18 Şubat 2011 Cuma

Adı konulmamış sonu olmayan hikâyeler -2-


Maslak’a gelmiştim. Aynaya baktım, gözlerim ne durumdaydı acaba? Güvenlik görevlisiyle selamlaştık, arabayı park ettim. Adımlarımı hızlandırdım, manyetik kartı okutup, merdivenleri çıktım.

"Ne olur bugün bitsin bir an önce."

Koridorun sonuna kadar yürüdüm. İçeri girdiğimde, Orhan Abi klavye başında, kafasını kaldırıp olanca içtenliğiyle "Günaydın" dedi. "Günaydın abi. Ne var, ne yok? Var mı patlama, çatlama bir şeyler", "Yok Barışım neyse ki, sakin. Geceden kalanları toparlıyorum."
Sanki ben bir şeyler sormuşcasına devam etti, "Olur tabii Barışım. Yeni başladı işe, çok tecrübeli de değil, eksiği, gediği olacak. Hepimiz yaşamadık mı?"

Gülümsedim. "Bu laf bana mı?", "Yok sana değil. Biliyorsun, senin hakkında düşüncelerimi. Egolarını okşatma seansı istiyorsun galiba."

Orhan Abi ile birlikte çalıştığımız ikinci işyeriydi burası. 'Meslekte onun eline doğdum' desem yeridir. Az uğraşmadı benimle, açıklarımı kapatmak için yaptığım hataları üstlendiği bile oldu. Zaten buraya da, birlikte geçtik. İkimizin de biraz daha fazla paraya 'Hayır' deme lüksü yoktu.
"Ego mu? O kadar okşattım mı be Orhan Abi? Aşkolsun!"
"Takıldığımı bilmiyormuş gibi konuşma da, bak bakalım geceden benim kaçırdığım haber var mı?"
"Dur bir kahve alayım. Sana da her zamankinden getiriyorum"
"Hay yaşa!"

Orhan Abi’nin yanından geçerek, sola döndüm. Merdivenleri birer ikişer adımlarla bitirdim. "Günaydın Mehmet. Keyifler nasıl bugün?", "Aynı" diyerek, büyük bir yılgınlıkla cevap verdi. "Her zamankinden mi?", "İki tane olsun, Orhan Abi’ye de götürüyorum."
Elimdeki kuponlardan 1.5 liralık kopartıp Mehmet’e verdim. "Haydi kolay gelsin". "Sana da abi."
Sıcak kahveler elimi yaktı, iki adım attıktan sonra sağ tarafta duran, masalardan birine bıraktım. Avuçlarıma üfledim, sıcağını bastırsın diye. Yeniden kavrayıp, merdivenleri çıkmaya başladım. Özlem de gelmişti, ona da "Günaydın" dedim, soğuk bir biçimde.
"Orhan Abi, al bakalım kahveni. Ben kahve diyorum, bakma katran işte."

Bıyık altından gülümsedi. "Sağol Barışım" diye de ekledi. Beni sevdiğini biliyordum ama herkese böyle seslenirdi. "Özlemim, Muratım."

Tek başına yaşıyordu, hiç evlenmemişti. Kendi deyimiyle "Nokta atışı" yapıyordu. O kadar çok konuştuk ama nedenini bilemedim, anlatmazdı kendini, dökmezdi ortaya içini. Açıkçası, kimse bir şeyler anlatmadan, sormazdım. Sevmedim, insanlara "Neyin var?" demeyi. Gereksiz, samimi olmayan, öylesine sorulmuş gibi gelirdi bana.

Bilgisayarın başına oturdum ve düğmesine bastım. Bir yandan gazetelere göz gezdiriyordum. Her zamanki gibi iç sıkıcı, bunaltıcı, insanın tadını kaçıracak cinsten sevimsiz haberlerle doluydu sayfalar. Sağa-sola serpiştirilmiş kadın vücutları da cabası. Bir habere takıldı gözüm. Nişanlı çift, Bolu’da TIR’la çarpışmış, ikisi de ölmüştü. Başlığına baktım, "Acı tesadüf." Her ikisi de, annesini trafik kazasında kaybetmiş. İçimden bir şeyler akıp gitti o an.

