26 Temmuz 2011 Salı

Hiç olmazsa... -4-


Kimseyi uyandırmamak için parmaklarının ucunda evden çıktı. Buralarda erken başlardı haya, insanların sokaktaki hareketliliği başlamıştı. Kafasına şapkasını geçirdi, kimse yüzünü görmesin diye. Kolundaki sandık şimdiden külçe gibi ağır geliyordu. Karnı acıkıyordu, cebinde 20 lira ya vardı ya yoktu. "Olsun anasını satayım, varsın olsun. Biraz daha çalışırım, canımdan önemli mi?" diye düşündü.

'Meşhur Börekçi Vasıf' tabelasını gördü. Üç dört merdivende ulaşıverdi börekçiye. Birkaç masa boştu, çöküverdi birine. Komiyle göz göze geldi.

- Kıymalı ne kadar, peynirli ne kadar?
- Peynirlinin porsiyonu 2.5 lira, kıymalının 3.5.
- Kıymalı ver, bir buçuk porsiyon olsun, bir de çay. Ama büyük bardak olsun.
- Tamam.

İnsanları gözledi, hepsi de hızlı hızlı yiyordu. Gözlüklü 20'li yaşlardaki biri, hiç bakmadan çatalını tabağa daldırıp, böreğe saplıyordu çatalı, bir gözü gazetesinde.

Böreği ve çayı gelmişti bile. Çayına iki şeker koydu, börekten bir parça aldı. Böreğin sadece ismi kıymalı, yoksa içinde kıymalar sayılıyordu. Soğanla dolu, birkaç kıyma tanesi, hepsi o kadar. Yine de lezzetliydi meret, ne koyuyorlarsa içine. Bir çayından yudumluyor, bir börekten yiyordu. Tabakta kalan kıyma tanelerini, çatalının dişlerinin arasına alarak, ağzına attı. Çayından son yudumu alıp, hesabı ödedi ve çıktı.

Ne yapar, ne ederdi de anası ve kardeşlerini o evden götürdü, onu düşünüyordu. Boyacılıkla olacak iş değildi, mutlaka başka iş bulmalıydı. Elinden başka iş de gelmezdi, 5 senedir elinde bu sandıkla İstanbul'da gitmediği yer kalmamıştı neredeyse. "Öğrenirim" diye geçirdi içinden.

Daha çok vardı durağa, vakit geçmek bilmiyordu. Haşim İşçan Geçidi'nin az öncesindeki parka girdi, biraz zaman öldürmek için. Bir banka oturup, sigara içecekti.

- Boyacı bak bi.
- Buyur abi.
- Parlat bakalım.
- Emrin olur.

Adam banka oturmuş, ellerini yanlara açmış, kafasını havaya kaldırmıştı. Ali, her zamanki gibi başladı boyamaya. Kadife bezini bir sağa bir sola, usta biçimde sallıyordu. Az önceki o eski ayakkabı, şimdi yepyeni görünüyordu. Gerçi altına bir pençe atılması gerekiyordu.

- Abi tamamdır.
- 3 lira yeter mi?
- Yeter abi.
- Haydi kolay gelsin sana.
- Sağolasın.

Ali aldı sandığını 3-4 sıra ilerideki banka oturdu. Sandığındaki paketten bir sigara alıp yaktı, sandığını bankın üstüne koydu. Mehtap'a neler söyleyecekti aklından bir bir düşündü. "Derim işte, böyle böyle oldu diye. Anlatırım ne var ne yoksa. Yalan söylemeyeceğim" dedi. Bankın tam yanından geçen adama "Saat kaç acaba?" diye sordu, "8'i 10 geçiyor" yanıtını alınca, toparlandı. Farkında bile değildi, zamanın bu denli geçtiği.

Aceleyle kalktı, en yakın dostu sandığını da alıp, düştü yola. Arabalar, korna sesleri ve uğultudan rahatsız oldu. Koşarcasına yürümeye başladı, içinde 'ya yetişemezsem' endişesi. Neyse ki, az kalmıştı.

Durağa geldiğinde Mehtap'a bakındı ama yoktu. "Ya gitmişse, ya erkenden geldiyse. Yok be iki gündür aynı saatte geliyor" diye düşünürken, saati sordu. Daha 5 dakika vardı, derin bir nefes aldı, rahatladı, gözü karşıdaydı.

Mehtap görünmüştü bile, Ali'yi görünce gülümsedi, Ali de karşılık verdi. Trafik ışıkları tam da yeşil olacak zamanı bulmuştu. Tam ışıkların altındaydı, Mehtap kafasını kaldırıp kaç saniye kaldığına baktı. 8, 7, 6, hah tamam bitmişti.

