyde büyüdüğümü düşünüyorum ara sıra. (Niye Bitlis bilmiyorum, sigaradan ötürü olabilir.) Evde annem, Kürtçe konuşuyor, babamla sevdalarını Kürtçe yaşamışlar, Kürtçe ağıtlar yakılıyor. Hangi dili konuşursun o zamana dek? Haliyle Kürtçe konuşursun. Konuşman, arkadaşlarınla şakalaşman, küfür etmen, hepsi Kürtçe. Ama senin dilin sana yasak.

'Yasak' deyince yaşı 30'lara ulaşmamış olanlar "Hasiktir lan oradan. İsteyen istediği dili konuşuyor bu ülkede" diyebilirsiniz. 12 Eylül'de Diyarbakır Cezaevi'nde anası başka dil bilmediği için Kürtçe konuşanların kafaları lağıma sokulan, ayaklarının altına defalarca sopalarla vurulan insanlara söyleyin bunu.

Haaaa, anadil dediğin sadece Kürtçe midir? Elbette Kürtçe değil, bu ülkede onlarca anadil var.

Yeri geldiği için hemen örnekleyeyim. Bir arkadaşım vardı çok sevdiğim, eleman Boşnak'tı. Ben onda kalırım, o bende kalır. Epey bir vaktimiz birlikte geçerdi. Evlerinde çokça zaman Boşnakça konuşulurdu. O aile için gayet sıradan bir durum. Ama Boşnakça konuşan bu adam, sağda solda Kürtçe duyduğunda "Amına koyayım konuşmaya bak" derdi. Anladınız işte, Kürtçe konusundaki hadiseyi. O açıdan Kürtçe'den yola çıkıyorum. Yoksa eğer Rumca, Lazca, Boşnakça, Çerkezce, Arapça konuşulana da bu boktan davranışlar sergileniyorsa, bu yazı aynı zamanda onadır da.

İnsanın kendi diliyle konuşması, kendi diliyle sevdasını ifade etmesi kadar doğal bir durum olamaz. Bu ülkede, senelerce engellenen, işkenceye varan uygulamalara kadar giden engellerle, yasaklarla karşılaşıldı.

Kolejlerde; İngilizce, Fransızca, İtalyanca konuşan heriflere "Ay ne seksiiiiiii" diyen insanların pek çoğu aynı zamanda Kürtçe konuşan insanları aşağıladı, horgördü. Yalan mı lan, yaşanmadı mı bunlar. Bugünden bakıp, dünü unutmak milli karakter olduğu için 'yalan' diyen istemediğin kadar var.

Nerede doğacağımızı, ne olacağımızı, kimliğimizi, milliyetimizi biz seçmiyoruz, biz belirlemiyoruz. Bugün anadilinde konuşan insana yaratıkmış muamelesi yapan hatun, tiksinç bir varlıkmış gibi bakan herif, Diyarbakır'ın bir köyünde de doğabilirdi.

Kendi yapmadığımız seçimlerden ötürü, insanları yargılanmak kadar boktan bir şey olamaz. Az biraz içselleştirin olayları.

Bazen yazılar 'öğreten adam' modeli oluyor. Aslında istediğim bir şey değil. Bu yazı da öyle oldu, kusura bakmayın...

17 Şubat 2012 Cuma

İki fotoğrafın anımsattıkları


Pazartesi gününden beri şu fotoğraf her tarafta dönüp duruyor. Köşe yazarları da konuya müdahil olunca, bir kareden her türlü yorum çıkmaya başladı. Konu seri biçimde, Başbakan Erdoğan'ın "dindar nesil" söylemine bağlandı ve "İşte Başbakan'ın istediği gençlik" noktasına gelindi.

Muhtemelen bu yazıya, benden tiksinenler dışında, beni seven insanlar da "Ulan bu muydun sen?" diyecektir. Ne derseniz deyin, çok da umrumda değil.

Herkesin kendine göre kutsalları var. Kendi kutsalına saygı gösterilmesini bekleyen insanların neredeyse tamamına yakını, diğerinin kutsalına bok atmakta, taşak geçmekte hiçbir beis görmüyor.

Sen, ben, bir başkası istediği kadar kıçını yırtsın, Atatürk bu ülkede pek çok kişinin kutsalı. Senin için kutsal olmayabilir ama Atatürk'ü sevsen de sevmesen de kutsalı olarak gören insanlar var.

Başka birinin kutsalı Fenerbahçe, Beşiktaş ya da Galatasaray. Adam takıma laf söylendiğinde çıldırıyor, öfkeden kuduruyor, en yakın arkadaşını bile kırabiliyor. Saçma ama adamın kutsalı bu.

"Kutsalla dalga geçilir mi?" sorusu geliyor akla. Sen birinin kutsalıyla dalga geçiyorsan, başkasının senin kutsalınla taşak geçmesine de sesini çıkartmayacaksın. Dizini kırıp oturacaksın. Öyle üç kuruşa, beş köfte yok. Senin kutsalın kutsal da, karşındaki adamın kutsalı taşak malzemesi mi?

Neyse aslında olay bu değil, kendi açımdan kutsal olayına bakışımı söyledim sadece. Haaa bana sorarsan, ailem dışında kutsal bir şey yoktur hayatımda. İstersen Galatasaray'la taşağın babasını geç, küfür et, umrumda değil. Kızarım belki ama orada kalır kızgınlığım.

Şu ülkede aptalca bir Atatürk-din çatışması vardır. Bu kızlar Atatürk'le dalga geçer, köşe yazarı çaktırmadan dine dokundurur. O köşe yazarına yanıt veren de, Atatürk'e laf çakar, dini yüceltir.

Bu ülkede çocuğunun kanser tedavisi için cezaevine giren insanlar varken, birilerinin çöpe attığı meyve-sebzeyle evinde aş pişirmeye çalışan, yıllarca işsizlik çeken, sigortasız çalışan milyonlarca insan, üç kuruşluk borcu için intiharı seçen insanlar varken, isteyen istediğiyle taşak geçsin umrumda bile olmaz.

Sokaktaki insanın durumunun ne olduğu kimseyi zerre ilgilendirmiyor. Buün köşelerinde döktüren pek sevgili Atatürkçü (!) yazarlar için sokakta açlık varmış, işsizlik varmış, insanlar intihar ediyormuş, çaresizlik tek çare olmuş, hiçbiri önemli değildir.

Çünkü zaten bunun farkında değiller. Siyah camlı karavanlarında, ciplerinde medya plazalarına gelirler, insanların yüzüne pislikmiş gibi bakarlar, sonra iki halk goygoyuyla "sizden biriyim" mesajı vermeye çalışırlar.

Diğerlerinin durumu bunlardan beter. Din, iman edebiyatıyla dünyaları götürürler, senede 3 kez gecekondu ziyareti yaparlar ama köşklerde, yalılarda otururlar. Karılarına onbinlerce dolarlık çantalar, ayakkabılar alırlar; çocuklarına yüzbinlerce dolarlık şirketler kurarlar, iki Ramazan çadırı, bir de gecekondu ziyaretiyle 'halk insanı' olurlar.

Birileri "Atatürk, Atatürk" diye senelerce bu halkın yoksulluğuna, çaresizliğine göz yumdu, birileri de şimdi "Allah Allah" diyerek, aynı şeyi yapıyor.

Hepsi aynı bokun soyu. Milletin eline oynamak için üç-beş oyuncak verip, arkadan hepimize dayıyorlar. Buna sesimizi çıkartacağımıza, 4 tane kızın ne yaptığıyla ilgileniyoruz.

Aptallıkta sınır tanımayan bir ırkın ahfadıyız.

Yalana ve yemeye doymuyorlar

Sağlık Bakanı Recep Akdağ, 11 Nisan 2011'de, "Kanser Haftası" dolayısıyla Rixos Grand Otel’de düzenlenen sempozyumda yaptığı konuşmada, "Kanserin korunma ve tedavi kısmıyla ilgili çok büyük kolaylıklar sağladık. Bugün Türkiye’de bütün kanser türlerini ücretsiz olarak tedavi ediyoruz. Bu dünyanın en zengin ülkelerinde bile görülmüyor."

Yorum yapmak istemiyorum ama her yalan söylediklerinde Pinokyo gibi burunları uzasa, bu iktidarda herkesin minimum 10 metre kadar burnu olurdu. Her panelde, her televizyona çıktıklarında sıktıkça sıkıyorlar, yalanın dibi yok. "Eskiden böyleydi, biz geldikten sonra"nın kıçına sıralayabildikleri her tür yalanı söylüyorlar.

Al sana Manisa'da 18 yaşındaki Aykut Can'un durumu. Tesadüf eseri lösemi olduğunu öğreniyor. Hastaneye yatırıyorlar, 1.5 ay boyunca kalıyor.

İki yıl boyunca tedavisine devam ediliyor. Manisa'daki Dericiler Sitesi'nde bir arıtma merkezinde işçi olarak çalışan babası, muayene giderleri ve ilaçlarına para yetiştirememeye başlıyor bir süre sonra.