"Oooo abicim, biz sana ne dedik, sen öyle ekrana bakıyorsun, boş boş. Şu geceden kalmalara bakıversene Barışım" sesiyle irkildim.
"Pardon be abi. Elektrik faturasını ödedim mi, ödemedim mi onu düşünüyordum" diye, aklıma gelen ilk yalanı söyledim.

İnanmamıştı, "Bilirim ben o faturaları."

Ajansları hızla tararken, arada Orhan Abi’ye, "Şu var mı, bu haber bizde var mı?" diye sordum. Üç soruma da "Var" yanıtını alınca, "Abi hepsini temizlemişsin, ne diye beni yoruyorsun sabah sabah" diyerek, tatlı tatlı çıkıştım.

"İzin ver de, aşağıya inip, boğazımdan birkaç lokma geçireyim."
"Git hadi git. Başımın belası."

Mutlu olmuştum 'başımın belası' deyince. Oldum olası böylesi cümleleri sevmişimdir. Hiç sıcak gelmezdi, içinde vıcık vıcık sevgi kelimeleri barındıran cümleler.

Bir kez daha aşağıya indim, "Mehmet, bana oradan iki tane zeytinli poğaça verir misin?" Yeni yeni moda olmaya başlayan, poşet benzeri eldivenleri, ellerine geçirdi. İkisini birden kavrayıp, kâğıt tabağın içine bırakıverdi.

"Kahve de vereyim mi?"
"Yok be Mehmet. Şu taze sıkılmış ama taze olduğu şüpheli portakal sularından verir misin?"
"Abi bir şey söyleyeyim mi sana? Senin kadar kibar adam zor bulunur vallahi. Bir şey isterken bile kibar kibar konuşuyorsun. O yüzden acayip seviyorum seni."

Kahkahayı patlatıverdim, kaç günden beri ilk kez böylesine gülüvermiştim.
"Ulan Mehmet bana da kibar dedin ya, helal olsun sana. Bilmiyorsun sanki, ağzım ne kadar bozuk."

"Yok abi, ağzın bozuk, orası ayrı. Ama ben dikkat ediyorum, masan silinirken bile, o kadar işinin arasında ‘Teşekkür ediyorum’ diyorsun. Sizin orada, seninle Orhan Baba'dan başka kimse öyle teşekkür, meşekkür etmiyor."

"Kendimi bana sevdirmeye çalışma Mehmet, başaramazsın.

Oturdum, gaz odası şeklindeki sigara odasına. İçeriye sinmiş sigara kokusundan ben bile tiksindim. Pencerelerin açık olmasına karşın, benim gibi birine bile sigaradan nefret ettirebilecek bir kokuydu. Tabağın içindeki poğaçalardan birini elime aldım. Her ısırdığımda, boğazımda düğümleniyordu lokmalar.
Portakal suyunu, bir çırpıda içiverdim. Mehmet’in kâğıt tabağa iliştirdiği peçeteyle ağzımı silip, gömleğimin cebindeki sigaya ve çakmağı çıkarttım. İnsanlar yavaş yavaş Mehmet’i sıkıştırmaya başlamıştı. Kalabalıklara olan nefretim böylesi zamanlarda daha artıyordu.

Sabah kahvaltısı yapmak için kafeteryada bekleyenlerin yüzlerine bakıp, o an ne hissettiklerini tahmin etmeye çalışıyordum. Yağmur’la oynardık bu oyunu. Otobüste, okulda, yürürken, birden soruverirdi Yağmur, "Şu karşıdan gelen kadına bak. Ne düşünüyor sence?"