Mehtap tam Ali'nin yanına geldi ki, "Ne oldu suratına?" diye şaşkınlıkla sordu. Ali kafasını önüne eğdi, bir süre bakamadı. Mehtap, çenesinden kaldırdı, gözlerinin içine baktı.

- Ali ne oldu sana?
- Yürüyelim mi? Hem anlatırım ne olduğunu.
- Dur o zaman bir telefon açayım, azıcık 'geç kalacağım' diyeyim.

Yeniden yolun karşısına geçtiler, Mehtap annesinin hasta olduğunu ve 2 saat gecikeceğini söyledi. Ali nasıl mutlu olmuştu, bunları söylerken. Telefonu kapattı, "Ali bir yerlere oturalım mı?" diye sordu. Cebinden 14-15 lira vardı, hesabı ödeyemezse rezil olurdu, bir şey diyemedi.

- Bende para var, ben ısmarlarım. Hem ilk gün sana kötü davrandım, hadi bırak gurur yapmayı.
- Bilmem ki. Ben böyle alışık değilim.

Kelimeler ağzından tek tek çıkıyordu. Her kelime sonrasında 2-3 saniye duraksıyor, sonra ardına getireceği kelimeyi koyuyordu yerine.

- Tamam gel hadi, ileride bir çay bahçesi var. Hem açım ben. Poğaça-simit alırız, çay bahçesinde yeriz.
- Ben yediydim.
- Yürü Aliiii. Yeriz işte, yemezsen de yeme.

Bir pastane buldular, 2 tane açma aldılar, 1 simit, 2 de poğaça. Hepsinin parasını Mehtap verdi, Ali utancından pastaneden içeri bile giremedi. Mehtap, Ali'nin yüzüne, ellerine dikkatle baktı. Hiç boyacı çocuk gibi değildi. Özellikle parmakları çok biçimli ve yaptığı işe karşın temizdi.

Pastaneden çıktılar, ufak bir yokuş indiler, parkın ortasındaki çay bahçesine geldiler. İki çay söylediler, Ali yine büyük bardakta istedi. Mehtap, kâğıtlarını yırttıktan sonra aldıklarını masaya koydu. Çaylar gelmeden, bir parça ısırdı açmadan. Ali'nin yüzüne baktı, kafası yine önündeydi, yüzünü saklıyordu.

- Anlatmayacak mısın Ali?
- Yok sen karnını doyur diye bekledim.
- Hem yerim, hem dinlerim, hadi anlat.
- Nesini anlatayım, şerefsiz babam dövdü.
- Neee, seni bu hale baban getirmiş olamaz.
- Yeminle babam yaptı, yalan yok. Hatta utandım önce, nasıl söylerim diyeb Sonra gerçeğini anlatmaya karar verdim.
- Peki neden yaptı?
- Kazandığım paradan anama gizli gizli veriyordum. Onları bulmuş. Bu şerefsiz kumara, alkole veriyor, o yüzden anama gizliden veririm.
- Aaaa, ne güzel.
- Bulmuş bunları, eve girdim, soru bile sormadan vurmaya başladı. Babam olmasa, bak ne yapardım ya, o şerefsize değmez.

Ali bir bir anlattı olanları, Mehtap'ın yüzü buruştu, ne söyleyeceğini bilemedi çok kez. Ali konuştu, konuştu, konuştu. Ali anlattıkça sinirleniyor, sinirlendikçe yumruklarını sıkıyordu. Mehtap, sıkılı yumruklarından birini avucunun içine aldı "Üzülme" diyebildi sadece.

- Gitmem gerek geç kaldım.
- Akşam bekleyeyim mi durakta?
- Yok bekleme ağabeyim gelecek, almaya.
- Peki ya yarın sabah.
- Yarın sabah yarım saat daha erken gel o zaman.

Ali nasıl mutlu olmuştu, gözleri parladı. "Peki gelirim, istersen bir saat erken bile olur" dedi ama Mehtap o kadar erken çıkamazdı. Çay bahçesinden çıktılar, Mehtap çok geç kalmıştı, bir taksi çevirdi, "Unutma yarın, yarım saat erken" diye bir kez daha uyardı.

Ali bütün gün sokakları arşınladı. Her zamankinden daha erken gidecekti eve. Atladı otobüse, Mehtap'ın elini tuttuğu anı düşündü. Gözlerini kapatıp, o anı tekrar tekrar yaşadı. Eve girdi, babası oturmuş içiyordu. Yüzüne bile bakmadan, odaya girecekti ki, "Gel lan buraya!" sesiyle irkildi.

