31 Ağustos 2012 Cuma

Akp, Sarıyer Belediyesi'ni nasıl fişliyor?


İsimleri vermemde bir sakınca olmadığı için açık açık yazacağım. Aşağıda okuyacaklarınız, 'demokratik' Türkiye sınırları içinde yaşanmış ve gerçekleşmiştir. Her gün darbelerden, ezilmişlikten, mağdurluktan dem vuranların, nasıl bir zihniyet olduklarını göstermesi açısından da ibretlik.

SARIYER'DE YAŞANANLAR

Sarıyer Akp İlçe Başkanı Hüseyin Özdemir ve Akp Sarıyer Gençlik Kolları Başkanı Yusuf Turan, henüz 18 yaşında olan Selçuk Kabil isimli genci, iş bulma vaadi ile partiye üye yapıyor.

Sarıyer Akp İlçe Başkanı Hüseyin Özdemir, bu 18 yaşındaki gence verdiği iş ise "fişlemek"

Selçuk Kabil ismindeki bu gencin eline bir fotoğraf makinesi veriliyor ve 'görevi' de, CHP'li Sarıyer Belediyesi'ne giriş-çıkış yapan herkesi fotoğraflamak. Fotoğraflamak diyorum ama bunun karşılığı 'fişlemek'tir.

18 yaşındaki Selçuk Kabil, sivil bir araçla Büyükdere'de bulunan Sarıyer Belediye Başkanlığı binasının hemen karşısındaki otoparkta gizlice pusuya yatıyor. Gün boyunca Sarıyer Belediye Başkanlığı binasına giren ve çıkan herkesi fotoğraflamak suretiyle fişliyor. Tabii kendisi bunun bir fişleme olup olmadığını bilmiyor.

Selçuk Kabil, bu 'görevi' yerine getirirken, belediyenin koruma amiri tarafından suçüstü yakalanıyor. Sarıyer Belediye Başkanı Şükrü Genç'in koruma amiri emekli polis Ragıp Sezgin arbede sırasında kalçasından yaralanıyor.

Olay yaşanırken, olay yerine yakın bir yerde saklanan Akp Sarıyer İlçe Gençlik Kolları Başkanı Yusuf Turan "Selçuk sen bin arabana git, bu adamın seni durdurmasına izin verme" diyerek, 18 yaşındaki genç kaçıyor ve koruma amirine arabayla vurarak yaralıyor.

Yaşanan tüm bu olaylar güvenlik kamerası tarafından kaydediliyor. Hadiseden sonra 18 yaşındaki gencin yakınları, tepkisini dile getirmek için Akp İlçe Başkanı Hüseyin Özdemir ve Gençlik Kolları Başkanı Yusuf Turan'a gidiyor. İkili bunlara "Önemli bir şey yok, biz o çocuğu belediyeye giren çıkanı fotoğraflasın diye gönderdik. Bunda abartılacak bir şey yok. Biz onu koruruz" diyerek, yasadışı bir işi kendi ağızlarından kabul ediyorlar.

Aile Akp İlçe Başkanı ve Gençlik Kolları Başkanı hakkında suç duyurusunda bulunacağını da açıklamış.

Şimdi, bugün mahkemelerdeki andıç davaları neden görülüyor diye insan sorguluyor ister istemez. Son 4-5 yılımız bu davalarla geçiyor. Akp ve onun temsil ettiği iğrenç zihniyet, yıllar yılı nasıl ezildiklerini, nasıl fişlendiklerini, nasıl hor görüldüklerini anlatıp dururken, bir taraftan da fişlemenin, andıcın kitabını yeniden yazıyor.

Tabii akla ilk gelen şu oluyor: "Sarıyer'de yapılan bu uygulama, ülkenin her yerinde uygulanıyor olmalı."

Bak şimdi, bunu savunmaya çalışacak bir orospu çıkartması varsa, baştan söyleyeyim hiç yeltenmesin bile. Bunun savunulur tarafı yok çünkü. Her kim yaparsa, her kim uygularsa, bunun adı faşizmdir.

Fakat öyle bir noktaya geldik ki, Akp ve onun taraftarları, yapılan her şeyin, 'çektikleri çile'nin karşılığı olduğunu düşünüyorlar ve kendilerini haklı görüyorlar.

İktidarda kalmak için her türlü iğrenç oyuna başvurmakta hiçbir beis görmüyorlar. En akla gelmez yöntemleri bile kullanıp, sonra haklılıklarından dem vuruyorlar. Ülke faşizmle yönetiliyor ve televizyon ekranlarına çıkıp demokrasi nutukları atılıyor.

Bu yapılanlara bir isim verebilmek zor ancak şunu söylemek kolay; ülke kuşatılmış durumda ve bu kuşatma er ya da geç yıkılacak.

Bu yukarıda okuduklarınız, herhangi bir basın-yayın kuruluşunda yer alacak mı?
Haber olacak mı?
Fişleme yaptıranlar hakkında dava açılacak mı?
Olay kapatılacak mı?

İşte bu kadar demokratiğiz ve bu kadar güveniliriz (!)

Fotoğraftaki kişi Akp Sarıyer İlçe Başkanı Hüseyin Özdemir.

26 Ağustos 2012 Pazar

Burak bunu yapacaksan siktir git!


Önce Mustafa Pektemek'e 'geçmiş olsun' diyeyim. Hiç olmayacak bir pozisyonda sakatlandı, hemen hemen sezonu kapattı sayılır. Umarım bir an önce döner.

Son yıllarda izlediğim en ilginç maçlardan biriydi. Galatasaray maçı vermek için elinden geleni yaptı, Beşiktaş gol attıkça direnç ve moral kazanıp, 3 puanı olmayan bir penaltıyla kaçırdı.

Maça girmeden, hakeme girelim, berbat bir yönetim gösterdi. Umut'un attığı ilk gol, Mehmet Topal'ın Gaziantep maçında yaşanılan pozisyonun neredeyse benzeriydi. Penaltı çok açık ve net biçimde yanlış karardı, saha içinde ikili mücadeleye izin vermedi, faul kararlarının pek çoğunda hata yaptı. Bu kadar düdük çalınan bir karşılaşmanın kaliteli geçmesine imkan yok, olmadı da. Kuru mücadele ve bol hatayla 90 dakika dolduruldu.

Fatih Terim, geçen yıl takımın başına geçtiğinden beri en kötü kenar yönetimin sergiledi. Birisi geçen yıl bana "Takıma Hamit'i alacaksınız ama sen Aydın Yılmaz'ın ilk 11'de oynamasını isteyeceksin" dese,, en kibar yanıt olarak "Hasiktir oradan" derdim. Aydın Yılmaz sezona iyi başladı, Hamit oynadığı günden bu yana takımda en fazla sırıtan oyuncu. Soyunma odasında forma dağıtılırken, adalet esas alınmalı, isimlerden bağımsız olarak. O yüzden de, Hamit'in bu haliyle oynaması mümkün değil.

Hem Melo, hem Hamit kenara alınınca, ezici üstünlükle giden maça denge geldi. Elbette Beşiktaş'ın 3. golü bulması, bu dengeye sebep oldu fakat yine de orta sahayı bu denli boşaltmak, akıl karı değil.

