4 Ağustos 2011 Perşembe

Dayı


Kadıköy'deyiz, kalabalık artıyor, yüzlerinde maskeleri olan bazı gruplar hepimizi endişelendirmişti. Sağıma, soluma bakıyoruz üçümüz de, tanıdık yüzler görmek için. Oraya gelirken, herkes bizim gibiydi, kalabalığın içinde kimse bizim gibi değildi. En azından o an için öyle hissettik.

Gece Anıl'larda kaldık, Ebru ve ben. Bir de Anıl'ın kız arkadaşı Özlem. Ebru da, ben de bütün gece heyecandan uyuyamamıştık. İlk kez 1 Mayıs'a gideceğiz. Gece yatakta sevişme aralarından birinde, "Şu Stalin sevdasından vazgeç. O adam bir katil" deyince, sinirlendim. Yataktan doğruldum, yatak dediysem, somyaya gelişigüzel serilmiş bir sünger ve dikine çizgili mavi beyaz bir örtü.

Her zamanki söylevlerden birini çektim, 2. Dünya Savaşı, dünyanın kaderini değiştirmesi, Hitler gibi bir alçağın sonunu getirmesi konulu. "Dinlemek istemiyorum bunları, fikrimi değiştiremeyeceğini biliyorsun. Katyn katliamı, kendi halkını gözünü kırpmadan öldürmesi. Bunlara bir cevabın yok işte."

Her şeye olduğu gibi, buna da cevabım vardı, "Bunlar Troçkist söylemler. Elinden düşürmediğin Nâzım'ın 'Kremlin'deki Çelik Adam' dediği biri Stalin. Bu safsataları bırak" diye çıkıştım.

Tartışmanın tam alevlendiği yerde, kolundan tutup, dudaklarını emmeye başladım. Kaçış gibiydi o an için. Kayıtsız kalmadı, karşılık verdi. Çıplak bedenlerimizi birleştirdik. Karyola gıcırdadıkça, Ebru rahatsız oluyor ve "Vedat lütfen biraz daha sessiz. Yan odadalar, duyacaklar" diye hayıflanıyordu.

- Duyacaklar mı? Salonda onlar ne yapıyor? Kâğıt mı oynuyorlar sanıyorsun. Bizim gibi sevişiyorlar.
- Olsun, yine de böyle gacır gucur rahat edemiyorum. Biraz anlasan beni, bir kez olsun karşı çıkmasan.
- Karşı çıktığım yok. Bu odada onlar yatsaydı, bu sesleri biz de duyacaktık. Altı üstü 60 metrekarelik bir daire.
- Sarılmak istiyorum, sadece sarılmak. Sabah enerjiye ihtiyacımız olacak hem. Saçlarımı okşa, sevdiğimi biliyorsun

Sarıldık birbirimize, gözlerini kapatır kapatmaz uyudu. Böylesi uyuyan insanlara imrenirdim. Saçlarını okşarken, karanlık daha aydınlık oluyordu, sokak ışığının yardımıyla. Yüzüne, ellerine, bacaklarına, göğüslerine, her yanına tekrar tekrar baktım. Gerçekten de kusursuzdu, benim kusursuzum.

Sabah, kapının tık tık diye vurulmasıyla uyandım. Anıl, "Lan, Vedat hadi oğlum, kalkın. Biz 1 Mayıs'a gideceğiz, siz aşktasınız, sevgidesiniz" deyince, kapıyı açtım. Sesim alabildiğine alçak tonda ama olanca hiddetimle "Anıl, sıçtırtma ağzına. Sanki sürekli birlikte kalabiliyoruz. Ayda yılda bir kalıyoruz, onun da içine sıçma" diye yüklendim.

- Abi, sabah sen solundan kalkıyorsun, onu biliyorum. Kalkın, alana gitmeden bir kahvaltı yapalım dedik, kötü mü ettik yani?
- Tavrın sinir bozucu, yoksa zaten kalkmak üzereydim.

Herifin evinde, posta koyduğuma pişman oldum ama geri adım atmak olmazdı. Yine de gönlünü bir biçimde almak şarttı.

- Kahvaltılık var mı? Gazete almaya çıkıyorum, varsa ihtiyaç söyle.
- Yaşa be Vedat. Zeytin lazım, biraz peynir, yumurta, küçük bir kangal da sucuk.
- Sen şuna evde bir şey yok desene!
- Domates var. Bizim Boşnak etinden var. Şu kuru olan, seversin.
- Eyvallah.

Üstümü giyindim, Ebru hâlâ uyuyordu. Bir hamlede giyinip parmaklarımın ucuna basa basa odadan çıktım. Anıl ve Özlem, televizyona bakıyordu.

- Özlem var mı bir isteğin, bakkala iniyorum.
- Yok sağol canım.

Oldum bittim 'canımlı cicimli' konuşmalardan hazzetmedim. Birbirimizi öyle çok iyi tanımıyorduk. Ama daha ilk kez konuştuğu insanlara bile benzer biçimde hitap ediyordu.

Evin hemen altındaki bakkaldan gazetelerle birlikte, nevaleyi aldım. Salak gibi zile basmıştım, Ebru'yu uyandıracağım diye üzüldüm, ki uyanırdı da. Kedi uykusuna yatardı. Gözlerini kapatması gibi açması da çok basitti.

Kapıyı Ebru açtı, "Günaydın benim bir tanecik sevgilim" diye sarılıverdi boynuma. Yüzüme bir gülümseme yerleşti. Gözlerimi kapatacağım ana dek, böyle karşılanmak istiyordum.

- Ne ara uyandın sen? Bakkala inmemle, eve girmem bir oldu da.
- Sen çıktığın an uyandım.
- İyi bakalım.
- Biz Özlem'le hazırlarız kahvaltıyı. Siz oturun isterseniz.

Anıl hemen atladı.

- Helal yengeme.
- Yenge deme bana. Ne sinir bozucu bir kelime. Kendimi 40 yaşındaki kadınlar gibi hissediyorum.
- Yalan mı dedim. Yengem olacaksın.
- Anıl soytarısın sen, umarım bunun farkındasındır.

Anıl bastı kahkahayı, umrunda bile değildi. Zaten kızdırmak için söylüyordu, Ebru'nun her seferinde benzer serzenişlerde bulunması, bana da komik geliyordu. Özlem'le ikisi mutfağa girdiler, Anıl elinde kumandayı, çevirip duruyordu. Çekip aldım elinden, sabah sabah yeteri kadar sinir bozucuydu.

- Dayı, sen onu bırak da, biz hangi kortejle yürüyeceğiz?
- Anıl, ben bizimkilerle yürümek istiyorum fakat biliyorsun Ebru ile bu konuda pek anlaşamıyoruz.
- Hahahahaa. Abi sen evlenmeden vermişsin yuları. Hatuna bu konuda söz mü düşermiş.
- Yular ne lan ayı! Sen daha Özlem'i getiremiyorsun bile alana.

Gülümsemesi erkenden kesildi. Bozuntuya vermemek için yüzünde birkaç saniye daha gülümsemenin yerini alan tebessümü kaldı, "Üstüne gitmiyorum pek fazla" diye savunmaya geçti.

- Damarıma basma olur mu Anıl?
- Tamam dayı tamam. Seninle başedilmez zaten.
- Hah, iyi o vakit.

Anıl'dan 3 yaş büyüktüm. Daha önce başka 2 yıl İktisat okuduktan sonra bölümü bırakıp, Siyasal Bilgiler'e girmiştim. O yüzden genelde ismimle hitap etmek yerine, "Dayı" ya da "Abi" diyordu. Bu tip hitaplardan hoşlanmasam da, kardeşim yerine koyduğum için ses etmezdim.

"Vedatttt" diye seslendi Ebru.

- Yumurtanın beyazlarını öldürüyoruz değil mi?
- Evet, evet. Her seferinde sorma şunu.

Küçücük evde sucuğun kokusu daha güzel kokuyordu. Tavanın içinden cızırtılarını bile duyuluyordu. Özlem yere bir örtü serdi, büyük bir tepsinin içinde, sucuklu yumurta hariç her şey hazırdı, çaydanlığı ardı sıra getirdi. Anıl, ağzına zeytini atıverdi, kimseyi beklemeden.

- Oğlum, şu yüzsüzlüğünü ne zaman bırakacaksın? Bak kızlar orada uğraşıyor, bekle biraz işte.
- Tamam anneeeee.

Kafasına şaplağı indirdim, gülmeye devam ediyordu, kahkahalarla. Özlem yer sofrasına kurulmuş, davet edermiş gibi ikimize birden baktı. Ebru, sapını bezle sardığı tavayla geldi, sucuklu yumurtayı nihalenin üstüne koydu ve "Haydi afiyet olsun" dedi. Ebru daha sözünü bile bitirmeden "Yemek duasını dayı yapsın" diye bastı kahkahayı. Sadece yüzüne baktım, belki birkaç saniye, sustu.