"2 çocuğu var, biri hayatında bezdirmiş kadını"
"Hayır, şaşkın. Evde eşiyle kavga etmiş. Şimdi işe gidiyor. Akşam, acaba çok mu ağır konuştum, adamın üstüne çok mu gittim diye düşünüyor."
"Sağlam yazdın Yağmur. Sen okul bitince reklam işine gir. Ya da olmadı film senaryosu yaz."

'Reklam' kelimesini biraz da dürtmek için söylemiştim. Yoksa ne çok nefret ettiğini biliyordum.

"Reklam mı? Offf Barış, ne kadar sevmediğimi bilmiyor gibi reklam deyip durmuyor musun? İşte tam o zamanlar deliriyorum. İkimiz de gazeteci olacağız, ben hayat planlamamızı şimdiden yaptım."
"Yok canım, belki ben istemiyorum."
"Tabii tabii, ben de pamuk prensesim."
"Hayat planlamanda neler var? Bileyim de ona göre hareket ederim."
"Hepsi olmaz. Ama kısa özet geçeyim. Okul bittikten sonra ikimiz de çalışmaya başlıyoruz. Aynı gazetelerde değil. Birbirimizi o kadar fazla görürsek, benden sıkılabilirsin."
"Senden sıkılmak mı? Aptalsın sen."
"Niye? Sıkılmaz mısın?"
"Saçmalama, senden sıkılmayı aklıma bile getirmedim, bugüne kadar. Hayatımın sonuna kadar birlikte yaşamak istediğim, tek insansın."
Öpücük kondurmuştu yanağıma, bu cümleden sonra. Sokağın ortasında sıkı sıkıya sarılmıştı, hiç bırakmamacasına.
"Benim de bir tanecik sevgilim. Yaşlı, huysuz, iki aksi ihtiyar olduğumuzda bile, seni yanımda istiyorum."

Sigaranın sonuna geldiğimi, elimdeki sıcaklıktan hissettim. Ayaklarım beni yukarıya doğru götürmeye başladı, beynimse çivi gibi sabitlenmişti, tek bir şeye.
Son basamağı çıkıp, kafamı sağa doğru çevirdiğimde, neredeyse herkesin geldiğini gördüm. "Herkese günaydın" dedikten sonra yerime oturdum. Bir-iki cılız 'günaydın' sesinden sonra İlhan Abi, "Barış bir bakacak mısın bana" diye, odasına çağırdı. Yerimden kalktım, koridorun hafif çaprazındaki odasına gittim.
"Efendim İlhan Abi."
"Barış, seninle ne vakittir konuşacağım, bir türlü fırsat bulamadım. İstersen öğlen birlikte yemeğe gidelim."
"Tamamdır abi, nasıl istersen."
"E, peki o zaman ben sana haber veririm, bir öğlen rakısı yapalım, bokunu çıkartmadan."
"Eyvallah abi, haber vermeni bekliyorum."

İlhan Abi, genel yayın yönetmenimizdi. 12 Eylül döneminde içeride yatmış, solculuğunu şimdilerde sadece kelimelere bırakmış ama insaniyetli bir adamdı. Bütün gün odasında oturur, arada yanımıza gelip "Şu Filipinler’deki sel haberine, doğru düzgün bir fotoğraf koyun" türünden, son derece gereksiz uyarılar yapardı. İyi bir ekip kurmuştu ve bunun bilincindeydi. O yüzden de, kimsenin işine karışmazdı. Zaten o olmasa bile, -ki olmadığı zamanlar az değildi- işler yerli yerinde ilerliyordu.

'Acaba ne konuşacak' diye geçirdim içimden. Serdar, "Barış, şu enflasyon rakamları açıklanacak, sen alabilir misin onu? Biliyorum ekonomi haberi sevmezsin ama elimde TÜSİAD’ın önemli bir açıklaması var." deyince, isteksizce "Peki" kelimesi çıktı ağzımdan. Yine aynı zırvalıklarla doluydu, 'Ülkenin istikrarı ve geleceği için' cümlesiyle başlayıp, 'Toplumun her kesmi, taşın altına elini sokmalı'yla biten, artık ezbere alınmış ve neredeyse kelime kelime aynı cümlelerle örülmüş bir basın açıklaması.

Söylene söylene, haberi yaptım.
"Tamamdır Barış."
"Abi eline sağlık, teşekkür ederim. Bir kahvemi içersin."
"Rüşvetle mi iş yapıyoruz lan?"
"Olur mu öyle şey hiç?"
"Peki peki tamam. Akşama doğru içerim kahveni, madem öyle."

Kulaklığımı kulağıma geçirip, bir yandan da haberleri yapmaya başladım. Bu işe gece çalışmaya başladığımdan, kulaklıkla çok iyi birer dost olduk. Bazen müzik dinlemeden, çalışamadığım zamanlar bile olurdu. Deep Purple’dan Perfect Strangers’dı çalan.

Yağmur’un evindeydik, 7-8 kişi. Üniversite ve çevresinde afiş çalışması yapacaktık. Kendinizce stratejik bulduğumuz noktaları belirliyorduk, Yağmur’un ev arkadaşı Nihal her zamanki ukala tavrıyla "Kim görecek ki bunları. Siz yapıştırdığınızla kalacaksınız sadece" deyince Yağmur’la göz göze geldik. İstanbul’da tek doğru düzgün arkadaşıydı. Bir yıl süren yurt ızdırabından sonra tanışmışlardı.
Biliyordu sert bir kelime ile başlayıp, Nihal’in gözyaşları ile sonlanacak cümle ile bitireceğimi. Gözlerinden "Ne olur bir şey söyleme" dediği anlaşılıyordu.Garip bir iletişimimiz vardı Yağmur’la.İkimiz de, birbirimize söylemek istediğini o an anlayıveriyorduk.

Yağmur hemen atıldı, "Kim kahve, kim çay ister?" Bülent, Özgül, Nihal ve şimdi ismini bile hatırlamadığım bir kız çay istedi. Yağmur, Kaan ve ben, birlikte çokça kahve içtiğimizden, artık biliyorduk. Yağmur elimden tutarak, "Yürü, boş boş oturmak yok. Bir işe yara bari" dedi.

Mutfağa yürürken, ancak benim duyacağım şekilde, "Lütfen Barış, Nihal’ye yeteri kadar tartıştınız. İkinizi de sevdiğimi biliyorsun."

Bakışlarımdaki, ifadeyi sezmiş olacak, odadakilerden uzaklaşmamızın da verdiği rahatlıkla daha yükses sesle, "Şapşal senin yerin ayrı. Her seferinde hatırlatmam mı gerekiyor? Sanki bilmiyormuş gibi davranmaktan vazgeç."
"Off Yağmur, aklımın ucundan bile geçmedi."
"Bilirim, ben o aklından geçmeyenleri. Sevmediğini ve rahatsız olduğunu her hareketinden belli ediyorsun."

Öyleydi, hiç sevmiyordum. Tipik lümpen tavırları vardı ve bu benim çileden çıkmam için yeterliydi bile. Sadece Yağmur’un hatırı için katlanmak, zaman zaman beni yoruyordu.
"Su ısındı galiba. Kahveleri sen koy, ben çayları hazırlarım."
"Peki."

Bozulduğum her halimden belliydi. İçimi, birkaç kelime söyleyememin sıkıntısı basmıştı. En garip huylarımdan biri sayılmazdı fakat taşı gediğe oturtamadığım zaman içimden küfürler savururdum kendime.

"Tamam dedim ama değil mi Barış?"
Ses tonundan, sevgilisini değil de, çocuğunu azarlar izlenimi edinince, "Yağmur, don lastiği gibi uzatmayalım istersen. Sırf senin hatırın için tek kelime etmedim. Sikindirik bir karı için çocuk gibi azarlanmayı da çekemeyeceğim, kusura bakma" dedim.

Yüzü düştü birden. Birkaç saniye önce dünyanın en güzel gülümseyen kadınının yüzünü bu hale getirdiğim için, kendime 'Hay amına koyayım senin. Değer miydi?' diye kızdım.

"Yağmur, özür dilerim, kırmak istemedim. Bir an için, o salak yüzünden laf işitmek ağrıma gitti."
"Barış, Nihal’ı sevdiğimi ve buradaki tek dostum olduğunu biliyorsun. Üstelik hâlâ laf söylüyorsun. Bana ‘don lastiği gibi uzatma’ diyen adam, şu konuyu iki yıldır uzatıyor, hatta üç bile sayılır."
"Tamam bir daha açılmayacak bu konu. Ama once sen gülümse."
"Bu kadar şeyden sonra öyle pat diye gülümsememi bekleme. Beni, senden fazla tanıyan bir kişi daha yok. O yüzden suratımı astığımda hemen sırıtamıyorum" dedi, tüm ciddiyetinle.
"Gülümsemeyeceksin yani? İyi o zaman bunu sen istedin. Şimdi camdan çıkıp, bağırmaya başlarım ‘Bana tecavüz eden yok mu? diye."
Gülümsedi, ardından sıkıca sarıldı, "Bir ömür boyu seninle ne yapacağım? Yarı deli, yarı çocuk bir adamla geçer mi zaman?"
"Geçmez, boşuna mı ben erken öleceğim diyorum sana!" cümlesinin ağzımdan çıkmasıyla, pişman olmam bir oldu.
"Barış, senin bu ölüm merakın, bizi ayıracak tek engel farkındasındır umarım."
O kadar çok ölümden söz ediyordum ki. Önceleri şakayla karışık cümlelere artık ben de inanmaya başlamıştım.
"Tamam, tamam. Ölüm filan yok. Ne ölümü ya. Daha kaç yaşındayız. Oooo, evleneceğiz, iş-güç sahibi olacağız, Eylem doğacak, okula yazdıracağız, ilk erkek arkadaşını pataklayacağım, ikincisi de.."
Kahkahaları, içeriye kadar gitmişti, Kaan’ın sesini duyduk, "Neler oluyor orada?" diye her zamanki zevzekliği ile takıldı.

Yağmur gözlerimin en derinine bakarak, "Biliyor musun? Şu karşımda duran adama sırılsıklam aşığım. Durulmayan bir fırtına gibisin. Bir an beni çok kızdırıyorsun ama aradan saniyeler bile geçmeden kahkahalar atmamı sağlıyorsun. Hayatımdaki en doğru karar seninle birlikte olmamdı" deyince, dudaklarına yapıştım.

Avuçlarımın arasına aldığım yanaklarını tutarak, hiç bırakmamacasına öptüm. Sinsi bir hırsız gibi, dili dudaklarımın arasından geçip, dilime ulaştı. 10 saniye kadar öylece kaldık, geri çekilen Yağmur oldu.
"Deli içeride kaç kişi var. Yürü hadi kahveleri al da gel."

3 yorum:

  1. pilavkuru08@gmail.com18 Şubat 2011 12:31

    bunları kitaplaştırmayı düşünüyo musun abi şahane olur bence.

    YanıtlaSil
  2. Abi bu bahsi geçen esas oğlan "Barış" sen değilsin onu biliyorum. Ama hikaye senin hikaye mi onu çözmeye çalışıyorum. Yani Barış aslında takma isim mi? Ezel'e çevirdin olayı vallahi :)

    YanıtlaSil
  3. berxwedanjiyane19 Şubat 2011 04:35

    herkesin bir yağmuru var değil mi.her boktan anda aklına gelen,arada gülümseten arada hüzünlendiren.ama o yağmur'lar hep umut bırakıyor içimize.

    neyse abi ilk hikayeyi okudum bi daha da yazmaz dedim bunu da görünce seri olur diye geçiriyorum içimden.bu sefer hakszı çıkarma beni de gittiği yere kadar yaz,okuyalım...

    YanıtlaSil