- Kime diyorum lan ben, otur şuraya.
- Efendim.
- Geç ulan otur şuraya dedim!

Ali sandalyeye oturmamıştı ilkin, babası böyle söyleyince oturmak zorunda kaldı. Masada bir şiye vokta, birkaç kayısı, biraz da kiraz vardı.

- Kimsin sen, benden para gizliyorsun?
- Saklamadım, anama verdim.
- Aynı şey, itoğlu it.
- Sana ne zaman para versem, içkiye veriyorsun, kumar oynuyorsun. Kardeşlerime, anama hiçbir şey almıyorsun. Üç yıl oldu çalışmıyorsun, ya ne yapaydım?

Ali sert tonda söylemişti bunları. Babasına kızgınlığı dağları aşmıştı. Oysa küçükken böyle değildi. Cebine harçlığını koyar, beslenme çantasına bir elma sıkıştırır, öyle yollardı okula. Çalıştığı fabrika küçülme kararı almıştı, öyle söylemişti babası. O yüzden de işten çıkartılmıştı. İlk zamanlar iş aramıştı, bulamayınca içki içmeye başlamıştı. Sonrasında dayak, kavga, gürültü, bu evden hiç eksilmedi.

- Vay efendim sana mı soracağım iş arayıp aramayacağımı. Ulan saygısız it, iş var da ben mi çalışmıyorum.
- Yalan söyleme, sana iki kez iş buldum, birine gitmedin. Diğerinde üç gün çalıştın, cebinde konyak şişesiyle yakalanınca çıkartıldı. Bu evde 4 kişiyiz, hiç soruyor musun kirayı, elektriği, suyu kim veriyor diye.
- Nankör! Bunca sene kim baktı bu eve. Biraz da sen bak, ne oldu gocundun mu çalışmaktan?
- Çalışmaktan değil ama arkamdan 'sarhoşun oğlu' diye dalga geçmelerinden gocunuyorum.

Gerçeklerle yüzyüze gelmek hoşuna gitmemişti, hiç hem de. Hasan ayağa kalktı, tokadı patlattı, Ali'nin suratına.

Annesi ve kardeşleri içerideki odadan çıktılar. "Tembih etmedim mi size çıkmayacaksınız odadan diye. Girin lan odaya, hepinizin ağzına sıçarım." diye çıkıştı. Anneleri kızlarına siper oldu, bir hamleyle önlerine geçti, odaya soktu hepsini.

- Baba vurma bana, yeter artık.
- Ooooooo Ali Efendi büyümüş, adam olmuş, babasına kafa tutar olmuş. İtt...

Bir tane daha vurdu, Ali sandalyeden yere düştü, kolundaki sandığıyla birlikte. Sandığın gözünü açtı, falçatasını çıkarttı. Babası geri adım attı, Ali ayağa kalktı. Vokta şişesini ittirdi eliyle, falçatayı salladı babasının koluna. Kan sıçradı kolundan, iki adım daha geriye gitti, divana takılıp, düştü üstüne.

Ali üstüne üstüne gitti, "Vurma dedim sana, vurma dedim" diye bağırırken, babasının boynuna savurdu falçatayı, kanlar sanki minik bir hortumdan su tutar gibiydi. Ali hıncını alamadı, "Anama vurmayacaksın bir daha, gebertirim seni" boğazına sokuverdi falçatayı.

Annesi odadan çıktı, önce kocası Hasan'a, sonra Ali'ye baktı; "Kuzummmmmm ne yaptınn" diye bağırdı, sarıldı Ali'ye. Ali ağlıyordu, "Vurma dedim anne vurma dedim, dinlemedi"

- Ali çabuk git buradan, kaç oğlum.
- Gitmem bu adamın size zarar vermesine izin vermeyeceğim.

Ayırdında değildi babasını ölürdüğünü, içinde senelerdir biriktirdiği nefreti boşaltmıştı.

"Alim çabuk git, gelme sakın." Ali'ye sarılmıştı sımsıkı, kardeşleri odaya girince çığlık çığlığa bağırmaya başladılar. Cebinden çıkarttığı 50 lirayı, annesine verdi, "Ana ben yarın geleceğim. Siz polise haber verin, teslim olurum ama önce bir işim var" dedi.

Sandığından sigarasını ve kibritini aldı, koşarak uzaklaştı evden. Ardına bile bakmadan. Son bir işi vardı...

(yarın biter)

2 yorum: