10 Kasım 2014 Pazartesi

Hakikaten büyük orospu çocuğusunuz



Basketbolla aramdaki şey, babamın dükkânına yakın Spor Sergi Sarayı'yla başladı. O dönemler kılkuyruk gençsin, hayatın varsa yoksa futbol, diğer sporları izlemeyi ihanet gibi sayıyordum. Şimdi düşününce bildiğin sik kafalının tekiymişim, hoş halen öyleyim.

Neyse, babamın Osmanbey'de dükkânı vardı, hafta sonları gelip giderdim, beleş gazoz ve kakao içerdim. Özellikle kakaonun hastasıydım. Sözüm ona babama yardıma gidiyorum, bütün gün gelsin kakao, gitsin gazoz takılırdım. Bir gün bir davetiye geldi, babam 'hadi bugün seni maça götüreyim' dedim. Ben nasıl bir keyifle 'tamam' dedim ama maç dediğini salt futboldan ibaret saydığım için bir basketbol karşılaşması olduğunu öğrendiğimde uğradığım hayal kırıklığını asla unutamam.

'Fenerbahçe ile Galatasaray oynayacak' deyince biraz keyiflendim ama futbol olmadığı için de içim buruk biçimde Spor ve Sergi Sarayı'nın yolunu tuttuk. Fenerbahçeli Halil Dağlı'nın jübile maçıymış. Adam babamın arkadaşıymış. İnanın maç kaç kaç bitti, kim kazandı hatırlamıyorum bile ama acayip zevk aldım basketbol denen oyundan.

Ben bu maçtan sonra artık spor sayfasında sadece futbol okuduğum gazetede basketbol sonuçlarına da bakar oldum. Galatasaray'ın o şahane kadrosunun olduğu yıllar. Dawkins, Michaelle Scarce, Cihat, İzic filan, o kadro işte.

O dönemler maçlar TRT'de Avni Küpeli'nin programı vardı. Hafızam beni yanıltmıyorsa salı akşamları yayınlanırdı. Avni Küpeli'nin o iğrenç anlatımına katlanarak izlerdim.

Çok uzatmayayım, futboldan sonra ilk ağladığım maç, Galatasaray ile Karşıyaka final serisini kaybettiğimiz maçtı. Hiç unutmadığım bir andır, maçı televizyondan izledim, sonra balkona çıkıp hüngür hüngür ağladım.

Sonra senelerce basketbol izlemedim Michael Jordan'ın yeniden dönüşünün ikinci dönemine kadar. O dönem 3 dost bir evde bütün serileri izliyorduk. Jordan bıraktı, ben de izlemeyi bıraktım. (Ya bu kadar değil aslında da kısa tutayım dedim, uykum var amk. Ama söz, bir ara yazarım)

Gel zaman git zaman NTV'de çalıştığım yıllarda maçlar NTV'den yayınlanıyor. Gece çalışıyorum, eve geliyorum, haliyle uyku yok, NBA maçlarını izlemeye başladım. Yeniden izlemeye başlamamın nedeni Kaan Kural oldu. Tek bir kelime bile muabbet etmedim, aynı binada çalışmamıza karşın ama herifin yorumculuğunu çok sevdim. Sadece bir basketbol maçı izlemiyordum, aynı zamanda tonla bilgi sahibi oluyordun. Benim kafamda 'yorumcu nasıl olmalı?' sorusunun yanıtı net olarak Kaan Kural oldu.

Biraz önce Kaan Kural'ın yorumculuğunu bıraktığını okudum şu linkten. Samimi olarak söylüyorum Galatasaraylı olduğundan bu röportajda bilgi sahibi oldum. Fenerbahçeli, Beşiktaşlı ya da Yozgatsikimsporlu (Yozgatlılar eylem yapar amk şimdi) olsa da fark etmezdi, çünkü hayatım boyunca bir adamın hangi takımlı olduğu beni ilgilendirmedi. 20 yaşımdan beri 'iyi insan, kötü insan' gözettim çünkü.

Bu ülkede işini iyi yapanların devri geçti. Kime ne kadar biat ettiğin, bulunduğun camianın ya da ortamın şekline ne kadar girdiğinle daha önemli bir hal almaya başladı iş hayatında ilerleme noktan. Bugün televizyonlarda, gazetelerde, radyolarda gücün karşısında eğilenler, o güce götünü dönenler alabildiğine yürüdü. 10 yıl önce kimsenin ismini bilmediği orospularla, orospu çocukları bugün yalılarda filan oturmaya başladı. Medyanın üstünden silindir gibi geçildi çünkü bugün kaçak saraylarda oturan cumhurbaşkanı 'ya bendensin, ya yok olursun' diye açık açık onlarca kez açıklama yaptı. Halen de yapıyor herif 'bunlara operasyon şart' diye hedef gösteriyor.

Basketbol denilince benim aklıma gelen 2-3 isimden biri Kaan Kural, üstelik benim için en değerli olanı. Şimdi bu adam, sadece ve sadece doğruyu söyledi diye, işsiz bırakılıyor, işsiz bırakmakla da yetinmeyip, birtakım amın feryatları, ufacık kızına bile küfür ediyor.

İktidarla ortak paydası olanlara bir göz gezdirin; kimler olduğuna iyi bakın. Milyon dolarlık 'koca koca!' kulüp yöneticileri bir insanın ekmeği ile gayet rahat oynayabiliyor. Üstelik bunu yaparken, sanki hayatın olağan akışı içindeymişcesine davranıyorlar. Neden? Bir insan kendi bildiği doğruları söylüyor diye. O isim Kaan Kural olmuş, Ahmet Tural olmuş önemi yok. Sürekli bir faşizm muhabbeti dönüyor ya, işte faşizm net olarak budur. Kendinden olmayana yaşama şansı vermemek, onu hayatın içinden silip atmak, yaptığı işten alıkoymak. Faşizm sadece siyasi bir görüş değildir, faşizm kimi zaman kendisini bir gazeteciyi işsiz bırakmak olarak gösterir, kimi zaman kendi gibi düşünmeyen taraftarın kombinesini iptal etmekle olur.

Kaan Kural belki de bu durumdan rahatsız değildir, Kadıköy'de kafes açıyormuş. Muhtemelen kafası çok daha rahat olur, bu iğrenç ortamdan kurtulduğu için. Ama ben rahatsızım, bu ülkede işini doğru düzgün yapan insanların birer birer kapı dışarı edilmesinden, beni işini doğru yapan insanlardan mahrum bırakmalarından rahatsızım. Hatta rahatsızlık bir yana, bu anasını siktiğimin orospu çocuklarına aklıma geldikçe küfür ediyorum. O isim Murat Özaydınlı olmuş, Mahmut Uslu olmuş umrumda bile değil.

Ülkenin, her alanda işini bilmeyen, sadece güçlülerin önünde domalıp götünü siktirmeye hazır yavşaklara bırakılması artık ciddi ciddi öfke nöbetleri geçirmeme sebep oluyor. Üç-beş ezbere alınmış cümle ile, hemen her konuda ahkâm kesen, para için anasını sikenlere 'neden bacımı sikmedin?' diye hayıflanacak tonla insan medyada ama Kaan Kural gibi işini son derece düzgün yapan, bilgili, eğitimli, donanımlı insanlar medyadan silinip atılacak!

Böyle sistemin geçmişini sikeyim, bu sistemi yaratanların da sülalesini sikeyim.

En sinir bozucu olan yanı ne biliyor musun? Bunların hepsini aslında normalmiş gibi gören insanlar. Sanki olması gereken buymuş gibi davranmaya başladı herkes.