Oğlunu ölüme mi gönderecek Emekçi Mehmet Abi. Tedavi masrafları için cebinde para kalmayınca, kredi kartlarından karşılamaya çalışıyor. Borçlar artıyor, artıyor ve 5 bin TL'yi buluyor.

Mehmet Abimiz, 5 bin TL'lik kart borcunu ödeyemediği için Salı günü cezavine giriyor.

Eşi cezaevine girdikten sonra, sigortası olmayan tedavi masraflarını karşılamak için Aykut'un annesi Aysel Can çalışmaya başlıyor.

Kanser dediğin boktan illette en önemli tedavi moral. Aykut, "Beni en çok yıkan olay babamın cezaevine girmesi. Lütfen babamı cezaevinden çıkartın" diyor. Bu moralle nasıl iyileşecek ki bu çocuk.

Devletin başındakiler yalan söylüyor. Üstelik kendi yurttaşının kanı, canı üstünden yalan söylüyor. Vicdanlı, şirin insanlar gibi görünüp, alabildiğine gaddar ve hain davranıyorlar herkese. Ama işte, bir gün o vicdana ihtiyaç duyacaklarını unutuyorlar.

Yedikçe yiyorlar. Daha fazla yemek için daha başka yalanlar söylüyorlar.

Şu çocuğa bir şey olursa, nasıl hesap vereceksiniz?
Oğlunun yaşama tutunması için üç kuruşluk borç için cezaevine giren babanın hesabını nasıl vereceksiniz?
Çalışmak zorunda bırakılan o annenin gözyaşlarının hesabını nasıl vereceksiniz?

15 Şubat 2012 Çarşamba

Mourinho Şahin, Bahri Kaya'ya karşı


Giresun Valisi Dursun Ali Şahin, Giresunspor'un Adanaspor'la 1-1 berabere kaldığı maçtan sonra neler söylemiş, önce ona bakalım: "Bu maçta berabere kalmamızın sebebi var. Sebebin biri, futbolcular arasındaki uyum tam olarak sağlanamadı. Bu hoca beni kızdırıyor. Ben 7 futbolcu getirmişim. Vali olarak ben futbolun a’sını bilmezdim, burada öğrenmeye başladım. Adam tutuyor, 7 futbolcu getirmişim 2’sini oynatıyor.
Neden oynamıyor bunlar? Ben buraya Fenerbahçe’den futbolcu getirmişim arkadaş. Para döküyoruz buraya. Para istemek, vermekten zor. Vallahi zor. Vali her şeye müdahale eder. Canım sıkılıyor. Ben 7 futbolcu getirmişim. Hepsi para onların. Neden oynamıyorlar? Fenerbahçe’den adam getirmişiz. Trabzon’dan Ahmet’i aldık, hiç kadroda yoktu. Neden oynamıyorlar?"


Bu ülkede futboldan anlamayan yoktur. O yüzden hep söylerim, "Ben futboldan anlamam" diye. Çünkü bunlar anlıyorsa, onların anladığı futboldan zerre anlamıyorum.

Devletin valilerinin kömür, beyaz eşya dağıttığına şahit de olduk. Bunları "halka hizmet" diye vıcık vıcık bir savunmayla örtmeye çalıştılar. Sanki valinin görevi, kömür dağıtmakmış gibi, üste çıktılar. Sen devletin yöneteni olarak, kimsenin yakacağa, yiyeceği muhtaç olmamasını sağlayacaksın, kamyon üstüne çıkmalarını buyurmayacaksın.

Neyse, pek saygıdeğer valimiz, kızmış. Bu kadar kızınca buz gerekir ya, işin orasına girmeyeyim. 7 futbolcu getirmiş de, neden oynatılmıyormuş. Fenerbahçe'den futbolcu almışlar, o neden oynamazmış (burayı Fenerbahçe'ye laf atmak olarak algılayanın da beynini sikeyim).

Stadyumda ıslıklanınca "spora siyaset sokuluyor" diye ağlayıp vahlayanların durumu tam olarak budur. Aslında söylemek istedikleri şey, "Spora siyaset sokulacaksa da biz sokarız."

Her konuda bu tavır sergileniyor. HSYK bir dönemler boktandı, siyasi kararlar alıyordu, ele geçirdikten sonra biricik HSYK oldu.
YÖK dünyanın en boktan kurumuydu, kadroları istedikleri hale getirdikten sonra YÖK üniversitelerin bir tanecik abisi oldu.
Özel Yetkili Savcılar, işlerini yapıyordu, hadise kendilerine yönelince "Bunlar yetkilerini aşmaya başladı" denmeye başlandı.

Spora da, siyaset karıştırılacaksa, ancak bu arkadaşlar karıştırabilir. Ne o öyle, tribünlerde Che baskılı atkılar, sol sloganlar filan. Aaa ayıp değil mi! Hele hele başbakan ıslıklamak nedir yahu? Hiç olacak şey mi.

Ellerine geçirdikleri her şeyi kendilerine benzettiler. Valinin biri çıkıyor, 35 yılını bu işe vermiş bir spor emekçisine işini öğretiyor. Haaa, Bahri Kaya iyi bir teknik direktör değildir, başarısızdır v.s. v.s. buna yönetim kurulu karar verir. Ama arkadaş valilere mi düştü artık teknik direktörlere iş öğretmek, kimin oynatılıp oynatılmayacağını söylemek.

Herkes kendinde her haddi buluyor. Üstelik bu çok sıradan bir şeymiş gibi söyleniyor, açıklanıyor. Bunların hepsini sayısal üstünlükten doğan cüretten buluyorlar. Yüzde 50 aldın mı, o yüzde 50 ile istediğini yapar, istediğini söyler, istediğini uygularsın.

Bir kişi için yasa çıkıyor memlekette, daha bunun ötesinde ne olabilir ki! Bunun üstüne yapılacak ne kadar yorum olabilir.

Mourinho Şahin, "Vali her şeye müdahale eder" diyor. Bilmiyorduk hiç, öğrenmiş olduk. Valinin devlet işlerine karıştığı gibi, yönettiği ilin futbol takımına futbolcu almak, o futbolcuların hangilerinin oynatılmasına da karar vereceğini.

Misal bu Mourinho Şahin, İstanbul Valisi olsa, Fatih Terim'e, "Hocaaaaa, hocaa olmuyor böyle. Riera'dan sol bek olmaz" diyebilir mi?
Ya da Aykut Kocaman'a "Bak Aykutçuğum, Alex de söyledi, çıkartsan iki Afrika aslanı Bienvenu ve Sow'u çift forvet, bak o zaman deplasmanlarda nasıl coşuyoruz?" mu diyecek?

Vali her şeye karışamaz. Valinin görev ve yetki alanları kanunlarla çizilmiştir ve o çizilenlerin dışına çıkamaz. Hele hele bir spor emekçisine işini öğretmeye kalkmak haddi bile olamaz.

Hata bunlarda değil, bu boktan zihniyeti baştacı tutanlarda.

14 Şubat 2012 Salı

13 Şubat 2012 Pazartesi

Ölümden öte ne var?



Şöyle bir düşünüyorum da, lise yıllarımda tanıştığım Grup Yorum'u dinlemediğim gün çok nadir olmuştur. En canım sıkıldığı anda bile, bir türkü, bir şarkıyla kendime getirir beni.

Grup Yorum'un kim olduğunu, neler yaptığını, nasıl mücadelelerden geçtiğini bilmeyen var mı bilmiyorum ama bu grup Türkiye'nin en yakıcı, en sıcak konularında bile hiç tereddüt etmeden, kimseye teslim olmadan, hiçbir endişeye mahal vermeden türkülerini çalmıştır.

12 Eylül sonrasında kimsenin ses vermediği, kimsenin konuşmaya cesaret edemediği her şeye başkaldırdı. Bu yüzden Grup Yorum'un benim için anlamı isyandır, başkaldırıdır.

Cezaevlerinde insanlar yanarken onlar oradaydı, emekçilerin grevlerinde yine oradaydılar, öğrenci mitinglerinde, 1 Mayıslarda hep en öndeydiler.

Grup üyeleri işkencehanelerden geçti, cezaevleriyle tanıştırıldı, albümleri toplatıldı, dağıtımları her türden engellerle karşılaştı ama onlar vurdu sazın teline.

Türkiye'de hangi pek çok gruba öncülük ettiler, esin kaynağı oldular. Sazın, kavalın, bağlamanın yanına keman, viyolonsel, obua gibi aletleri katık edip, müzikal açıdan da kulakların pasını sildiler.

Son birkaç yıldan beri, özellikle de İnönü Stadı'ndaki ihtişamlı konserden sonra Grup Yorum'a yönelen saldırılar her zamankinden daha da artmaya başladı. Üniversite öğrencilerine, konser biletleri sattıkları için hapis cezaları verildi, "terör suçu" sayıldı.