Uzun uzun tatil yapan bir adamın hazır olmasını beklemek aptallık, bu yüzden Hamit gibi Melo da çok hazır değil. Hal böyleyken, Selçuk'tan da çok şey beklemek gerekiyor. Bütün takımın orta saha yükü tek başına üstüne biniyor.

Kasımpaşa maçı, bu "rüya takım" geyikleri için önemli bir uyarıydı. Galatasaray savunmada ciddi pozisyon hataları veriyor. Ligde belki telafisi mümkün olur ama Şampiyonlar Ligi'nde adamı kabak gibi oyarlar, içine badeden tut, ne bulursan koyarlar.

Hücum futbolu iyi hoş, güzel de, aile boyu hücum etmek bugün olduğu gibi her zaman sonuç vermeyebiliyor. Galatasaray'ın savunması çok iyi sinyaller vermiyor. Tabii orta saha sıkıntısı, bunu daha çok ortaya çıkartıyor.

Burak Yılmaz'a ağzıma ne gelirse söylemek istiyorum. Trabzonspor'da da bunu sürekli yapıyordu, Galatasaray'da oynadığı ilk maçta kaldığı yerden devam etti (!) Bir futbolcunun mimlenmesi cidden hoş değil. Bir süre sonra yalancı çoban misali, gerçekten penaltı olan pozisyonlarda bile hakemler tereddüt yaşayacaktır. Emek hırsızlığı yapmayacaksın, sahadaki 21 adamla 4 tane hakemi, izleyen milyonlarca insanı aptal yerine koymayacaksın. Yetenekli bir futbolcunun bunlara meyletmesi, aklının bir ucunda, kendini yere bırakmak olmayacak. Olursa, sana söylenen her şeyi sineye çekmek durumunda kalırsın.

Teknik direktör olsam, en az 3-4 maç oynatmam böyle bir adamı. Aynı şeyi tekrarlarsa adı ister Burak olsun, ister Ronaldo, takımımdan kovarım. Kazanmak için her yol mübah olmamalı.

İş arkadaşınızın patron götü yalayarak, hakkınızda iftira atarak hakkınız olan pozisyona yükseldiğini düşünün. Kızmaz mısınız? Burak'ın yaptığı şeyin bundan ne farkı var ki? Eğer bunu yapmaya devam edecekse, Burak siktirsin gitsin, o formayı da giymesin.

Bugün 1 puan kazanırsın, yarın aynı şekilde 3 puan kaybedersin, o zaman söyleyecek sözün olmaz. Olsa da, inandırıcılığını yitirirsin, kimse kafasını çevirip bakmaz bile.

Haa tabii Burak'a ağzıma geleni söylerken, sahada her hava topunda kendini yerden yere vuran, oyunu durdurmak için elinden geleni yapan Beşiktaşlı futbolculara da aynı şeyleri söylüyorum. 90 dakika boyunca, özellikle de skor 3-2 olduktan sonra hava topuna çıkan, yerden kalkamadı, oyunu soğutmak için ellerinden geleni yaptılar.

Bu maçtan sonra artık ayakların daha sağlam yere basacağını umuyorum. Futbolda sahaya çıkan adamların isminin pek bir önemi yok, sahada ne verdikleri, ne kadar mücadele ettikleri önemli.

Galatasaray'ın orta saha ve savunmasındaki sorunlara çare bulması gerekiyor. Her maçta komik hatalar yapılıyor. 2. golde Semih'in, 3. goldeyse Hakan Balta'nın ciddi hataları var.

Sonuç itibariyle, oyun olarak değil ama skor olarak 3 puan Beşiktaş'ın hakkıydı. Bülent Yıldırım devreye girdi 1 puanı Galatasaray'a kazandırdı. Oysa ki, savunma çok çabaladı 3 puanı vermek için.

24 Ağustos 2012 Cuma

'Bambaşka' bir insan


Bu ülkede herkes gibi düşünmüyorsan 'ötekisin' demektir. Herkes gibi düşünmeyeni de, sindiririz, yok sayarız, 'herkes' yapmaya çalışırız. Metin Kurt, bu ülkenin 'öteki'lerinden biriydi.

Ercan Taner, ntvspor.ne'e bir yazı yazmış. Şöyle diyor; "Futbol hayatı bittiğinde kendine bambaşka bir ideoloji seçti."

Anlatmak istediğim tam da bu aslında. Sosyalizm de bir ideoloji ama insanların algısına göre 'bambaşka' bir ideoloji. Metin Kurt, bu yüzden Galatasaray'dan gönderildi, milli takımdan kesildi, futbol hayatını erken noktaladı.

Oysa Metin 'herkes' gibi olsa, 'bambaşka' bir ideolojiyi seçmese, televizyonlarda yorum yapar, gazetelerde köşe yazarlığı yapardı.

Fatih Terim geçtiğimiz hafta, Kasımpaşa maçından sonra Gaziantep'teki saldırıya ilişkin "Gaziantep'teki olayları öğrendim. İçimden futbol konuşmak gelmiyor. Antep'te olanları duyunca, bir yere ateş düşmüş, kardeş kardeşi vurmuş, burada iyi oynadık 3 puan aldık demeye utanıyorum. Gazetelerin sadece arka sayfalarını okumuyoruz" dediğinde yere göğe sığdırılamadı. Fenerbahçelisi, Beşiktaşlısı, Trabzonsporlusu en kıyağından aferini yapıştırdı, "helal olsun" diye alkış tuttu.

Gazetelerin sadece arka sayfalarını okumayan Fatih Terim keşke, Hopa'da öldürülen Metin Hoca için de birkaç kelam etseydi, sokak ortasında polislerce tekmelenerek bebeği öldürülen genç kız için de, bir maç sonrası açıklama yapabilseydi, Fatih Terim keşke en yakın arkadaşı, kadim dostu Mehmet Ağar'ın arkasında binlerce faili meçhul bıraktığından söz edebilse.

Terim sistemin sevdiği insandır. Başarısız olsa bile "Fatih Hoca" diye yere göğe sığdırılamaz. Metin Kurt ise sendika kurmak için yırtınır. İki Galatasaraylı, iki ayrı portre.

Metin Kurt Galatasaraylıdır ama kulübünün televizyonu onu ekrana çıkartmaz. O 'bambaşka' bir ideolojiyi seçmiştir çünkü. Her an 'sakıncalı' şeyler söyleyebilir.

Biliyorum yazıyı okuyan pek çok kişi "ne alaka lan!" diyecek ya da siktiri çekecek ama umrumda değil.

Herkesin yapayalnız bıraktığı bir adamdı Metin Kurt. Elbette kendi hataları da vardı ama başkalarının hataları, onun hatalarıyla boy ölçüşemez bile.

Bu ülkede şikeyi itiraf eden Cafer Aydın'a 'deli' yaftası yapıştırıp Türk futbolundan siliverdiler.

Oyunu İşçi Partisi'ne attığını dile getiren Kemalettin'in futbol hayatını aniden kısalttılar.

14 yıl görev yaptıktan sonra 'eşcinsel' olduğunu açıklayan hakem Halil İbrahim Dinçdağ’a maç vermediler.

Futbolcular için sendika isteyen Metin Kurt'u Galatasaray'dan gönderdiler, milli takımdan afaroz ettiler.