Kaan Kural isminin önemi yok, sadece şunu düşün, iyi bir eğitim almışsın, işini iyi yapıyorsun ama birileriin götünü yalamadığın için güçlünün yanında yer almadığın için kıçına tekmeyi vuruyorlar. Bugün o isim Kaan Kural olur, yarın sen olursun. Sıra sana geldiğinde de, bu iğrenç düzene tepki vermediğin için yanında kimseyi bulamazsın. Ya da hayat boyu birilerinin götünü yalamayı içine sindirip, bu yavşaklardan biri olursun.

Bu sessizlik, bu tepkisizlik, mide bulandırıcı bir hal almaya başladı. Birileri sürekli ülkenin onursuzlar hanesine kaydını yaptırıyor.

Okuduğum röportajdan anladığım kadarıyla kendisi pek de istekli değil bu işlere girmeye ama Kaan Kural eğer kusura bakmazsa böyle kabullenmesini de ben kabul etmiyorum. Sikerler öyle işi, şu hayatta keyif aldığımız şeylerin de hepsi elimizden gitmesini de istemiyorum.

Aslında tek tek gibi yaşanan örnekler, koca bir kitle yaratıyor. Bu kitleye her gün yeni isimler ekleniyor. Tüm bu yaşananlar bize şunu söylüyor, "Biat et, biat et, biat et, biat et....."

Onursuzluğu içine sindirenlerin anasını sikeyim, ekmek parası filan diye zırvalayanların ayrıca sülalesini sikeyim. Bu günler er ya da geç bitecek, sonsuza kadar süreceğini sananlar gerizekalının dik alasıdır. O gün, aynaya baktığında kendinle yüzleşebilir misin bilmiyorum.

Bu vesileyle Kaan Kural'ın işsiz kalmasını sağlayan, onu işsiz bırakan kim var kim yok, analı, bacılı, babalı, dayılı sülalesini sikeyim. Hepiniz orospu çocuğusunuz.

Kendinize iyi bakın, bazı durumlar dışında insanlıktan ayrılmayın....

6 Kasım 2014 Perşembe

Filmin sonunu sen yazacaksın


Bazen bardağın dolması için olur olmaz, gelişigüzel, hiç beklenmedik bir şeyler yaşar insan. O bardak aslında dolmak için uzun süredir isyan halindedir ama sen tutarsın kendini, bir umut beklersin.

Ülkede öylesine şeyler yaşıyoruz ki, bardaklarımızdan bırakın damlayı oluk oluk akıyor sular, kabullenmek istemeyişimizden ötürü kendimizi kandırıyoruz.

Son birkaç aydır acayip şeyler yaşıyoruz şu ülkede, aklıma bir çırpıda gelen o kadar çok şey var ki, hangisini en üst sıraya koysam diye düşünüyorum, hepsinin en üstte olması gerektiğini düşünüyorum.

Bin odalı saraylar yapılıyor, madenler işçilere mezar oluyor, insanlar sokakta öldürülüyor, polis devleti denilen olgu kanunen yasalaşıyor, yanı başımızda insanlar katlediliyor, bırakın yaşam tarzımızı içtiğimiz sigaraya bile karışılıyor, işsizlik artıyor, kölelik düzeni denilen kiralık işçi dönemi geliyor, kadın cinayetleri her geçen gün artıyor, sünni faşizmi her geçen gün daha baskın şekilde pompalanıyor, yeşil alanlara tecavüz ediliyor, ülkede tek bir mahkeme kararı uygulanmıyor, saçma sapan bahanelerle insanlara davalar açılıyor, katiller ve hırsızlar elini kolunu sallaya sallaya dolaşıyor, televizyonlarda-gazetelerde birtakım insanlar her türlü soytarılığı yapıyor, medya susuyor, en değerli araziler birilerine peşkeş çekiliyor, ülkenin resmi kolluk güçleri 'yaşasın IŞİD' diye bağırıyor, ülkenin ele avuca gelen en değerli sanatçılarına sansür uygulanıyor, sinema-tiyatro sahneleri kapatılıp yerlerine AVM'ler oteller dikiliyor, en ufak hak arama talepleri bile en ileri faşist ülkelerdeki gibi bastırılıyor.

Daha ne yazayım bilmiyorum, bunların dışında onlarca şey yaşıyoruz ve hepsini sadece izliyoruz. Öylece, oturduğumuz yerde izliyoruz. 3-5 kişi biraraya gelip eylem yapınca oturduğumuz yerden alkışlıyoruz. Katılmak aklımızın ucundan bile geçmiyor.

Farkında mısınız bilmiyorum ama inanılmaz sindirildik. İktidar ve onun yanında yer alan güçler her ne yaparsa yapsın, hiçbirine tepki veremiyoruz, tepki verenlerin yanında olamıyoruz. Üç-beş kelime bir şey yazıp, bir bok yaptığımızı sanıyoruz, hepsi bu.

Oysa şu saydığım şeylerden herhangi biri, gelişmiş bir ülkede yaşansa, ortalığı ayağa kaldırır, bunların sorumluları yerlerinde duramaz. Hoş, bunlardan birine bile cesaret edemezler, başlarına gelecekleri düşündüklerinde.

Benim bardağımı dolduran şey şu video oldu.

Oturup izledim, sonra tekrar izledim ve tekrar, tekrar. Muhtemelen 50'nin kez izlemişimdir. Basit bir sarılma eylemine, insanların tepkisini her izlediğimde dehşete düşüyorum. Söylenenler bende inanılmaz bir etki uyandırıyor ve umutsuzluk duygusu her yanımı kaplıyor.

Bir taraftan, 'aslında böyle umutsuz olman için söyleniyor bu sözler' diyorum ama ülkede olup biten başka şeylere baktığımda, o içimdeki zerre kadar umut da yok oluveriyor.

Bu devlet benim hep bir hayat tarzı dayattı, nasıl yaşamamız, neye inanmamız, neyi alkışlamamız, neye karşı durmaya dair. Bunları çoğu zaman bilinçaltına aşıladı, resmi ideoloji olarak işaret etti, eğitim sisteminde öğretti ama böylesine 'bunları yapmazsan sana yaşama şansı yok' diye dikte etmedi.

Bu ülkede uzun zamandan bu yana adını koymadan 'bizdensen yaşama şansın var, karşıysan yok edilirsin' diye bazen gözümüzün içine sokula sokula, bazen de alenen ağızdan dökülen cümlelerle hayatımızın her alanında ne yapmamız gerektiği emrediliyor.

Bizi sokakta dayakla, işkenceyle, mahkemelerde açtıkları saçma sapan davalarla, sonu gelmeyen tehditlerle, ölümle, hapisle, işsizlikle açlıkla, yoksullukla terbiye ediyorlar ve biz o terbiye sürecinde efendisine sadık köpekler gibi itaat ediyoruz. Sakın birkaç eyleme gidip, iki slogan attınız diye 'yok canım ne ilgisi var, sen kendi adına konuş' filan diye savunmaya kalkışmasın kimse, yaşadıklarımız birebir olarak bunlardan ibaret. Sen de, ben de bu ülkede kurulan sistemin kölesi ve bu iktidarın köpekleriyiz.

Her gün kendimi sorguluyorum, yaptıklarımdan çok yapmadıklarımdan ötürü kendimi sorguluyorum. Tek başıma da olsa 'neden daha fazla direnmiyorsun?', 'neden daha onurlu davranmıyorsun?' diye kendimi suçluyorum. Sadece bu yüzden aynada suratıma daha nadir bakmaya başladım çünkü bu konularda yüzleşmekten korkuyorum.

Umutsuzluk tek umudumuz olmaya başladı ve belki de en kötüsü bu. İtiraf etsek de, etmesek de hepimizin içini kaplayan şey bu duygu. Herkes birisinin ya da birilerinin bu boktan çarka bir demir çubuk sokup bozulmasını bekliyor. Ben senden bekliyorum, sen benden bekliyorsun, öteki bir başkasından... 