Son geldiğimiz noktada, Biletix denen şirket, Grup Yorum'un Bursa'da yapacağı konser biletlerinni satmama kararı almış. Biletix yetkilileri, "Biletix’in kararı var. Grup Yorum biletleri ile örgüte yardım yapılıyor, satamayız" diyerek, satış teklifini geri çevirmiş.

Bu ülkede insanların şaşırma refleksleri benim için başlı başına şaşırtıcı olmaya başladı. Sanki Biletix, hiçbir engellemeyle karşılaşmadan şirket olarak böyle bir karar veriyormuş gibi, bu şirketin boykot edilmesi için insanlar çağrıda bulunuyor.

Boykot diyenlerin çok büyük bir oranının o boykotu yapmayacağı aşikâr. Bizim ülkemizde boykotlar genelde 3-5 günle sınırlıdır.

Yoksa benzin bu kadar pahalı olabilir mi?
ÖTV denen resmi hırsızlık yapılabilir mi?
Köprülere otoyollara, istendiği gibi zam uygulanabilir mi?

Ülkede garip şeyler oluyor. Hükümet ile Gülen cemaati açıktan bir kavga yürütüyor, kişiye özel yasa çıkartılıyor, iktidarın istemediği türden savcılar görevden alınıyor ya da soruşturmalardan el çektiriliyor, sendikalar, siyasi partilere her türden saldırı yaplıyor, katiller serbest bırakılıyor ama siz Biletix'i boykot ediyorsunuz. Öyle mi?

Siz böylesi bir boykot olabileceğini sanıyorsanız; saf, temiz duygularınızla oynamak istemem ve Polyannavari hislerinizle başbaşa bırakırım.

Grup Yorum'a destek olmak istiyorsanız anti-emperyalist mücadelenin içinde olun, faşizme karşı boyun eğmeyin, ücretlerini alamadıkları için eylem yaptıkları gerekçesiyle işten çıkartılan emekçilerin yanında olun, zalime isyan edin, zulme sessiz kalmayın. Bunlardan haberdar değilseniz, Grup Yorum'u hikâyeden dinlemişsinizdir.

Bırakın klavye üstünden vicdani mastürbasyon yapmayı, bırakın kendinizi farklı kılma çabalarını, bırakın lümpen hayatlarınıza sıkıştırmaya koftiden sosyalist kimlikleri. Samimi olun amına koyayım, samimi.

Ölümden öte ne var

10 Şubat 2012 Cuma

Sineği belini incetmeden...







Artvin, Adıyaman ve Muğla'da hükümetin öve öve bitiremediği, bölünmüş yollar ve sahil yolu projeleri. Daha bir yıl geçti şu fotoğrafların üstünden ama hepsi Diyarbakır karpuzu gibi ortadan yarılıveriyor.

Nereye giderlerse gitsinler 'hizmet'ten söz ediyorlar. Bunların hizmet anlayışı aşağı yukarı böyle. Metrobüs alırlar yokuş çıkamaz, otobüslerin rengini her yıl farklı renge boyatırlar, şehrin sağına soluna lale milyonlarca liralık lale ekerler. Bunların adı hep hizmettir.

Bir hastane edebiyatı var mesela. Son 4-5 ayda 3 kez hastaneye gittim. Gece binbir zahmetle bilgisayar başında numara alıyorsun. Ertesi gün doktora gidiyorsun, numarana göre doktorun karşısına çıkıyorsun. Doktor "Neyiniz var?" diye soruyor, durumu anlatıyorsun, reçete yazıyor ve hepsi bu kadar.

Doktorun yanında toplamda 5 dakika kalmıyorsun. Artık o 3-5 dakika içinde her şeyi çözüyorlar. O derece hızlı bir hizmet anlayışı var yani. Hakikaten hizmette sınır tanımıyorlar.

Bugün bir tane haber geldi. Gülsem mi, ağlasam mı karar veremedim.

Adana Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi, geçen ay 606 yataklı yeni binasına taşınıyor. Ancak yeni hastane binasının acil servis ünitesindeki kapılar ve koridorlar, sedyelerin geçeceği kadar geniş değil. Bu yüzden de yıkılıyor. Acil servis da, 5 kilometre mesafedeki hastanenin eski binasına dönüyor. Hastaneye yeni doğan ünitesi de yapılması unutuluyor.

Buna ne yorum yapılır bilmiyorum. Olsa olsa taşak geçersin, başka da bir bok olmaz.

Önce kendileri yemeye başladı. Her şeyin bir bedeli olduğu için, etrafındakileri de ihya etmeye başladılar. İş artık o kadar sarpa sarmaya başladı ki, kime yedireceklerini bilmiyorlar ve yapılan işler de böyle oluyor. Hastanenin acilindeki kapıdan sedye geçemiyor, daha bir yılını devirmemiş yollar kâğıt helvaya dönüyor.

Yapılan ne kadar iş varsa, hepsi göz boyamaya ya da göz boyarken deveyi hamuduyla götürmeye yönelik. Ülkeyi bir baştan, diğer başa kadar muz gibi soydular. Soyarken de, "Bak kuş geçiyor!" diye insanların başka tarafa bakmasını sağladılar.

Devletin yegane gelir kalemi vatandaşın cebi. Nereden ne kadar vergi koyarız diye oturup hesaplıyorlar. Balıktan hafıza çalmış Türkiye halkı da, eşek gibi vergi ödüyor.

'Sineği belini incetmeden geçiriyorlar' diyeceğim ama herifler göstere göstere çatır çatır çatır geçiriyor. Neremize kadar dayayacaklar, neremize gelince ses çıkartırız birlikte göreceğiz.

9 Şubat 2012 Perşembe

Sindirella


En son Galatasaray için ne zaman ağladım anımsamıyorum, son bir buçuk dakikada koyverdim kendimi.

Çok değil 2 yıl önce düşme potasındaydı bu takım. Cemal Nalga olayı ortaya çıktığında, bugünkü yüzsüzlüğe inat "Galatasaray'ın küme düşürülmesi gerektiğine inanıyorum" demiştim.

Sonra Oktay Mahmuti denen, gerçek bir centilmen ve son yıllarda eşine az rastladığım bir spor adamını takımın başına geçirdiler. Küldekisi masalı benzeri şeyler yaşamaya başladık.

Oktay Mahmuti, Sindirella'nın yanı başında beliren peri gibi, kapıya bir araba, fantastik bir elbise ve harikulade ayakkabılar verdi bize. Önce kimsenin umrunda olmadı ama bir süre sonra herkes gece 12'yi beklemeye başladı, Sindirella eski haline dönsün diye.

Ama Galatasaray gece 12'yi bekleyen tüm götlere inat, gün geçtikçe daha güzelleşti.

CSKA galibiyetinin başka bir anlamı var. Avrupa'da bu sene hiç yenilmediği için, önüne geleni farka boğan bir takım olduğu için ya da Avrupa'nın en yüksek bütçeli bir takımını devirdiğimiz için değil o anlam.

Bu takım yenilse de hiç teslim olmadı, kaybetse de ruhunu sahaya koydu. Aynı ligde yer aldığımız Efes Pilsen'nin, Fenerbahçe'nin Avrupa'daki oyunlarıyla, Galatasaray'ın sahadaki oyununa baktığınız zaman bile her şey gece ile gündüz gibi ortaya çıkıyor.

Belki Top 8'e kalamayacağız, belki bundan sonraki iki maçı da kaybedeceğiz ama Galatasaray'ı izleyen herkes gayet iyi biliyor ki, o forma ıslatılacak, o parkede bir top için 3 Galatasaraylı yere atlayacak.

Son bir buçuk dakikada maçı kaybedebilirdik de ama ben Xamax'ı 5-0 yendiğimiz maçtaki duygularla aynısını taşıdım, Popescu'nun Parken'de attığı penaltı sonrasındaki gibi hissettim.

Senelerdir futbol takımı, Galatasaray'ın alıştığı yerde değil ama Oktay Mahmuti ve o formayı giyen bütün oyuncular, Galatasaray taraftarına bazı şeyler anımsattılar.

Fenerbahçe'ye yenildiğimiz final serisini kaybettiğimiz gün söylemiştim, "Bu takımın filmi çekilmeli" diye. Çünkü dünya spor tarihinde eşine ender rastlanır bir ivmeyle vura vura geliyoruz.

Sahada skor olarak kaybedersin, kupaları alamazsın, şampiyon olamazsın ama bir ruh yaratırsın ve o ruh senelerce senin yanında olur. İşte bu takım o ruhu kazandırdı, takıma, taraftara, camiaya v.s. v.s.

Ve taraftar; Abdi İpekçi'deki 15 bine yakın insan, sahaya tek bir madde bile atmadan, vandallık yapmadan, nasıl taraftar olunur herkese gösterdi. 70 yaşındaki teyzeden, 15 yaşındaki gencine kadar, Avrupa'ya 'taraftar nasıl olunur' her Euroleague maçında ders veriyorlar. Kim ne düşünürse düşünür bilmiyorum ama Euroleague tarihinin gelmiş geçmiş en iyi taraftarıdır ve en muhteşem tribünleridir, bu taraftarın yarattığı atmosfer.