Onlar 'herkes' gibi olmak istemediler, diledikleri gibi yaşamak istediler; onlar inançlarını, siyasi fikirlerini, yaşadıklarını dürüst bir biçime anlattıkları için silinip gitti.

Metin Kurt'u da birkaç kişi hatırlayacak. 'romantik' fikirlerin 'nostaljik' tadı olarak hatırlanacak.

Açık açık itiraf edelim de kurtulalım. Kendimiz gibi olmayan kimseyi sevmiyoruz, tahammül edemiyoruz, yaşam hakkı tanımıyoruz, hayatın içinden siliyoruz.

Güle güle Metin Abi, bir gün senin haklı olduğunu anlayacak herkes.

17 Ağustos 2012 Cuma

Lig kurduk durma gel



Senelerdir alışkanlık oldu, ligi izleyince de başka bir lezzet halini alıyor. Bazen bilgisayar başında bir saat harcadığım bile oluyor şu hadise için.

Boktan hayatımızın minik eğlencelerinden biri işte.

Şu adrese giriyorsun; Fantasy Premier League 'kuzenler' isimli lige giriyorsun sonra da "844784-209853" şu kodu yazıyorsun, lige giriyorsun.

Sezon sonunda, ölmez de sağ kalırsak. ilk üçe girenlere kitap hediyesi bulunmaktadır. Katılım ne kadar çok olursa, o denli güzel oluyor, haydin yürüyün...

14 Ağustos 2012 Salı

Selim -2-


- SELİM 1 -

Selim, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte boşaldığı parkeyi temizlemeye çalışırken, sürekli olarak "nasıl olur, nasıl olur?" diyordu. Duşa girdi, vücudunu buz gibi suyun altına verdi, kalan son 9 hakkını ne şekilde kullanacağına ilişkin pek çok şey kuruyordu kafasında. "Bir hakkımı 3-4 hatunla harcayayım da, değsin bari" diye sesli düşündü.

Çok önemli bir proje sunacaktı, oysa kafası aşure kazanı gibiydi, yaratıcı beyni hiçbir şey üretemez hale gelmişti. Duştan çıkıp takım elbisesini giydi, Her zamanki ukalalığı ve kendini beğenmişliği ile aynada kendine baktı. Bu kadar yakışıklı bir adam sadece 9 kere mi bu hazzı tadacaktı yani. Masanın üstündeki saatini koluna takmak için eline aldı fakat kolundaki sayacı unutmuştu. Saatini yatağa fırlattı, kapıyı çekip çıktı.

İşyerine gelmişti bile, her sabah olduğu gibi asansör önündeki insan selinin içine girdi, dakikalarca bekledi, nihayet kapıdan içeri girdi. Dalgın dalgın odasından içeri girerken, sekreteri Nihal, "Selim Bey, Murat Beyler sizi bekliyor" sesiyle irkildi, sadece "Tamam Nihal" dedi. Geriye dönüp, patronun odasına gitti.

- Selim nerede kaldın yahu? Müşteriler birazdan gelecek, doğru düzgün konuşamadık bile.
- Proje hazır Murat Bey, merak etmeyin.
- İyi de Selimciğim, bir üstünden geçseydik.

Sinirlendi ama ağzını bile açamadan "Üzgünüm" dedi.

Çantasından çıkarttığı, rulo haline getirilmiş projeleri çizim masasının üstüne koydu. Patronu dikkatlice inceledi, beğenmemiş gibi yüzünü ekşitti ama "Güzell" deyince derin bir nefes aldı.

- Selimciğim, sen toplantı odasına geç, çocuklara söyledim hazırlamışlardır bile. Projeleri onlara bırak, zaten müşterilerin de eli kulağındadır.
- Tamam Murat Bey.

Odadan ayrıldı, kapıyı kapatır kapatmaz patronun sekreteri Pervin'le göz göze geldi. Pervin bir erkeğin çapkınlığını aratmayacak biçimde süzdükten sonra "Akşam bekledim, aramadın" dedi. Selim ne diyeceğini bilmiyordu, geceyi bir başkasının yanında geçirmişti, aklına ilk gelen yalanı söyledi "Projeye son halini vermem gerekiyordu."

Pervin masasından kalktı. Altında siyah, daracık bir etek vardı, diz kapağının 3-4 parmak üzerinde. Beyaz bluzunun üstten iki düğmesi açıktı, Selim'in yanına yaklaştı, "Bu yalanı yutmadım ama akşam sendeyim, telafi etmen için bir şans vereceğim" dedi.

Selim her şeyi unutmuşken yeniden aklına düştü, kalan son 9 hakkı. Her zaman elinin altında bulunan bir kadınla heba edemezdi, "Bu akşam olmaz, arkadaşlarıma sözüm var" diye kaçamak bir yanıt verdi. Pervin, parmağını Selim'in boynunda gezdirdi, dudaklarını kulağına yapıştırıp "Arkadaşlarınla işin bittikten sonra bekliyorum" dedi.

Ter basmıştı her yanını, "Bakarız" deyip, odadan çıktı. Kapıyı kapatır kapatmaz "Karının azdığı zamana bak" diye söylenirken, Emir'le çarpıştı.

- Oğlum ne bu dalgınlık, suratın bembeyaz olmuş.
- Yok be Emir, gece votkayı çok kaçırmışım, ondan olmalı.
- Votka ne zamandır seni bozuyor lan!

Herkes, her şey üstüne geliyordu. Kaçıp uzaklaşmak istiyordu fakat mümkün değildi. Tam arkasını dönecekken Emir, "Akşam kaçıyoruz değil mi?" diye herkesin duyacağı biçimde seslendi.

Şimdi aklına gelmişti, Selim, Emir ve Dündar Şile'ye gidip, hafta sonunda kaçamak yapacaklardı. Selim bekardı ancak Emir ve Dündar evliydi. Üstelik Emir'in iki de çocuğu vardı. Tamamen unutmuştu, hafta sonu planını. Kelimeleri toparlayamadı, ağzından anlamsız bir şeyler çıktı. Bir-iki saniyelik duraksamanın ardından "Gidiyoruz" dedi. "Bir an su koyvereceksin sandım, haftalar öncesinden planladık, yengenden izni zor koparttım" diyerek, sinsi sinsi gülümsedi.

Hızlı adımlarla toplantı odasına girdi. Projeksiyon aleti çoktan hazırlanmıştı, bir-iki hal hatır sorduktan sonra masadanın başındaki sandalyeye oturdu. Şile'yi ertelemesi mümkün değildi, çok önceden planlamışlardı. Güya, Emir ve Dündar'la birlikte Saros'ta balık avlamaya gideceklerdi, her ikisi de eşine aynı yalanı söylemişti. Oysa 2 günlük çapkınlık planına göre, ilk akşam 3 Rus kadınla alem yapılacaktı, ikinci akşamsa bünyeyi dinlendireceklerdi. "Atın ölümü arpadan olsun amına koyayım, bir hakkımızı veririz madem öyle" diye düşündü.

Kapı açıldı, patronu Murat Bey, beraberinde 4 kişi ile içeri girdi. Hepsinin gülümsüyor olması, biraz olsun rahatlattı kendisini. Kafası bu kadar dağınıkken, projeyi nasıl sunacağını bilmiyordu, üstünde çalışmaya bile fırsat bulamamıştı, aklında ne kaldıysa onları bir çırpıda söyleyecekti.

Patron, "İşte projeyi çizen mimarımız Selim de bu" diyerek kendisini takdim etti.

Tek tek tanıştırıldı, Haldun Bey, Yaman Bey, Ilgar Bey ve Ayça Hanım. İçinden "Ilgar ne lan, Ilgar diye isim mi olur?" dedi. Ayça'yla kısa süren bir bakışmadan sonra hemen toparlandı, "Başlayalım isterseniz" diyerek gülümsedi.

İstanbul'un orta yerine kondurulacak yeni bir alışveriş merkezinin projesiydi bu. Önce dialardan, proje bittikten sonraki hali gösterildi, bir yandan da, ne tip yenilikler yaptıklarını anlatıyordu. Gözleri sürekli Ayça'ya takılıyor, Ayça ise dikkatlice sunumu izliyordu. Birkaç soruyu yanıtladı, neyse ki iyi gidiyordu her şey.

Alışveriş merkezinin sahibi olan Haldun Bey'in hoşuna gitmişti, dudaklarını sıkı sıkı büzüp "Güzel" deyip duruyordu. Ayça, "Proje biraz abartılı gibi gelmedi mi size?" diyerek, odadaki sessizliği bıçak gibi kesti. Selim yüzünü buruşturdu, "Neresini beğenmediğinizi söylemeniz mümkün mü?"

Beklemediği bir soruyla karşılaşacağını az çok tahmin ediyordu ama 'abartılı' bulunmasını içine sindiremedi.

- Evet görünürde harika gibi ancak bir alışveriş merkezi değil de, sanki cennet yansıması gibi anlatıyorsunuz.
- İstanbul'da 300 tane AVM var, diğerlerinden farklı olsun istedim.
- Bilemiyorum, bu kadar şaaşalı olması, hoşuma gitmedi. Diğerlerinden daha pahalı olduğu izlenimi vermesi, insanları ürkütebilir.

Ayça'nın konuşması sürerken, içinden bildiği bütün küfürleri savurmaya başladı fakat yüzünde o küfürleri hiç ele vermeyecek bir gülümseme vardı.

- Ayça Hanım, öncelikle şunu söyleyeyim, eğer istediğiniz sıradan bir şeyse, bunu size veremem. Projelerim, İstanbul'un en beğenilenleri arasında. Biliyor olmalısınız.
- Bilmeseydik, işi size vermezdik fakat gereğinden fazla abartılı buldum.

Ortalık gitgide gerginleşiyordu, Murat Bey hemen atıldı, "İsterseniz, tekrar üzerinden geçebiliriz."

Selim'in hiç hoşuna gitmemişti, "9 haktan birini, şu karının üstünde yapsam hiç fena olmaz" diye düşündü.

Haldun izin istedi, patronla dışarı çıktılar. "Merak etme proje çok güzel olmuş, sunum da gayet iyi. Göreceksin, kabul edecekler" diyerek, Selim'i rahatlatmaya çalıştı. Kapı açıldı, Haldun, Murat Bey'in koluna girerek, koridorda yürümeye başladı. Öylece kalakalmıştı ayakta, yüzlerini de göremiyordu, en azından tahmin edebilirdi. Odadan Ayça ve ile birlikte Ilgar çıktı, keyifleri yerindeydi. Selim çok sinirlendi fakat ağzını açıp tek bir söz bile etmiyordu. Sonuçta müşterinin istedikleri önemliydi. Her ikisi de yanına geldi Ayça "Selim Bey kişisel algılamayın. İkimiz de aynı gemideyiz ama hak verirsiniz ki, daha iyi olmasını istiyoruz" dedi. Bu cümle daha fazla sinirlendirse de, aldırış etmiyor gibi görünerek kafasıyla onayladı.

İki patron Murat ve Haldun geldi, odaya girdiler, arkasından Ilgar. Selim, Ayça'ya "Lütfen" diyerek yol verdi. Murat masanın başına geçti, "Şimdi arkadaşlar, biz Haldun Bey'le konuştuk, projede birkaç değişiklik yapacağız, işin orasını biz halledeceğiz. Siz de en kısa süre içinde istediklerinizi ve istemediklerize son halini vererek, bize gönderin, tam 1 ay sonra yeniden bu odada buluşacağız" dedi.

Selim biraz olsun rahatladı, derin bir nefes aldı. Haldun Bey yanına geldi, Ayça'yı da çağırdı, tam ortalarına geçerek, her ikisinin de omuzlarından tutarak "Projeyi ikinizin ellerine bırakıyorum. Pazartesiden sonra iki hafta içinde her şeyi şekillendirelim, sonra da Selim Bey bize son halini sunsun" dedi.

Oyuncak bebek yapaylığında gülümsedi ikisi de, el sıkıştılar ve odadan çıktılar. Saçları kırlaşmaya başlamış ancak genç ve dinç görünen Murat, Selim'e doğru yöneldi, "Halledilmeyecek şey değil Selimciğim. Haldun Bey, projeyi Ayça Hanım'a emanet etmiş. Biraz işgüzar ve titiz bir kadınmış, ilk iş pazartesi biraraya gelip, konuşun. Ne istediklerini anlatsınlar, daha halk tipi bir şeyler yaparız" diyerek, Selim'i rahatlatmaya çalıştı. "Unutmadan, akşamı beklemeden şimdi çık Pazartesi gününe kadar kafanı dinle." diye ekledi.

Selim, kafasıyla onayladı, son anda aklına geldi "Emir'i de kaçırabilir miyim? Birlikte hafta sonu planı yapmıştık da" dedi. "Hadi hadi kaçır bakalım" cevabını alınca, yüzüne gevşek bir gülümseme yayıldı.

Odadan çıkar çıkmaz, Emir'in odasına girdi, "Hadi oğlum gidiyoruz, patrondan izin aldım" diye müjdeledi haberi.

Emir ayağı kalktı "Büyüksün baba büyüksün" diye sarıldı.

- Dündar'a da haber verelim o zaman. Bir yalan uydurup çıksın işten.
- Sen konuş Emir, ben eve gidip bavul yapacağım.
- Oğlum, emanetleri sen halledecektin, aman diyeyim, çürük çarık malı kakalamasınlar geçen seferki gibi.
- Tamam.

Odasına girdi, çantasını aldı, çıkarken Nihal'e döndü "Pazartesiye kadar yokum, yarın gelmene gerek yok, sen de dinlen biraz" cümlesi üzerine "Teşekkürler Selim Bey, teşekkürler" diye gülümseyen bir çift göz gördü. Birilerini mutlu etmek, kendisinde de aynı etkiyi bıraktı, "Görüşürüz" deyip çıktı.

Arabaya atlayıp, eve gitti. Kapıyı açar açmaz kendisini koltuğa bıraktı. Şile'ye birlikte gidecekleri kadınları daha ayarlamamıştı bile. Ne yapacağını bilemez halde evin içinde yürümeye başladı. Eline telefonu alıp, rehbere girdi. K harfine geldiğinde "Hah işte!" dedi.