Kısa süre hiçbirimiz konuşmadan tepsidekilerle ilgilendik. Sessizliği bozan Ebru oldu.

- Özlem, sen bizimle gelmeyecek misin?
- Yok güzelim.
- Gelsen iyi olurdu. Hem hiç gitmemişsin 1 Mayıs'a. Ben, 'gel' derim.
- Kendinizi kandırıyorsunuz, 'dünyayı değiştireceğiz' hayalleriyle. Ayrıca sizin savunduklarınıza da inanmıyorum.
- Her şey hayalle başlar. Hayal etmeden olmaz Özlem.
- Hayatım, koskoca bir bütünün umutsuz parçalarısınız. Çok geçmeden anlayacaksınız.

Yüzümün asıldığını farkeden Anıl, Özlem'e belli etmeden elimi tuttu 'yapma' der gibi. Yine de dayanamadım, "Kimseden akıl alacak değiliz. Gelmek istemiyorsan senin seçimin ama insanların hayallerini küçüksemek de senin harcın değil." deyiverdim.

Anıl, hem Özlem'e hem de bana fena bozuldu. Suratının aldığı şekilden, başını başka tarafa çevirmesinden kendisini eleveriyodu. Ebru bütün saflığıyla, ortamın gerginliğini almaya çalışırcasına bana dönüp, "Sendikayla birlikte yürüyeceğiz" deyince, kalktım yerimden, masanın üstündeki sigaraya uzandım.

- Sendikayla yürümeyi düşünmüyorum. Nereden çıkartıyorsun bunları anlamıyorum.
- İyi o halde 3'ümüz amaçsızca yürürüz.
- Amaçsızca yürüyecegimizi nereden çıkartıyorsun ki? Partiyle yürüyeceğiz.
- Ne? Vedat rüya görüyorsun sen. İllegal bir partinin kortejine katılmayacağım. Bunu 3 aydır konuşuyoruz, her seferinde geçiştiriyorsun. Oldu bittiye getiririm diye düşündün sanırım.
- Oldu bittiye getirdiğim yok. Konuşuruz dedim, konuşuyoruz işte.

Anıl araya girme ihtiyacı hissetti, "Alana birlikte gidelim, isteyen istediği korteje katılsın, olmaz mı dayı?"

Sigarayı hızlı hızlı içtim, lise tuvaletinde içermiş gibi hissettim kendimi. Sigaranın ateşi alabildiğine yaklaştı filtresine. Kültablası niyetine kullandığımız bardağın içine attım, paketten bir tane daha aldım.

Anıl'ın fikri Ebru'nun hoşuna gitmiş olacak ki, "Evet evet en iyisi bu" diye destek çıktı.

Zorlamanın anlamı yoktu ama haftalardır, yumruklarımızı birlikte sıkıp, "Faşizme ölüm, halka hürriyet" diye bağırmanın hayallerini kurmuştum.

Bir an için yenildiğimi düşündüm. Geri adım atmak da istemiyordum. İçim içimi kemiriyordu. İki adım attım, pencereyi açtım, derin bir nefes alıp, Ebru'ya döndüm, "Ya birlikte yürürüz ya da biz olmayız" dedim.

-devam eder ümidi taşıyorum-

4 yorum:

  1. farklı da olsa yumruklar aynı gökyüzüne kaldırılıyor abi. tarih elbet haklıyı açığa çıkaracaktır.

    [bu arada partiyi ve sendikayı merak ettim]

    YanıtlaSil
  2. ilk hikayede de böyleydi, ilk bölümleri hep ana karakterin atarıyla bitiyor:)

    YanıtlaSil
  3. berxwedanjiyane5 Ağustos 2011 09:18

    gözünü sevim ağlatma bunda da abi.bi önce ki hikayende sana resmen küfür ettim.bu sefer ebru ya da vedat ölmesn deli etme beni gelir istanbula bu sefer ben seni öldürürüm :) :) şaka bi yana da senn bu hikayeler ya bi gün bana cinnet geçircek ya da yapmak istemediğim,aylardır kendimi tuttuğum şeyi yaptırtacak bana.

    bekliyoruz devamını

    YanıtlaSil
  4. @ outlaw; hocam helal olsun. evet

    YanıtlaSil