Bir spor kulübü olduğumuzu hatırlamak, salt futboldan oluşmadığımızı görmek muhteşem bir duygu. Bu ülkede Galatasaray var olduğu sürece Avrupa'da başarı sağlanacaktır. Galatasaray Avrupa'ya hep yakıştı, futbol ya da basketbol fark etmiyor.

Ağlamak hiç bu kadar güzel olmamıştı lan. Büyüksün Galatasarayım, büyüksün... Bu sevdadan vazgeçersem Allah belamı versin.

Gece 12'yi vurduğunda da biz CSKA'yı siken takım olacağız merak etmeyin.

Not: Fotoğraflar Galatasaray.org'dan alınmıştır.

Ozan'a not: Sana verdiğim sözü de tutmuş oldum.

Bırakın yalanı dolanı


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan: Bugün burada milli eğitim adına gerçekten tarihi bir anı yaşıyoruz. Fatih Projesi ile eğitim ve öğretimin metodunu ve çehresini köklü bir şekilde değiştiriyor, modernleştiriyor, yaşadığımız çağın gereklerini ve imkanlarını artık sınıflara taşıyoruz.

Bugün, burada, sadece Türk milli eğitim sisteminde değil, küresel ölçekte yeni bir dönemi başlatıyor, bir çığır açıyoruz. Zira şu anda tüm dünyanın gözleri Türkiye'mizin üzerinde. Şu anda dünyanın birçok ülkesi, Fatih Projesi'ni çok yakından takip ediyor. Türkiye'de bugün başlatılan Fatih Projesi dünyada örnek olarak gösteriliyor, örnek alınıyor.

Bugün, 17 ilimizde, 52 okulumuzda Fatih Projesi start alıyor. İnşallah, bu yılın Eylül ayına kadar 3 bin 657 orta öğretim kurumunda, yani Türkiye genelindeki liselerin yarısında Fatih Projesi'nin kurulumu tamamlanmış olacak.

Allah'ın izniyle, şu andan itibaren kara tahta kavramını artık tarihin tozlu raflarına kaldırıyoruz. Kara tahta, tebeşir, tebeşir tozu zaten tarih olmuştu.






Tablet bilgisayara geçtik ya, dünyayı fethedeceğiz. Başbakan'ın o gün yaptığı konuşmaları dinleyenler muhtemelen "Vay amına koyayım ya, herifler hakikaten yapıyor" diye düşünmüştür. Pırıl pırıl tabletler, pırıl pırıl sınıflarda.

Kazın ayağı öyle değil tabii. Bu ülke, okula 6 kilometre yürümek zorunda kalanlar, eğer şanslıysa (!) çamurla boğuşarak eşek sırtında saatlerce okula gidenler, okulunun tavanı onarılmadığı için tepesine su inenler, yakacakları olmadığı için 3-5 kat üst üste giyinerek sınıfta oturan milyonlarca öğrenciyle dolu.

Başefendiyi dinleyince sanıyorsun ki, ülkenin okulları pırıl pırıl, her öğrencinin elinde tablet eğitimin kalitesi birdenbire arttı.

Öğrencinin eline tableti verince her şey değişiyor ya! Lan, Finlandiya'da halen kara tahta kullanılıyor. Sen verdiğin eğitimi değiştireceksin, okullarda verilen eğitimin kalitesini düzelteceksin. Eşeğe altın semer vursan, eşek yine eşektir. Tabletle olacak işler ya bunlar.

Neyse RTE devam ediyor ve diyor ki, "Ayağımızda çarık yoktu, bırakın bilgisayarı lambaya koyacak gaz yoktu. Çocuklarımız ekmeğin içini silgi olarak kullanırdı. Okula tezek taşırdı analarımız, tezek dumanında ders dinledi çocuklarımız. Biz bu zulmü dibine kadar yaşayan nesiliz."

Tabii şimdi ülkenin her hanesi zenginlik içinde. Tezek taşınan okul, silgisi, kalemi olmayan öğrenci yok. Bunlar kendi zenginliklerini halka endeksliyor. Yalan içinde savrulup gidiyorlar, söyledikleri yalanlarla da ne kadar kişiyi kandırırlarsa o kadar iyi.

Hacım, senin oğlan kendisine gemi alıyor, Cumhurbaşkanı'nın oğlu 18'ine girdiği gün şirket kuruyor, bakanların çocukları biraraya gelip her türlü işe atılıyorlar da, bu ülkede işsizlik diye bir bela var. Sizin çocuklar çok zeki de, milletin çocukları embesil mi?

Millet açlıktan kırılıyor, bunlar tablet diyor. Tablet olunca Ay'a çıkacağız, bokumuza da boncuk konduracağız.
Sen önce, bu ülkenin sokaklarında yatan aç çocuklarının karnını doyur, işsiz kalan milyonlarca gence iş bul, parklarda, bahçelerde yatan insanlara çare ol da sonra seçilmiş okullara tablet gönderirsin.

Bu kadar yalan, dolan ve sahtekârlıkla nereye kadar gidecekler hakikaten merak ediyorum. Müslüman ayağına milleti soyup soğana çevirdiler, üstüne geçmişe dair fakir edebiyatı yapıyorlar.

Oturduğunuz konaklarda, villalarda pencereden baktığınızda alabildiğine zenginlik görüyor olabilirsiniz ama sokaklara çıkıp bir bakın bakalım, durum öyle mi?

7 Şubat 2012 Salı

Bu iğrençliğe yapabilecek yorumum yok

Erzincan’dan 7 yıl önce gelerek Antalya’ya yerleşen ve belediyeye temizlik hizmeti veren taşeron firmada çalışan A.Ö. ile eşi Z.Ö., geçen 24 Kasım’da öz kızları B.Ö. ve H.Ö. ile kızlarının sınıf arkadaşı E.E. ve yüzde 50 zihinsel engelli Ç.K.’ya tecavüz edip grup seks yaptıkları iddiasıyla tutuklandı.

Antalya 4’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan davanın ilk duruşması geçen hafta yapıldı. Duruşmaya, 2 erkek küçük kardeşleriyle Sosyal Hizmetler Yurdu’na yerleştirilen ailenin kızları B.Ö. ve H.Ö., sosyal hizmet uzmanı eşliğinde katıldı.

Duruşmaya, ailenin kızlarının arkadaşı olan ve kendileri gibi karı- kocanın tecavüzüne uğradığı öne sürülen E.E., ailesiyle birlikte geldi. Yine tecavüze uğradığı belirtilen yüzde 50 zihinsel engelli Ç.K. ise, duruşmaya katılmadı.

"BABAM KAFAMA SİLAH DAYAYIP, TECAVÜZ ETTİ"

Mağdur çocuklar B.Ö. ile H.Ö. ifade vereceklerini, ancak anne ve babalarından çekindikleri için, ifade verirken onların duruşma salonundan çıkarılmalarını istedi. Mahkeme heyeti çocukların istemini kabul etti. Sanık anne- baba duruşma salonundan çıkarıldıktan sonra önce B.Ö. ifade verdi. B.Ö., "Babam annemi sık sık dövüyordu. Bir gün annem ve kardeşim evde yokken başıma tabancasını dayadı ve arkama geçip, bana fiili livata yoluyla tecavüz etti" dedi.

"ANNEM, VAJİNAMA PARMAĞINI SOKTU"

Babasının daha sonraki günlerde de "Bu evde üç harfliler var. Sizde cin var" diyerek kurşun döküp yine tecavüz ettiğinden yakınan B.Ö., şöyle devam etti: "Kardeşim H.Ö.’ye de aynısını yapmış. Durumu anneme anlattı. Annem, babamla birlikte beni odaya sokup, giysilerimi çıkarttı.

Annem parmağını vajinama soktu. Bana, ’Senin kızlığını kontrol ediyorum. Patlak mısın, değil misin ona bakıyorum’ dedi. Annemin yanında duran babam da beni yatırıp, vajinama parmak soktu. Güya kızlığımı kontrol ediyorlardı."


"BABAM, ARKADAŞIMA DA TECAÜZ ETTİ"

B.Ö., sınıf arkadaşı olan ve yaz tatilinde aynı işyerinde çalıştıkları arkadaşı E.E.’nin kendi evlerinde kaldığını, bu süre içerisinde babasının E.E.’ye de tecavüz ettiğini anlattı.

"CİN GİRDİ DİYEREK TECAVÜZE DEVAM ETTİ"

B.Ö., babasının zaman zaman fiili livata yoluyla tecavüzüne mağdur kaldıklarını, bu sıralarda babasının tabancasını kafalarına dayayarak, ’Size cin girdi’ diyerek tecavüzüne devam ettiğini, eve gelen arkadaşı E.E.’ye tecavüz etmek istediğinde karşı çıktıklarını, ancak bu kez babasının tüm çocukları toplayıp, kafalarına tabanca dayayarak, tehditlerini sürdürdüğünü öne sürdü.

B.Ö., "Babam, biz karşı koyunca hepimizi sıraya dizdi ve tabancayı kız kardeşim H.’nin başına dayayarak ’Önce bunu öldürmekle başlayacağım’ dedi. Sonunda E.E.’ye de tecavüz etti. Bir süre sonra annem, E.E.’nin evine giderek, annesinden E.E.’yi kendisine kuma olarak istedi. E.E.’nin annesi kabul etmedi."

"ZİHİNSEL ÖZÜRLÜ KIZA DA TECAVÜZ ETMİŞ"

B.Ö., kardeşi H.Ö.’nün arkadaşı olan zihinsel özürlü Ç.K.’nın da zaman zaman evlerine geldiğini anlatarak, "Ç.K. da bir ara bizim evde kaldı. Bir akşam biz camiye gitmiştik. Döndüğümüzde, babamın Ç.K.’nın ırzına geçtiğini anladık. Ç.K. durumu annesine anlatmış olmalı ki, Ç.K. bir daha bize gelmedi" diye konuştu.

İfade veren 15 yaşındaki H.Ö. de ablası B.Ö. evde yokken babasının kendisine fiili livata yoluyla tecavüz ettiğini öne sürerek, durumu ablasıyla birlikte annesine söylediklerinde, annesinin babasının yanında, parmağını vajinasına sokarak, bakirelik kontrolü yaptığını savundu.

KARI KOCAYLA AYNI YATAKTA

B.Ö. ile H.Ö.’nün arkadaşı E.E. ise, sık sık gittiği arkadaşlarının evinde, anne Z.Ö.’nün kendisine, "Kocamla evlen. Mutlu olursunuz" dediğini söyledi.

Bir erkek arkadaşı olduğunu öğrendiğinde, "Bakire misin, değil misin, kontrol edeceğim" diyerek arkadaşının babası A.Ö.’nün , parmağını vajinasına soktuğunu söyleyen E.E., şunları söyledi: "Sende cin var. Biriyle ilişkiye girmelisin, yoksa ölürsün dedi. O kadar korkuyordum ki anlatamam.

Karısı da bana cinler musallat olan bir kızı anlatıyor. O kızın iyi bir karı koca ile tanışıp, o adamla kadının kızla evlenip kurtardıklarını filan anlatıyordu. Sonra beni istemiyor görünüyordu. Kocası benimle birlikte olmak istediğinde bana ’Birlikte ol, yoksa seni öldürür’ diyordu.

Yani ne yaptığını anlamıyordum. Bir gün A.Ö. tabancasını kafama dayayıp benimle birlikte oldu. Evden kaçtım, yolu bulamayıp döndüğümde karı-koca beni dövdüler. A.Ö., karısı ve ben zaman zaman aynı yatakta birlikte oluyorduk."


Mahkeme Başkanı Faris Özsoy’un "Karısı da şehevi bir şekilde seninle oluyor muydu?" sorusuna ise E.E., "Bilmem, ben anlamıyorum onu ama halinden gayet memnundu" karşılığını verdi.

"İMAM NİKAHI KIYDILAR"

E.E. daha sonra Z.Ö.’nün kendisini annesinden ’Kuma’ olarak istediğini, annesinin "Kesinlikle olmaz" yanıtını verdiğini, bunun üzerine, "Tamam o halde. E.E. yine bizim evde kalsın. A.Ö. ona babası gibi bakar" diyerek, tekrar evlerine götürdüklerini anlattı. E.E., iddialarını şöyle sürdürdü: "Bir süre sonra ’Cinler musallat oldu yeniden. Dua edeceğiz’ diyerek, kızları B.Ö. ve H.Ö.’yü yanımıza oturttular.

Kendisi imam oldu, kızlarını şahit yaptı ve benimle imam nikahı kıydı. Kızlar, imam nikahı kıyıldığından haberdar değillerdi. Onlar, evi cinlerden korumak için dua edildi sanıyorlardı. Sanıkla ilişkimiz okul açılana dek sürdü. Bunların hiç biri benim rızamla olmadı. Beni hep tehdit ediyordu. 2 ya da 3 kez, karı-kocayla toplu seks yaptık."


"KIZLARIMIN SÖYLEDİKLERİ DOĞRUDUR"

Kızlarından sonra söz verilen ve eşi ile birlikte kızlarına cinsel istismarda bulunduğu iddiasıyla yargılanan anne Z.Ö. ise mahkemeye samimi itirafta bulunacağını, ancak çok korktuğunu belirterek sanık sandalyesinde oturan tutuklu eşi A.Ö.’nün salondan çıkartılmasını istedi.

Mahkeme heyetinin bu talebi kabul etmesi ardından Z.Ö., şunları anlattı: "Kızlarımın tüm söyledikleri doğrudur. Kocam bana hepsini silah zoruyla yaptırdı. Beni sürekli dövüyordu. E.E. ile aynı yatağa girip grup seks yapmayı kabul etmediğim bir gün, kızlarımı karşıma dikti ve hepsini vuracağını söyledi.

Mecburen grup seksi kabul ettim. Kızlarıma parmak sokmam, bakire olup olmadıklarını kontrol etmek içindir. Benim bir suçum yok. Hepsini A.Ö. yaptı. E.E.’ye cinler filan hepsi yalan. E.E’yi korkutmak için cin meselesini konuştuk. ’Cinler geldi, şudur budur’ diyerek kızı korkuttuk ve eşimle birlikte olmasını sağladık. Kocam bunları bana zorla yaptırıyordu."


"AŞIRI DERECEDE ALKOLLÜYDÜM"

Sanık A.Ö. suçlamaları kabul etmezken, diğer kızlara bir şey yapmadığını ancak kendi kızlarına bir şey yaptığında alkollü olduğunu öne sürerek "Ne yaptığımı hatırlamıyorum" dedi.

Mahkeme Başkanı Faris Özsoy, duruşmada, zihinsel özürlü Ç.K. ile ilgili iddiaları da okudu. Fariz Özsoy, kızlarıyla oyun oynamaya gelen Ç.K.’ye kocasının tecavüzüne ilişkin iddianamede yer alan ayrıntılar okunurken, Z.Ö. yüksek sesle ağlamaya başladı.

İddianamede, yüzde 50 zihinsel engeli Ç.K.’nin okuldan arkadaşı olan çiftin küçük kızları H.Ö. ile oynamak için eve geldiği, bunu fırsat bilen çiftin, kızlarını camiye gönderdiği, Z.Ö.’nün Ç.K.’ya, ’Amcan sana bir şey söyleyecek’ diyerek küçük kızı eşinin bulunduğu odaya soktuğu, A.Ö.’nün küçük kızın kıyafetlerini zorla çıkartıp, tecavüz etmek istediği, küçük kızın çığlık atması üzerine odaya giren Z.Ö.’nün ’Amcanın senden istediklerini yap, yapmazsan seni öldürür’ dediği yönündeki iddiaları okundu.

KADIN AVUKATLAR FENALAŞTI

Duruşmada, avukatları olmadığı için A.Ö. ve Z.Ö. çiftini Antalya Barosu’nun görevlendirdiği avukatlar Fatma Hande Amioğlu ile Burcu Atam Özalp temsil etti. Duruşmada mağdur kızların ifadeleri sırasında avukatlar Fatma Hande Amioğlu ile Burcu Atam Özalp bir ara fenalaşarak, elleriyle yüzlerini kapattı.

Duruşma tanıkların ve şikayetçi özürlü kız Ç.K.’nin dinlenmesi için ertelendi. ’Cinsel istismar’ ile suçlanan kar-ı koca, çocuklarının ruhsal sağlığının bozulup bozulmadığına yönelik rapora da bağlı olarak her bir çocuk için en az 15’er yıl hapis cezası istemiyle yargılanıyor.

6 Şubat 2012 Pazartesi

Gençliği dindar yapmayı bırak, dindar geçinenlere insanlık öğret


Şu "Dindar nesil yetiştireceğiz" hadisesi dallanıp budaklandıktan sonra Tayyip bugün bombayı patlattı ve "Bir haftadır köşelerinde yazanlara sesleniyorum; bu gençliğin tinerci olmasını mı istiyorsunuz? Siz bu gençliğin büyüklerine isyankar bir nesil mi olmasını istiyorsunuz? Siz, bu gençliğin milli, manevi değerlerinden kopuk, hiçbir istikameti, meselesi olmayan bir nesil mi olmasını istiyorsunuz?" diye bir açıklama yaptı.

Başbakan'a göre eğer dindar değilseniz, tinercisiniz ya da isyankârsınız. İktidara geldiğinden beri böyle hastalıklı bir tavır içindeler. Herkese benzer şekillerde seslendiler, herkesi böyle Diyarbakır karpuzu gibi ikiye ayırdılar.