Yazının sonunda 'işte şunu yapmalıyız' gibi bir şey bekliyorsan, şu andan itibaren okumayı bırak. Keşke öyle bir fikrim olsaydı da söyleyebilseydim ama ne yazık ki yok. Dedim ya, aslında benim dolu olan bardağım taştı diye, o bardağı boşaltıp bir daha tek damla bile akmaması için ne yapabilirim, onu da bilmiyorum. 

Bildiğim tek şey var, bu köpekliğe daha fazla dayanamıyorum; bana dayatılanlardan bıkıp usandım. Neye inanacağımı, neye karşı duracağımı, neyi yeyip içeceğimi, nereye gideceğimi birilerinin belirlemesinden nefret eder hale geldim ve o nefret artık karşı konulmaz bir hal almaya başladı. Hepimiz bir kıvılcımın ateşe dönüşmesini bekliyoruz ama o kıvılcım belki benim içimde, belki de senin. Bir başkasının harekete geçmesini ne sen bekle, ne de ben bekleyeyim.

Bu faşist muhafazakâr baskı dayanılmaz hâl almaya başladı. Vapurdan inen kadınların etek boylarından tut da, çocuk sayısına, nasıl düşünmem gerektiğinden, nerede ne içeceğimden, hangi internet sitesine gireceğime, eylem yapıp yapamayacağımdan  hangi gazeteyi okuyacağıma kadar ucu bucağı gelmeyen yasaklar ve 'bunu yapın' diye emir silsilesi altında yaşamaktan gına geldi.

İş öyle bir noktaya geldi ki, birtakım soytarılar televizyonlarda 'ya sev ya terk et' demeye başladı.

Hadi o zaman açık açık yazayım. Onlar gayet açık açık söylüyor, ben de söylüyorum;

Bu ülkede cami görmekten bıktım.
Nasıl yaşamam gerektiğini,
Neyi içip içmeyeceğimi,
Neye inanıp inanmayacağımı, 
Hangi haberi okuyup okumayacağımı, 
Hangi internet sitesine girip girmeyeceğimi, 
Kimi ya da neyi protesto edip etmeyeceğimi,
Vücudumda neyi yapıp yapmayacağıma,
Neyi giyip giymeyeceğimi,
Ve daha birçok konuda bana söylediğiniz ve emretmeye başladığınız her şeyden bıkıp usandım.

İnandığınız her şeyden tiksiniyorum. Hırsızlığınızdan, arsızlığınızdan, kendinizden başka kimseye saygı duymamanızdan, faşist yönetim biçiminizden, her gün her dakika her konuda konuşmanızdan, sizin gibi düşünmeyenlere pislikmiş gibi davranmanızdan, polisinizden, milletvekillerinizden, bakanlarınızdan, yandaş medyanızdan, gazetelerinizden, televizyonlarınızdan, sadece para ve güç için size biat eden köpeklerinizden nefret ediyorum

Sokakta masumane sarılan iki kişi için 'hapse girmeli', 'saldırmaya teşvik ediyor' diyen bir topluluk yaratıldı. 

Nasıl yaşamak istediğinize ya biz karar veririz ya da bir gün ağzınızdan 'Dört duvar niye var, niye yapılmış' cümlesi ağzınızdan saçılıverir. Çünkü biz farkında olsak da, olmasak da hepimiz dönüştürülüyoruz. Kabul etsek de, etmesek de bir Hollywood setinde, bilim kurgu filmi değil bu dönüşüm, yaşadığımız yakıcı gerçeğin ta kendisi. 

Çok yakında filmin sonu gelecek. Bu bilim kurgu filminin sonu geldiğinde önümüzde iki seçenecek var; ya alkış tufanına katılacaksın ya da filmin sonunu değiştirmeye çalışacaksın. Arası yok...

Kendinize iyi bakın, sakın insanlıktan ayrılmayın. Bizi bunlardan ayıran tek şey insanlığımız çünkü...

Not: Ajitasyon yapmıyorum ama günde 17 saat çalışıyorum, sık yazamayışımın tek nedeni bu.