- Alo.
- Alo buyrun.
- Kunter'le mi görüşüyorum.
- Evet de, siz kimsiniz?
- Kunter Bey, ben daha önce de sizi aramıştım, numaranızı İlhan'dan almıştım. Geçen ay, iki arkadaş göndermiştiniz bana.
- Mimardınız değil mi?
- Evet.
- Ooooo abicim, buyur. Bir isteğin, bir arzun varsa, Kunter yetişir hemen.
- Kunter Bey.
- Abicim bırak beyi, yekten Kunter de.
- Tamam Kunter. Şimdi biz 3 arkadaş, bu akşam Şile'ye gideceğiz de, acaba...
- Acaba ne abim, emrin olur. Renk, şekil, boy, kilo söyle sen bana.

İçinden "Ulan herif hakikaten pezevenk. Ne istersen var herifte" diye geçirdi.

- Ya benim özel bir isteğim yok da, bir arkadaş iri göğüslü birini istiyor, mümkün mü?
- Abime bak sen. Mümkün mü ne demek? Sen iri göğüs de, ben sana inek bile yollarım icabında.

Yavşak yavşak sırıtıyordu bunu söylerken. "Bir insan pezevenklikten gurur duyar mı lan! Herifi eleştiriyorum, ama muhtaç gibi arıyorum" diye sinirlendi kendine.

- İneğe gerek yok Kunter.
- Abim benim, mübalağa yapıyorum, çak işte. Peki abim senin özel bir isteğin var mı, genç mi olsun, orta yaşlı mı, fantezi ister miyiz, ona göre yanlarına kıyafet verelim.

Selim bir süre düşündü, bunu özellikle sormuştu, çünkü en son telefon açtığında "Öğretmen gibi giyinmiş olsun" isteği aklına geldi. Çok düşünmeden yanıtladı "Gerek yok."

- Tamam mimar abim, o zaman siz bana saati söyleyin, Taksim'de AKM'nin önünde paket yapalım servisi. Paranın yarısını ben alırım, paket servisi yaparken, yarısını da iş bitince kızlara verirsiniz. Kaç gün kalacaklar, kızları siz mi getireceksiniz?
- Bir gecelik istiyoruz, ertesi gün için gerek yok.
- O zaman abim, siz kızların taksi parasını da takdim edersiniz.
- Tamam tamam veririz. Saat 17 gibi AKM önünden alırız kızları. Zaten geldiğimde ararım seni.
- Eyvallahı saldım abicim, kendinize iyi bakın, kızların sizi yormasına izin vermeyin. Porselen gibi kızlar getireceğim, değil yatağa atmak, bakmaya kıyamazsınız yeminle.
- Peki Kunter peki. Ben arayacağım seni.

Ne yılışık, ne yavşak bir herifti bu. Sakıza yapışsa, sakız toplanır kendine gelir, bu yayılırdı, öyle iğrenç bir yavşaklık. Emir'i aradı, Dündar işini o halledecekti. Üçlü konferans yaptılar, Selim'in evine geleceklerdi saat 16'da, oradan da çıkacaklardı. Daha iki saat vardı, gitmelerine, saati kurdu, kanepeye uzandı...

Zil canhıraş biçimde çalıyordu, uyku sersemliğiyle doğruldu kanepeden, duvardaki saate baktı. Emir ve Dündar olmalıydı, zil ısrarla çalıyordu. Düğmeye bastı, kapıda beklemeye koyuldu. Asansörden kahkaha sesleri geliyordu, kapı açıldı, "Vaaaaaay, bizim aygır besiye almış kendisini, dinleniyor" diye lafı patlattı Dündar. Hep birlikte güldüler, içeri girdiler.

İkisiyle de öpüştü, Emir, "Baba hazırlanmamışsın bile, hadi bir saat sonra buluşacağız kızlarla. Üç mü geliyor, yoksa dört mü?" diye sordu. Selim, çıkışır gibi "4 ne oğlum, manyak mısınız, nesiniz anlamıyorum. Evli barklı adamlarsınız, nelerin peşindesiniz?" dedi.

Dündar sallanan koltukta yayılmıştı, bir ileri bir geri giderken, sordu: "Birini turnike yapsak olmaz mı?" Emir'le birlikte bastılar kahkahayı. İlk kez yapacaklarmışcasına heyecanlı oldukları gözleniyordu.

- Maymun iştahlılığa gerek yok. Her birimize bir tane kız, neyimize yetmiyor? Çok isteyen olursa, kızlara sorarsınız.
- Hangi kızı, kimin alacağına nasıl karar vereceğiz.

Emir, Dündar'ın bu sözünden sonra, cebinden çıkarttığı kürdanları masaya koydu. Her biri farklı boydaydı.

- Ehhh, bunu da düşündüm tabii. En uzun çöpü çeken ilk seçen olur, ortancayı çeken ikinciyi, kısa çöpü çeken de, en çirkini alır.

Bu kez hep birlikte gülmeye başladılar. Dündar kürdanları aldı, biraz karıştırdı, ellerini arkaya bağladı ve sağ elini öne çıkartıp, "Buyrun beyler" dedi.

Emir en kısa çöpü çekmişti, "Şansımı sikeyim" diye sinirlendi, Selim en uzunu çekince Emir bu kez daha da sinirlenerek "Şansını sikeyim" dedi. Ortanca da Dündar'a kalmıştı, Emir'e dönerek "31 çek oğlum, 31."

Gözlerinden yaşlar gelmişti, katıla katıla gülüyordu, Selim, masanın üstündeki sürahiden bir bardak su verdi "Gebereceksin lan!"

Selim bir çırpıda çantasını hazırladı, arabaya atladılar, Kunter'le buluşmalarına kısa süre kalmıştı. Selim'in içi içini yiyordu "Hatuna ne derim? Benim 9 boşalma hakkım kaldı, birini kullanacağım, kusura bakma mı?"

Emir, Selim'in yanında oturuyordu, "Saat kaç?" diye koluna hamle yapınca sadece '9' yazılı olduğunu gördü. Heyecanla "Lan oğlum bu ne biçim saat? Hem yanlış gösteriyor, hem de ufacık bir şey. Ne kadar asortik şey varsa bayılırsın zaten, şunu adam gibi ayarla" deyip arabanın saatine baktı, 16.56'yı gösteriyordu.

Selim bozuntuya vermeden, "Vücut dengesini ölçen bir alet o, saat değil" dedi. Telefonu çaldı, Kunter'di.

-Mimar abim, The Marmara'nın önündeyim, siz neredesiniz?
- AKM'nin önündeyiz, siyah bir cip. Son iki rakam 55.
- Abim benim, gördüm. Beyaz bir araba yanaşacak, ben de varım, sen cukkayı hazırla.
- Olur.

Dündar ve Emir çocuk gibi sevindi. Sabırsızlanarak sordu Emir, "Geliyorlar mı, geliyorlar mı? Kısa çöpü çektim ama büyük memeli benim olsun" deyince, Selim, "Sana balina lazım göt herif, büyük memeli nasıl bir laf lan. Hadi paraları hazırlayın."

Emir cebinden çıkarttığı bir tomar parayı Selim'e uzattı, "Dündar'ınki benden olsun" dedi.

Beyaz bir araç yanlarına geldi, arabayı kullanan siyah güneş gözlüğü takmıştı, incecik bıyıkları vardı, Kunter olduğu belliydi. Kafasını pencereden çıkartıp "Mimar abim" diye gülümsedi.

Selim "Benim" dedi sadece. Araçtan 3 tane kadın çıktı, biri gerçekten de kocaman göğüslüydü, tam Emir'in istediği gibi, diğeri kızıl saçlı, uzun bacaklı gösterişli bir kadındı. Arabadan en son inen ise, daha genç bir kızdı. Selim parayı Kunter'e uzattı, kızlar arabadan iner inmez, arabayı bağırta bağırta gezi parkına doğru yol aldı.

Emir, "Ben arabayı otoparktan alıp geliyorum, sen birini al, diğer ikisini Dündar'la biz götürürüz. Siz bekleyin, ben geliyorum hemen" diyerek, AKM'nin arkasındaki otoparka doğru koşar adımlarla hareket etti.

3'ü de arabaya bindi, Dündar ağzını yaymış sırıtıyordu, kızıl saçlı kadına bakıyordu "Dündar ben" diye elini uzattı. "Masha" diye elini uzattı. Rus olmalıydı ancak Türkçe'si çok düzgündü.

"Ben Gizem" dedi iri göğüslü olan, aralarından en genç olanı da "Begüm" diye yanıtladı. Emir hariç tanışmışlardı, o sırada korna sesiyle irkildiler. Selim'e "Dündar'la iki bayan, benimle gelsin, sen ferah ferah git" dedi. Selim başıyla onayladı, Begüm'e "İstersen sen benimle gel" dedi.

Begüm, Selim'in yanına oturdu. Yeşil gözleri Selim'in üstündeydi, tepeden tırnağa, alıcı bakışlarla süzdü. Araba hareket ederken, "İstersen, şimdiden başlayalım, yolda sıkılmazsın hem..."

12 Ağustos 2012 Pazar

Ezme


Açıkçası beklediğim gibi bir oyun oldu. Galatasaray'ın hunharca ezeceğini düşünüyordum, oyunun toplam 10 dakikaya bile varmayan bir süresine kadar da böyle oldu.

Sahaya çıkan kadrolara bakıldığında, Fatih Terim'in kazanmak istediği, Mourinho'dan rol çalan Aykut Kocaman'ınsa oyunu orta alanda tutup, kontraataklarla sonuca varmak istediği belli oluyordu. Fakat Aykut Kocaman'ın anlamadığı şey, orta sahasında Christian, Mehmet Topuz ve Mehmet Topal gibi basiretsiz adamlardan kurulu olduğu.

Futbolda oyun felsefesi hakikaten önemli şey. Fatih Terim'in, takım 10 kişi kaldığında Elmander-Ambarat, Emre Çolak-Aydın Yılmaz değişikliği ile Aykut Kocaman'ın Krasic'i ancak ve ancak Galatasaray 10 kişi kaldığında oyuna sokması, her şeyi özetliyor.

Rencide eden bir oyun sergiledi Galatasaray, her zamanki gibi TIR dorsesinde taşınan mal kadar gol kaçırdı. Galatasaray yenilseydi de, fikrim değişmezdi, iki takım arasında çok fark var.

Yenilmemeyi düşünenle, kazanmayı düşünen yarışa eşit şartlarda başlamaz. O yüzden, 10 kişiyken bile, gayet rahat biçimde "Bu maçı alırız" cümlesi ağzımdan dökülüverdi.

Fenerbahçeli arkadaşlar kuvvetle muhtemel Gökhan Gönül ve Yobo savunması içine girecektir. Yobo'ya neden bu denli değer verildiğini anlamış değilim çünkü Bekir'den bir tık daha iyi ama hepsi o kadar. Hasan Ali, sıradan bir Anadolu kulübü futbolcusu, keza Bekir aynı şekilde.

Fenerbahçe'nin en ciddi sorunu orta saha. Mehmet Topuz-Mehmet Topal-Christian'la orta alanı tutmaya çalışmak intihar benzeri. Galatasaray Valencia'ya Mehmet Topal'ı fantastik biçimde kitlemişti, Valencia bir sezon sonra Galatasaray'dan rol çalarak, aynı kitleme operasyonunu Fenerbahçe'ye uyguladı.

Emre'den ne denli tiksindiğimi bilmeyen yoktur ancak Emre'nin alternatifi olarak Mehmet Topal'ı düşünmek de futbol fakirliğinden başka bir şey değil. Bu hatadan dönerlerse, Mehmet Topal iyi bir alternatif olur ancak hiçbir zaman için oyun yönlendiren bir adam olamaz. Fenerbahçe kendisine 1 değil 2 orta saha oyuncusu bulamazsa, ne ligde ne de Şampiyonlar Ligi'nde şansları olamaz.

Galatasaray'a gelirsek, Hamit henüz hazır değil, sahadaki en negatif adamlardan biriydi. Fatih Terim'in Melo üstünde neden bu kadar ısrar ettiğini açıkça gördük. Melo'nun sahada olması, hem Selçuk'u rahatlatıyor hem de, defansif anlamda takımı. Emre Çolak, özellikle ilk yarıda, bu takımda 11'i zorlayacağını gösterdi. Halen eksikleri var, oyundan çabuk düşüyor, savunmaya yeterli katkıyı sağlayamıyor ama o kanatta Terim'in ilk opsiyonu olacağı belli.

Aynı şeyleri Engin Baytar için söylemek güç. Kendisine güvenilmeyeceğini yine gösterdi. Oysa, sahada sergilediği futbol kötü değil fakat pimi çekilmiş el bombası gibi dolanıyor ortalarda. Bazen iyi futbolcu olmak yetmiyor, sahada arkadaşlarına yardımcı olan 'iyi bir sporcu' da olmak gerekiyor.

Umut Bulut için yılın 'en iyi transferi' demiştim. Ankaragücü'nde oynadığı dönemlerden beri, bu takımda olması gerektiğini savundum. Belki biraz geç oldu ama en nihayetinde oldu. Elmander gibi bir partnerle, rakip savunmalar için 'kötü' ikili olacaklar. Her ikisinin de son vuruşları çok iyi değil fakat pres özellikleri üst düzeyde. Özellikle Şampiyonlar Ligi'nde Burak-Elmander ya da Burak-Umut yerine Elmander-Umut ikilisini tercih ederim. İkisinin sahada olması, orta sahayı ve savunmayı ciddi anlamda rahatlatacaktır.

Elbette Fatih Terim'in kafasının içinden neler geçtiği bilinmez ancak yıl içinde bu ikilemin kendisini meşgul edeceğini düşünüyorum. Benzer bir tartışma, muhakkak taraftar içinde de olacaktır.

Önceden konuşmak insanı göt eder fakat Fenerbahçe mevcut yapısıyla Galatasaray'a rakip olamaz. Herkesin dillendirdiği "Galatasaray ve Fenerbahçe; ligdeki diğer takımların çok üstünde" görüşünün doğru olmadığını gördük çünkü Galatasaray'ın Fenerbahçe'nin çok üstünde olduğuna şahit olduk. 11'e 10 durumdayken bile, Galatasaray'ın rakibinden üstünlüğü göze çarptı. Tabii burada kadro kalitesinin dışında Aykut Kocaman'ın teknik direktör olmayışı da etkendi.

Son iki yılda oynadığımız her maçta ezdik. Bazen ezerek yenildik, bazen ezerek yendik ancak bir gerçek var ki, Galatasaray'ın üstündeki Fenerbahçe baskısını yok ettik.

Yeni yıla kupayla başlamak güzel, takımın ışık saçan görüntüsünü görmek daha da güzel.

Hep dediğim gibi, "Ben seni şampiyon olacaksın diye sevmedim."

Fotoğraf: AA

Çok özledim


Öyle böyle özlemedim. Hazırlık maçlarından oldum olası hazzetmedim, o yüzden kiminle oynandığı, ne skor alındığı umrumda olmaz.

4 gibi bir rakam var aklımda, Umut Bulut var, Hamit'in 25 metreden şutu beliriyor gözümün önüne.

Akşam maçtan sonra görüşürüz.

7 Ağustos 2012 Salı

Selim

Selim gece uykusundan çığlık çığlığa uyandı. Su içmek için ayağa kalktı, kendisini görmek için aynaya yöneldi, arkasında insana benzeyen ama uçan bir canlı gördü. Hâlâ uyuduğunu sanıyordu, o yüzden bir an için umursamadı, tam arkasına döneceği sırada "Ne o, hiç tırsmadın" diye seslendi.

O an rüyada olmadığını ve gerçeğin ta kendisi ile karşı karşıya olduğunu sezdi.

- N'oluyor amına koyayım lan, n'oluyor! Yatak odasından fırladı ve şuursuzca salona koşmaya başladı. Eli istemsiz biçimde elektrik düğmesine gitti, ışığı açtı. Biraz önce yatak odasında havada duran şey, şimdi koltuğa uzanmıştı.

- Oğlum iki dakika bir dur, derdimizi anlatalım. Koş koş nereye kadar lan. Uyku mahmurluğuna verdim ilkinde ama nereye gitsen orada belireceğim. Git bir bardak su iç, yanıma gel. Yok lan gelme, ben orada olacağım nasılsa.

Pis pis sırıtıyordu bunu söylerken, Selim, ne yacağını bilmez haldeydi fakat gerçek olduğunu anlıyor gibiydi. "Bekle, geliyorum o zaman" dedi ve mutfağa yöneldi. Buzdolabının kapağını açtı, karşısında yine aynı şey vardı, irkildi.

- Lan keraneci, demedim mi ben sana, ben her yerdeyim diye. Biliyorum, boktan bir durum ama konuşmamız lazım. Söz bir daha korkutmayacağım seni.

- Nesin lan sen!

- Bak ama, böyle lan'lı, lun'lu konuşmaya başlarsan, külahları değişiriz. Sevimli sevimli takılıyoruz, tadımızı kaçırma.

- Ne dememi bekliyorsun? Her gün bunları mı yaşıyorum sanıyorsun.

- Kes tatavayı. İç suyunu, salona geç.


Buzdolabındaki şişeyi kafasına dikti. Su gırtlağından midesine inene kadar, neler olduğunu kafasında tartmaya çalıştı, hiçbir anlam veremedi yaşadıklarına. Kayıtsızca salona yürüdü, o şey elinde televizyon kumandası ile kanalları değiştiriyordu, geldiğini fark etti.

- Ne saçma aletler kullanıyorsunuz siz? Ben gözümü kırparak da yapabiliyorum bunu bak.

Gözünü her kırptığında kanallar değişiyordu, Selim'in içindeki korku, bütün vücudunu kaplamaya başladı. Bu yaz sıcağında soğuk terler döküyordu.

- Korkma oğlum korkma. Biraz konuşalım artık. Selim Efendi yaşın 34'e geldi, bir gece bir hatunla, diğer gece başka hatunla. Bir beni sikmedin lan, nasıl bir hayat yaşıyorsun sen? Buna can mı dayanır?

Selim ilkin gülümsedi fakat hemen toparlanıp, suratına ciddi bir ifade oturtmaya çalıştı.

- Bak bak, triplerine sokayım senin. Gül işte, ne kasıyorsun kendini. Birazdan gülecek hal kalmayacak zaten, o yüzden tadını çıkart şu anın.

- Ne istiyorsun benden?


Sırtında duran heybeden ufak bir saat çıkarttı ve Selim'e uzattı "Bunu koluna takacaksın" dedi.

Selim saate benzeyen, üstünde sadece '10' yazan şeyi incelemeye başladı. Üstünde ne düğme vardı, ne de başka bir şey. Dijital ekranındaki 10 rakamından başka bir şey de yazmıyordu.

- Sabırsızlanma lan, anlatacağız. Dedim ya, Selimciğim, 34 yıldır düdüklemediğin kimse kalmadı. Fantezi okyanusunda kulaç üstüne kulaç attın. Tabii o denizin bir gün kuruyacağını da düşünmek lazım değil mi? Sen şimdi düşünüyorsun, 'bu angut kim' diye. Bu düşünceden kurtarayım seni. İsmim Hamit. Doğru söyle, tipime uygun bir isim değil bu? Hadi itiraf et.

Selim sadece dudaklarını kıpırdatarak, "tipini sikeyim senin" dedi. Hamit oturduğu yerden havalandı ve "Bak böyle sürekli küfür edersen oradaki 10 sayısını görüyor musun, onu 1 yapıveririm, sonra burada yalvartırım seni. O yüzden efendi gibi davran, küfür edip de durma bana" diye, sinirli bir biçimde payladı Selim'i.

Hamit en fazla 50 santim olmalıydı, Vücut hatlarıyla, yüzüyle gerçekten de insanı andırıyordu. Kalın kaşları vardı, neredeyse tek çizgiydi. Her yönüyle cüceye benziyordu fakat uçuyordu. Elindeki kumandayı bir baget gibi çeviriyordu, çok hızlı yapıyordu bunu. Selim'in suratına baktı, "O 10 rakamının ne olduğu hakkında bir fikrin var mı?" diye sordu.

Selim kafasını öne eğerek, "10 günlük ömrüm kaldı değil mi?" diye yanıtladı.

Hamit kahkahalara boğuldu, aldığı cevap sonrasında, oturduğu koltuktan tam düşerken, birden havaya yükseldi, kahkahaları evin içinde çınlıyordu, "Korkmuş bizim playboy. Korkma lan korkma, ömür işine ben karışmam" dedi.

Selim sinirlendi, "O zaman ne bu çabuk söyle" diye bağırdı.

Hamit inişe geçen bir uçak gibi yumuşak bir hareketle koltuğa oturdu.

- Selimciğim, bugüne kadar ne yaşadıysan yaşadın. Söylediğim gibi ömrün ne kadar olur bilmiyorum fakat bildiğim bir şey var ki, o da bundan sonra ömrün boyunca sadece 10 boşalma hakkın kaldığı.

Ağlamaklı haldeki Selim, derin nefes aldı. İşittiği haber onu birkaç saniyeliğine rahatlattı ancak gözleri faltaşı olmuş vaziyette Hamit'e bakmaya başladı.