Dindar olmayanlar bunlar için tinerciyle eşdeğer. Kafalarında, beyinlerinde dindar olmayanları böyle etiketliyorlar. Dünkü Vakit gazetesinin manşeti bu açıdan görülmeye değerdi, "İşte CHP gençliği" manşetinin altında kokain çeken bir tip ve bira içen CHP Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı.



Kim olduğu önemli değil. Ülkenin başbakanı dindar olmayan gençliğe 'tinerci' yaftası yapıştırırken, gazete diye çıkan sikindirik kâğıt parçası da, kendi gibi düşünmeyenleri, 'kokainci' olarak gösteriyor.

İyi o vakit, bir gazete çıkartalım, götünü parmaklayan, 3 tane 'dindar' tip koyalım sonra da manşete "İşte dindar gençlik" diyelim. Olur mu? Nasıl bir mantıktır bu, nasıl insanlık anlayışı, hayvan herifler. Bu gazete denilen kâğıt parçası daha ne kadar, sabır zorlayacak! İnsanları hedef göstermek bunlarda, yaftalamak bunlarda, küçücük çocukları seksi bulan yine bu orospu çocukları.

Ayrıca elinizde bir 'dindarmatik' mi var da, milletin dini duygularını ölçüyorsunuz. Allah mısınız lan!

Başbakan devam ediyor ve kendisini eleştiren köşe yazarlarına sesleniyor, "Başınızı önünüze eğin de hem dindar, hem de çağdaş bir nesil nasıl yetiştirilir onu düşünün! Biz o terbiyeyi alarak büyümüş bir nesiliz. Biz bugün de hala o zihniyeti taşıyan kafalara isyan ediyoruz."

Bak bu zihniyet de, Akp iktidarının en belirgin özelliklerinden biri. İsyan hakkı kendisinde var ama kendileri dışında birileri isyan ettiği zaman o 'tinerci-asi' kategorisi içine boca ediliyor.

Ülke yönetimini ellerine geçirdikten sonra en büyük iki başarıları var. Birincisi bu kadar yıy iktidarda olup, sürekli muhalefet gibi hareket etmeleri. Diğeri de muhalifleri sindirmek için "Ergenekon-KCK" gibi davaları kıçlarından uydurarak, "Ya bendensin, ya onlardan" diyerek, ülkeyi minik çift partili hale getirmek.

Gerçi herifler Paul Auster'i bile Ergenekoncu yapma başarısını gösterdi. Ergenekon örgütü büyüyor büyüyor, kıtaları, okyanusları aşıyor. O derece bir örgüt, gerisini siz düşünün artık.

Devlet, kimsenin çocuğunun dindar olup olmadığını belirleyemez, onun için hareket edemez. Ben çocuğumu ister tinerci olarak yetiştiririm, ister Müslüman olarak. İktidarlar bunun tasasını tutmak için varlıklarını sürdüremez.

Bireysel olarak nasıl istiyorsan öyle yetiştirirsin çocuğunu ama devletin resmi ideolojisi haline getirimezsin bunu. Ama tabii bunlar için bu tip kavramların tamamına karşı gelmek, tinerci olmak. Başbakan kendi ağzıyla söylüyor bunu, ben söylemiyorum.

Devlet dindar nesiller yetiştireceğine, işsizliğe çare bulmayı denese, enflasyonun düşmesi için hareket etse, ağzımızın ortasına sıçtığı vergileri hafifletmek için çaba harcasa daha mantıklı olur.

Ayrıca, ortalarda 'Başbakanım' diye dolanıyorsan, sokaktaki tinerciler için de çare üreteceksin. Senin yaşadığın ülkenin topraklarında tinerci çocuklar varsa, o sokaklara senin ülkeyi yönettiğin süre içinde yeni tinerci çocuklar düşüyorsa, oturup bir muhasebe yapacaksın.

Ülkenin başbakanı konumundaki adam, gençlere yol çiziyor ve diyor ki, "Ya dindar olursunuz ya tinerci."

Bunlar babalarının, amcalarının, abilerinin, hacılarının, hocalarının dizleri dibinde her şeye "evet" diyerek büyüdükleri için herkesin de öyle olmalarını istiyorlar. Bu yüzden isyan edeceksen de, bunların istediği şeylere isyan edeceksin, bunların işaret ettiği konularda isyan edeceksin. Yoksa sonun konser bileti satan üniversite öğrencisi gibi cezaevi.

Hocam, boşver sen dindar yetiştirip yetiştirmemeyi de, sen dindar geçinenlere biraz ahlak, biraz saygı, biraz insanlık öğret.

Bak 12 yaşında kazık kadar herif sözleşmeyle satılan kızın annesi ne diyor: "Çocuğuma o eziyetleri eden adam, namazında niyazında bir adamdı, iyi biri zannetti."

Sen önce, ülkenin dört yanında küçücük kızların satılmasını, peşkeş çekilmesini, babaları yaşındaki adamlarla evlenmelerinin önüne geç. Buraya her gün tecavüz haberi koysam, yanlarına da fotoğraflarını, kimler bu bokları yiyor, görürsünüz.

Dindar nesil yetiştirme, insan gibi insan yetiştirmeye çalış.

4 Şubat 2012 Cumartesi

Pek çok kişiye giren gol olur mu?



Sağda solda transfer için atıp tutan, "istemezük" diyenlere Necati'nin attığı gol girsin.

Ağalar belirliyor transferi, onlar alınacak adama onay veriyor. Utanmasalar Terim'in eline 11 tutuşturur bu çakal tayfası.

Neyse, maç için çok yorum yapmayacağım. İyi oynamadan, bireysel hataların belirlediği bir maç oldu.

Bu takımın her türlü eksiğine gediğine karşın iyi oynadığı zamanları da gördük. Bu sezon, bu futbolcularla bitecek. O neden yok, bu niçin alınmadı demenin anlamı yok.

Necati; o gol var ya, o gol çok kişiye girdi. Öyle de ilginç bir goldü işte...

3 Şubat 2012 Cuma

Türk takımları Şampiyonlar Ligi'ne gidemez


Başlık ne biçim ama değil mi? Kabul edin herkes tırstı ya da "siktir lan" diye küfür etti.

Şimdi olaya geçmeden önce, "Avrupa'da pahalı transferler neden kesildi acaba?" sorusunu bir tarafa yazalım. Olmadı, "Sow transferini neden Ferit Şahenk yaptı?" diye de sorabiliriz. Bununla ilintili pek çok soru çıkabilir karşımıza.

Chelsea ile ilgili bir haber yolladı kuzenim. Haberi okudum, yazının sonunda yolladığım linklere siz de bakabilirsiniz.

Şimdi hocam, haberde diyor ki, Chelsea 110 milyon dolar zarara girmiş. Bu zararın nedeni, Torres transferi ve Şampiyonlar Ligi'nden elenmeleri. Kulüpler, gelir-gider kalemlerinde bu Şampiyonlar Ligi'ne katılı, orada ilerlemeye bağlı olarak ortalama bir hesap çıkartıyor ama tabii erkenden 'elveda' olunca nurtopu gibi 110 milyon dolar borç oluşmuş.

Biz burada şikeyi, teşviği, götü, yavşağı tartışırken, UEFA tüm Avrupa kulüplerine diyor ki, "Şampiyonlar Ligi'ne katılacak kulüplerin 5 milyon Euro'dan fazla borcu olursa katılımı engelliyoruz. Eğer kulüp, bir şahsa aitse, o şahsa maksimum 45 milyon Euro borcu olabiliyor. Kulüp sahibi şahsa 45 milyon Euro'dan bir Euro fazla borcu olursa Şampiyonlar Ligi'ne almıyoruz" diyor.

UEFA bu sistemi "Financial Fair Play Regulations" diye isimlendirmiş.

İngiltere'de Arsenal'in, Manchester United'ın, Liverpool'un son dönemki transfer politikalarına bakın. City'yi saymıyorum çünkü onlarda para bok, herifler istediği anda borcu sıfırlayabilir. Hatta Abramoviç, 2009'da kulübün 541 milyon dolar borcunu sıfırlamış. Ancak şu an yine 110 milyon dolar içeridelermiş.

Neyse, ne diyorduk. İngiltere'de büyük paralarla yapılan transferler çat diye kesildi. Herifler Henry'yi alıyor, Scholes'u futbolu döndürüyor, deyim yerindeyse yaprak kıpırdamıyor ve kimse yüklü maliyetlere transfer yapamıyor.

Ünal Aysal'ın şu "Şu anda serbest kalabilecek 70'in üzerinde futbolcu var. Yabancı kontenjanı da kısıtlı. Şimdiden pahalı oyuncular alacağımıza 4 ay sonra takıma faydalı olacak oyuncular alırız. Bu sadece benim değil teknik ekibimizin de görüşüdür" açıklamasını da koyun bir tarafa.

Şimdi bu bilgilar ışığında Türkiye'deki şike davasına bakalım. Fenerbahçe aşığı Demirören, geçen haftalarda ne söylemişti, "Önce Türk futbolunu kurtaralım. Gerekirse 1-2 yıl fedakarlık yapalım. Gerekirse hiçbirimiz Avrupa'ya gitmeyiz."

Haaa, demek oluyor ki, bir başkan "Ben transfere para veremem" diyor, diğer başkan ise, "Avrupa'ya gitmeyelim" diye acayip bir şey söylüyor. Diğer başkan, muhtemelen 'cemaat, komplo' filan diyordur.

UEFA 5 milyon dolar borçtan söz ederken; Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonspor'un borçları ne alemde?

Fenerbahçe'nin borcu: 235 milyon 409 bin 424 TL.
Galatasaray'ın borcu: 301 milyon dolar.
Beşiktaş'ın borcu: 442.4 milyon TL.
Trabzonspor'un borcu: 94 milyon 286 bin TL.

Hangi kulübümüz UEFA'nın standartlarını karşılayabiliyor?
Benim gibi matematik salağı bir herif bile soruya çabucak yanıt veriyor. Hiçbiri.

UEFA bu "Financial Fair Play Regulations"da diyor ki, "Mali olarak şartlarımızı sağlayamayan, borçlarını sıfırlayamayan kulüpler 2014-2015'ten itibaren Şampiyonlar Ligi'nden men edilecek."

Şimdi şu hadiselerle birlikte ortaya çıkan tabloda pek çok şey çıkıyor. Örneğin, taraftar bundan sonra pahalı transfer beklemesin. Öyle bonservislere kol gibi paralar verilemez, verilmeyecektir de.

İşin transferden dah önemlisi ise, tıpkı İngiltere'deki kulüpler gibi Galatasaray, Beşiktaş ve Fenerbahçe gibi spor kulüplerinin nur topu gibi sahipleri olacak. Haa, şu anda yok mu? Aziz Yıldırım Fenerbahçe'nin, Yıldırım Demirören Beşiktaş'ın sahipleri değil mi? Taraftar istediği kadar kendini avutadursun, 'bağımsısız' diye ama her iki kulüp de, iki şahsa aittir.

Bundan sonraki aşamada bu adamlar, borçlar karşılığında kulüpleri satabilir mi? İki-üç gürültü çıkar ama satar. Kimse bir bok yiyemez. Türkiye'de taraftarın en büyük yanılgısıdır, kulüpte söz hakkı olduğu. Ama söz hakkı filan yoktur, müşteri gibi gider alışverişini yapar, maça gider bilet alır. Hepsi o kadar.

Hadisenin Galatasaray boyutuna bakacak olursak; Galatasaray Spor Kulübü’nün borsadaki hisselerini bir süredir Lüksemburg merkezli bir fon şirketi olan Mandiiragan, Galatasaray'ın hisselerini bir süreden bu yana topluyor. Ortalarda dolanan rivayet, bu hisselerin yüzde 25'inin Mandiiragan'da olduğu ve hisseleri İnan Kıraç’ın başkanlığını yaptığı Galatasaray Eğitim Vakfı'na aktarmak olduğu söyleniyor. Demem o ki, Galatasaray da, sahipli kulüp olma yolunda hızla ilerliyor.

Benim adıma sahibin kim olduğunun önemi yok. Kulüp olgusunun dışına çıktıktan sonra Galatasaray'ı ister Ferit Şahenk alsın, ister İnan Kıraç. O noktadan sonra "sikerim kulübü" deyip, ceketimi omzuma asar, kafama sıkar giderim.

Bu şike-teşvik işlerinin nereye ilerleyeceğini hep birlikte göreceğiz. Şu an görünen o ki, UEFA tüm Türk takımları ile birlikte milli takıma kol gibi bir ceza verecek. Kuvvetle muhtemel, milli takıma verilen ceza affedilir kısa sürede ancak kulüp takımları, var olan borçları ve istenenler karşılanamadığı için zaten Şampiyonlar Ligi'ne katılamayacaklar.

Aslında tam bir filler ve çimen durumu yaşanıyor. Futbolun şekil-şemal değiştirmesi uzun zamandan beri yaşanıyordu. İngiliz kulüplerinin başına gelenlerin, burada yaşanmayacak olmasına inanmak, en büyük mallıktır.

Ama bizler tabii malın önde gideni olduğumuz için, kulüpler, şahısların oyuncağı olduktan sonra da, sahipleniriz. Yerel mutluluklar bizi bahtiyar eder, birbirimize yine ana-avrat sövüp siktiğimin futbol takımları için birbirimizi kırarız.

Futbol bitiyor lan. Deniz bitti, kara göründü. Güneşin tadını çıkartın şimdiden.

LİNKLER

Financial Fair Play Regulations
ESPN HABER
Daily Mail HABER

2 Şubat 2012 Perşembe

Atları da vururlar


'Takımı yarı yolda bırakıyor'

'Güvenilmez oyuncu'

'İşine saygısı yok'

'Doğru düzgün oynamıyor'

'Takıma zarar veriyor'

'Kredisi tükendi'

'Arkadaşlarının emeğine saygısı yok'

Şu herife önüne gelen saydırıyor. Belli ki, sezon sonu gönderilecek. Taraftar şaha kalkmış, Antalyaspor beraberliğinin faturasını Baros'a çıkartmıştır. Bundan sonra ne yapsa kâr etmez. Sağlam mimlendi çünkü.

Kim gibi?


Kim gibi?


Bu adamların arkasından tef çalındı, gönderilirken. Sonra millet, her transfer döneminde gelmeleri için bir dönüp vermedikleri kaldı.

Elalemin topçusu kırmızı gördü mü, "Abi adam çok hırslı, yenilgiye tahammülü yok" diye allar, pullarlar, bizimkisi yaptı mı, "Takıma zarar veriyor" diye gidişini hızlandırmak için ellerinden geleni yaparlar.

Son senelerin modası bu. Eli yüzü düzgün, sahada top oynayan, sonuç değiştiren adamları medya gazıyla linç etmek.

Gitsin, gitsin Baros da gitsin, sonra devre arasında ağlama duvarına çevirirsiniz forumları, sözlükleri, "Baros gelsin" diye inletirsiniz.

Sakat geyiği var bir de. Herif ayda sakatlandı zaten değil mi? Bunlar at amına koyayım zaten, sakatlandı mı, sık ayağına vur gitsin.

Galatasaray taraftarı gün geçtikçe daha salak bir hal alıyor. Ne söylediklerini bilmez haldeler. Önce biri gitsin diye arkasından davul zurna çalınıyor, gelmesi için zurnayı götüne sokacak hale geliyor.

Gönderin yavrum, gönderin. Baros'u da gönderin. Zaten Baros'u gönderdiğimiz gün Rooney, David Villa ya da Mario Gomez'den birini alacağız. İmzaya hazırlar lan! David Villa, "Parçalıyı giymeden ölürsem, gözüm açık gider", Rooney, "O taraftarın karşısına çıkmak için sabırsızlanıyorum", Gomez de, "Almanya'daki dönercilerden çok etkilendim. Dönerci Mustafa Abi Galatasaraylı, beni de ikna etti" demiş.

Baros'tan sonra sıra Elmander'dedir. Galatasaray'a katkı sağlayan herkes gönderilmeyi hak eder. Çok iyi anımsıyorum "Nonda varken, Baros yedek olmalı" dendiği günleri. Ki, Nonda o vakitler götünü kaldıramıyordu. Herif iyi olduğu zaman bile yedek kalması için çabalandı.

Size Lukunku, Christian, Knupp filan iyi giderdi. Gerçi oynadıklarında gol de atamıyorlardı ama olsun kart görmüyorlardı.

Basın böyle adamlara laf etmez. Niye? Çünkü heriflerin doğru düzgün faydası olmadı.

Neye üzülüyorum biliyor musunuz? Rıdvan ve türevlerine küfür edip, aynı ağızdan konuşanlara.

Baros'u bu kadar eleştiren adamlar, dün sahada olsa orospu Meral'e çiçek uzatırdı sanırım!

Not: Eleştirileri sözlükten aldım. İlk kez girdim, umarım bir daha girmem. Fakat bunları yazanlara aptal demiyorum, aptallık zihniyetten kaynaklanıyor.

1 Şubat 2012 Çarşamba

O ahlak önce size lazım


Recep Tayyip Erdoğan: Biz muhafazakâr, demokrat ve dindar bir gençlik yetiştirmek istiyoruz.

Sadece 24 saatte ortaya çıkan üç olayı yazacağım.

1. Ankara Sincan'da 32 yaşındaki İ.S. adlı kişinin, üç kız kardeşine tecavüz ettiği ortaya çıktı

2. Muğla'nın Fethiye ilçesinde, Adnan A. isimli kişi, akli dengesi bozuk öz yeğenine tecavüz etti.

3. Antalya'da 6 yıl önce 12 yaşında olan bir kızı, öz babası 5 bin liraya sözleşme yaparak sattı.

Şunlardan uzun bir liste halinde yaparım. Bir günde önüme gelen taciz, tecavüz ve türlü sapıklıkların haddi hesabı yok.