- Yaaaaaa Selim Efendi, iyiydi değil mi bugüne kadar yaşadıkların. Bak şimdi, kulaklarını aç ve beni dinle. Bu son 10 boşalmayı ister bir kerede kullan, ister ölene kadar. Nasıl ve ne kadar sürede kullanacağın sana kalmış.
Fakat her boşaldığında kolundaki bu dijital saate benzeyen aletin düşeceğini göreceksin. Bunu kolundan çıkartamazsın, 10 hakkını kullanıp bitirene dek, kolunda taşıyacaksın. Çıkartmaya çalıştığın an, sıfırlanacaktır ve haklarının hepsi bitecek. Merak etme, su geçirmez, malzemeden çalmadık.


Gülmeye başladı yeniden. Kahhakası sinir bozucuydu, Selim'le dalga geçtiği her halinden belliydi.

- Bana müsaade. Yolcu yolunda gerek, senin gibi çok yavşak var, şimdi Kanada'da Luke diye bir götün yanına gidiyorum. Sana yine insaflı davrandık, Luke'un 7 hakkı olacak.

- İyi de, bunu neden yapıyorsun? Benimle alıp veremediğin ne?

- Haklarının hepsini doldurduğunda yanına geleceğim, o zaman anlatırım.


Cümlesini tamamlar tamamlamaz, cama yöneldi, uçtu. Selim arkasından "Heeey bir dakika" dedi ancak Hamit gözden kaybolmuştu.

Koltuğa oturdu, başını iki elinin arasına aldı. Sürekli aynı şeyi söylüyordu, "Neden ben, neden ben?"

Sabah olmuştu bile, Temmuz sıcağı kavuruyordu her yanı. Selim'in çok önemli bir toplantısı vardı. Aklına saat geldi, koluna baktı, duruyordu. Doğruldu, banyoya doğru giderken, döndü ve salona gitti.

İçi içini kemiriyordu, yaşadıklarının kanıtı olan saati kolundan çıkartmak istiyor ama bir yandan da anlam veremiyordu olup bitene. Masada duran laptopu eline aldı, düğmesine bastı ve bir şeyler aranmaya başladı. Porno filmle dolu bir klasörü açtı, tam karşısına koydu, şortunu sıyırdı ve izleme başladı.

Gözü hep, sabitlenmiş 10 rakamındaydı. Elini aletine götürdü, mastürbasyon yapmaya başladı. Filmi beğenmemiş olacaktı ki, başka bir film açtı, sırtını koltuğa dayadı ve başladığı işi tamamlamaya çalıştı. 3-5 dakika süren uğraş sonucu yerdeki parkeye boşaldı. Saate baktı hâlâ 10 yazıyordu, yüzüne bir gülümseme yayıldı. Kolundaki dijital saate benzeyen aletten "Bippp bipp, bip" diye bir ses geldi ve 10 rakamı 9 oldu.

Selim öylece bakakaldı ve sadece "hasiktir" dedi.

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Oda içinde ve dışındaki pezevenkler


18 yaşındaki genç bir kız, nişanlısından ayrılmak istiyor. Sevmediği bir adamla evlenmemek her bireyin en doğal hakkı. İki aile kafa kafaya veriyor ve ayrılmak istediği nişanlısı T.G'nin, genç kıza tecavüz etmesi için bir odaya kapatıyorlar. Üstelik kapının dışında bekliyorlar, tecavüzün sonuçlanması için.

Böyle bir haber vardı dün gazetelerde. Hayatımda duyduğum, duyabileceğim, okuduğum en iğrenç haberlerden biriydi. Genç kız 'hacı hocalara, büyücülere' götürülüyor. Öyle ya, genç bir kızın haddine mi, nişanlısından ayrılmak! Ya büyü yapmışlardır ya da başka bir sebep vardır. Kendi inisiyatifiyle ilişkiyi sonlandırmak isteyemez.

Bunların tesadüf olduğunu düşünmek ciddi bir aptallık örneğidir. Kadına yönelik şiddet her geçen gün daha da fazla artıyor. Daha önceki gün, arkadaşlık teklifi kabul edilmediği için sokağın ortasında kurşun yağdırılan kadının haberini okudunuz. Sizler gazetelerde, televizyonlarda ancak çok ilginçlerini okuyorsunuz oysa her gün onlarca kadın yaralanıyor, öldürülüyor. Sebep ise hep aynı; boşanmak isteyen karısını öldürdü.

Kadın toplumdan siliniyor, görevi doğurmak ve kocasına 'layık' olmak. Birtakım İslamcı yazarlar, "aldatılsanız bile" cümlesiyle başlayıp, "kocanızın yanında kalın" diye sonlandırıyor, o müthiş öğütlerini.

Tabii bir taraftan da, bu iğrenç olayın alt metni tecavüze uğrayan kadının kirli olduğu fikri. Tecavüz edilen 18 yaşındaki kızı, kim 'alır', kim karısı yapar (!)

Küfür edip duruyorum ya, şu olay karşısında aklıma gelen hiçbir nefret cümlesi yok. Olaydan daha da nefret edilesi şey, bu toplumun değer yargıları, kafalarının içinde gezinen fikirler.

Bu iğrenç, mide bulandırıcı fikirlere bile saygı duymamız gerektiği öğretiliyor. Her fikir saygı değer diyerek de bunu kabul ettirmeye çalışıyorlar.

Kadın çocuk yapsın, erkeğin emrettiği buyrukları yerine getirsin, kadının yeri evi v.s v.s.

Aşağıda gördüğünüz deyimler, atasözleri, bu ülkenin coğrafyasından çıkmıştır ve kadına bakışı da çok iyi özetler.

Kız beşikte çeyiz sandıkta.
Onbeşindeki kız ya erdedir, ya yerde.
Demir tavında, dilber çağında.
Erken evlenen döl alır, erken kalkan yol alır.
Kızı kendi keyfine koysalar çalgıcıya varır.
Kenarın dilberi nazik de olsa nazenin olamaz.
Kendinden küçükten kız al, kendinden büyüğe kız verme.
Pekmezi küpten, kadını kökten al.
Babasının mezarını görmediğin adama kız verme.
Kadın var ev yapar, kadın var ev yıkar.
Avradın kazdığı kuyudan su çıkmaz.
Kadının saçı uzun olur, aklı kısa.
Kadın şerri şeytanın şerrine eşittir.
Kadının bir aklı, erkeğin dokuz aklı vardır.
Avrattan vefa, zehirden şifa.
Baba ocağı.
Baba nasihatı tutmayan pişman olur.
Baba oğlunun fenalığını istemez.

Bu kadarı yeter sanırım. Kadına bu ülkede böyle bakılır. O yüzdendir ki, odalara kapatılıp, tecavüz de ettirilir, töre diyerek katledilir de, sokak ortasında vurulur da, başka erkeklere de pazarlanır.

Devlet büyüklerinin -lafın gelişi büyük- aileye yegâne nasihat olarak çocuk yaptırmak olan bir ülkede, bu haberlere şaşırmamak gerekiyor.

Hangi anne baba, kızının tecavüze uğraması için plan yapar, hangi 'seven' adam nişanlısına tecavüz eder, hangi orospu çocuğu bu olan bitene sessiz kalır.

Etrafımızda olan biten her şeye kayıtsız kalıyoruz, tepki göstermiyoruz. Bu olay da, yarın unutulur gider.

Tecavüzü alay konusu yapıyoruz, hiç rahatsız olmadan tecavüzlü şakalar yapıyoruz, bu kadar yaygınlaşmasının sebebi ne olabilir ki?