İktidarların görevlerinin; muhafazakâr, demokrat ve dindar nesiller yetiştirmek olduğunu öğrenmiş olduk. Fakat arkadaşa biri haber versin, yetiştirmekle gurur duyduğu nesiller, kokuşmuşluktan geçilmiyor. Sen iktidarsın, devleti yönetirsin. Yapacağın işin, şekli şemali bellidir. İktidara mı kalmış, gençlerin dindar olup olmayacağı.
Bu mantıkla yarın biri gelir, "Ateist nesiller yetiştireceğiz" der. Böyle şey olur mu lan!

Pervasızlık boyutunu aştı artık söylenenler. İktidar olmayı, ülkenin sahibi olmakla karıştıran; garip, anlaşılmaz, hastalıklı beyinlerle dolu ortalık.

Açık açık söyleyemiyorlar, "Biz alabildiğine aptal, beyni çalışmayan gençlik peşindeyiz" diye.

Hayır, dindarlığın ölçütü nedir? Belli bir skalası mı var da, dindar olmadığını düşündüğün gençliği dindar yapmaya çalışıyorsun? İnsanların inançlarını nasıl yaşadığını, kim, nereden bilebilir ki? İnanç açıktan açığa yaşanan bir şey midir?

Dindarlık bunların yaşadığıysa, sikerim öyle dindarlığı. Çal, çırp, çalanı çırpanı kolla, gözet, senin gibi düşünmeyenleri tık cezaevine, sonra "Bunlar tacizci" diye yalan söyle, seçimden önce söz verdiğin hiçbir şeyi yapma yani yalan söyle, Karadeniz'de yol yap, o yol yarma şeftali gibi ikiye bölünsün paramparça olsun yani işini düzgün yapma bu ülkenin halkının cebinden aldığına hıyanet et sonra 'dindar nesil' yetiştir.

Memlekette demokrasi ayağına, faşizmin alası yaşanıyor. Yeni nesillerin nasıl olması gerektiği de, başbakan tarafından belirleniyor ve devlet politikası haline getiriliyor.

Son 10 yılda ülke, hiç olmadığı kadar kokuştu. Tacizin, tecavüzün, hırsızlığın haddi hesabı yok. Millet öz yeğenine tecavüz ediyor, kızını satıyor, kardeşlerine tecavüz ediyor, bunlar çıkmış "dindar nesil" diye hikâye yazıyor.

Ülkenin ekonomisi şahane, muhteşem demokrasimiz var, olağanüstü bilimsel gelişmelere imza atıyoruz ya, sıra muhafazakâr, dindar gençlik yetiştirmeye geldi.

Ahlaklı bir nesil yetiştirmek istiyorsanız, önce kendi ahlakınızı geliştirin, sonra halkın ahlakına, yapısına bakarsınız -bakamazsınız ya-.

Kendi katillerinizi, hırsızlarınızı, yoksulluk ve yolsuzluk ustalarınızı serbest bırakıp, muhaliflerinize iftira atarak cezaevine yollamak, dindarlık mı oluyor? O zaman bugüne kadar hep doğru yolu seçmişim.

Önce insan olun sonra dindar olursunuz. Ama bir eşeğin felsefe profesörü olma ihtimali, sizin insan olma ihtimalinizden çok daha yüksektir.

Orospu coğrafyası


Nereden başlamak lazım bilmiyorum. Futbolun ağzına sıçtılar. İzlemek artık işkence halini aldı. Sahadaki futbolu izlemek için her televizyonun karşısına geçtiğimde, kendime lanet okuyorum.

Önce bir onu yazayım. Mehmet Ali Aydınlar ve Fenerbahçe yönetimi, iyi polis, kötü polisi şahane oynadı ve Etik Kurulu'nun "Şike yapılmıştır" raporunun yeniden kaleme alınması için fantastik bir oyun oynadı.

Bana kimse Fenerbahçe'nin bir ay içinde 58. madde konusundaki tavır değişikliğini açıklayamaz. Gerçi pek çok embesil, "Biz değişmesine hep karşıydık" diye kendisini avutuyor. Nihat Özdemir zaten kulübün 2. Başkanı değil, tuvalet temizleyicisi değil mi? "Değişmezse Türk futbolu batar" muhabbeti, bir ay içinde "Değişmesini istemiyoruz"a geldi.

Amaç TFF ve tüm kurullarını düşürerek, Etik Kurul'dan 'temiz' bir rapor almaktı. 3 embesilin istifasının nedeni budur. Topu da UEFA ile Helvacı'ya salladılar ve işin içinden sıyrıldılar.

Göreceksiniz yeni seçilen (Başbakan'ın seçeceği isimler) Etik Kurul, yenii bir rapor hazırlayacak ve "Şike yoktur" denilecek. Al sana 'Türk usulü temizlik!' Misler gibi arınacaklar bu süreçten. Tabii, UEFA eğer tüm Türk takımları ve Milli Takıma ceza verirse, ne şiş yanacak ne kebap. Demirören'in Akşam gazetesine verdiği "Hiçbirimiz Avrupa'ya gitmeyelim" demecini hatırlarsanız, ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız.

Böyle bu ülke, yapılabilecek bir şey var mı? Vardı tabii ama geçmiş olsun. Şikeciler sokak sokak miting düzenlerken, temiz futboldan dem vuranlar götünü devirip, sonucu bekledi. Alın size sonuç, güle güle götümüze sokalım. Bu şerefsizliği içine yediren varsa da, helal olsun.

Meral'e ana avrat küfür etmeden önce eğri oturup, doğru konuşmak lazım. Baros, Melo ve Ujfaluši gördükleri tüm kartları itirazdan görüyorlar. Arkadaş, hırslı olmak iyidir, hoştur da, lisede sınıflararası futbol turnuvası yapmıyorsun ki, profesyonel futbolcusun, yarak gibi de para alıyorsun.

Her beğenmediğin, her aleyhine kararda, haklı da olsan bu kadar saçma sapan itiraz edilmez. Bir değil, iki değil. Sürekli aynı bok. Her an hangisi atılacak, hangisi kart görecek diye götün ağzında bekliyorsun. Bu kadar sinir, hem zarar veriyor, hem antipatik gösteriyor takımı.

Puan kayıplarından bağımsız olarak konuşacağım, haftalardır kazandığımız maçlar dahil iyi oynamıyoruz. Samsun'da başladık, Antalya'da devam etti. Erken form tutma olgusuna inanmışımdır. Lige iyi başlayan takımlar, ne yazık ki, sonunu getiremez. Umuyorum böyle bir durum yoktur. Gerçi siktiğimin ligi, New York maratonundan beter.

Ben futboldan çok anlamam, o yüzden bir orta saha oyuncusu alınsın diye götümü yırtıyorum. Gelen adamlar Yiğit Gökoğlan ve Necati. Yiğit Gökoğlan takıma girebilmiş değil, Necati'nin de kurban edileceği daha imzayı atmadan belli oldu.

Lan, bak hatırladım yine sinirlendim. Tribündeki yavşaklar ahkâm kesiyor, 'bilmem kim gelmesin' diye. Sonra büyük kulübüm diye ortalarda dolanacaksın. İtler, götler posta atar hale gelmişse, sikerler öyle büyüklüğü. Bu yavşakları spatula ile kazıyacaksın tribünden. Bunlar asalak çünkü, futbolcudan haraç alır, vermezsen Necati gibi havaalanında herkesin içinde yumruklanırsın. Sonra attığı onca gole rağmen, bu piçlere esir olup gönderirsin.

Bunlar tribünde adam bıçaklar, insanları tehdit eder, sağda solda "Galatasaray'lıyım" diye gezinir. Siz seviyorsanız, ben nefret ediyorum o Galatasaray'dan.

Gelelim orospu Meral'e. Bu herif ligin açık ara en kötü hakemi. Kasımpaşa maçını hatırlamak yeter. Öyle bir pozisyonu görememek gibi bir ihtimal yok. Bu maçın da ağzına çabucak sıçtı. Musa Nizam'ın Selçuk'a arkadan abanmasına penaltı veremedi. Melo'nun kullandığı penaltıyı zaten yardımcı verdi. İkinci yarıda Selçuk'un ceza alanı içinde düşürülmesini esgeçti. Kırmızıya bir şey diyemiyorum, muhtemelen Baros küfür etti ve o yüzden verdi.

Böyle sahada, bu oyunla, orospu Meral'le puana dua edelim. Antalyaspor böylesi iğrenç bir futbol oynamasa 3 puanı alır, evine öyle dönerdi ama heriflerin futbol denen oyunu oynamaya niyetleri yok.

Not: Yazarken unuttum, Orospu Meral'in bir de oğlu var. İsmi Ömer.